Türkiye’de, uluslarası kurumlardan fon alarak sivil toplum faaliyeti yapmak sizce nasıl algılanıyor?
Türkiye’de uluslararası kurumlardan fon alarak sivil toplum faaliyeti yapmak genellikle “casusluk”, “ajanlık” ve vatan hainliği çerçevesinde değerlendiriliyor. Bu konuda en büyük sorun, yabancı kurumlara duyulan güvensizlik ve Türkiye’de sistematik şekilde yürütülen yabancı düşmanlığı propagandası.
Uluslararası kurumlardan alınan fonların nereye kullanıldığından bağımsız olarak yalnızca fon kaynağı ülke ile Türkiye’nin ilişkilerinden yola çıkarak belli değerlendirmeler ve ön yargılarda bulunuluyor.
Elbette bu durumda milliyetçi ve ulusalcı bakış açısının büyük bir rolü var, zira Türkiye’nin açık bir toplum olmasından en büyük zararı görecek bu ideolojik yapılanmalar. Ülkede kapalı, hesap vermeyen ve denetlenemeyen bir sivil toplum olması ve özellikle de sivilleşmenin önünde bir engel teşkil etmek adına bu tavırdalar. Zaman zaman “sivil örümceğin ağı”, “beşinci kol faaliyeti” veya başka adlar altında bu tip etiketlemeleri çok seviyorlar ve ne yazık ki toplumda da bu düşüncenin bir alıcısı var.
Uluslararası kurumlardan fon alarak yaptığınız çalışmalarda “fonculuk” ile suçlandığınız oldu mu?
Elbette oldu ve hâlâ da oluyor. 2017 yazında İstanbul Büyükada’da gözaltına alınıp tutuklanan insan hakları aktivistlerinden biriyim ve biz cezaevindeyken hakkımızda getirilen suçlamaların hiçbirisine yanıt veremeyeceğimiz bir ortamda 40-50 gün boyunca devam eden havuz basını merkezli “casuslar”, “ajanlar”, “vatan hainleri” kara propagandasına maruz kalmış birisi olarak söylemek isterim ki bu fonculuk suçlaması bize getirilen suçlamaların merkezi konumundaydı.
Daha önceden sivil toplum faaliyetleri çerçevesinde yabancı kuruluşlardan aldığımız fonların listelerinin bile yayınlandığı bir ortamda aslında hiçbirimizin casus ya da yabancı bir gizli serviste çalışan ajan olmadığımızı kanıtlamak gerçekten zordu. Neticede tümümüz beraat ettik, yani meğersem hiçbirimiz casus ya da ajan değilmişiz!
Sizce uluslararası kurumlardan fon almak bağımsız faaliyette bulunmayı engelliyor mu?
Hayır engellemiyor, burada fonu kullananın ne yaptığı ve kullanılan fonun nasıl, ne şekilde ve hangi ilkeler çerçevesinde kullanıldığına bakmak gerekiyor. Eğer kullanılan fonun bütün kullanım yetkisi foncu kurumdan bağımsız bir şekilde fonu kullanan dernek, vakıf ya da sivil toplum kuruluşuna ait ise ortada bence hiçbir sorun yok. Ancak foncu kuruluş fonu kullanana belli konularda müdahale ederek çalışmasını istiyor ya da bunu dayatıyorsa, bir başka deyişle fonun ne şekilde kullanılacağına karışıyorsa, burada elbette bir bağımlılık ilişkisinden söz edilebilir.
Bununla birlikte, böyle bir durum kısa sürede sivil toplum dünyasında duyulacağı için o foncu kuruluş açısından çok iyi bir şöhret de oluşmayacak ve bir süre sonra ne kadar fon verirse versin, gerçek sivil toplum örgütlerinden başvuru alamayacaktır. Bunun tersi olarak, “gongo” (government operated NGO) olarak bilinen hükümet destekli sivil toplum örgütlerinin neredeyse hiç finansal sorunları olmadığını, elde ettikleri fonu yalnızca hükümetin eylem ve işlemlerini meşru çıkartacak şekilde kullandıklarını da kolaylıkla gözlemleyebiliriz. Bu durum da o sivil toplum kuruluşları açısından bir inandırıcılık ve ciddiye alınırlık sorunu teşkil eder. Kullanılan paranın kaynağından ve hangi paranın daha kirli/daha temiz sayılacağından bağımsız olarak nereye kullanıldığı, kullanım sırasında karışılıp karışılmadığı önemlidir.
Sizce Türkiye’de fonlar ne kadar etkin kullanılıyor?
Bence Türkiye’de fonlar hak ettiği kadar etkili kullanılamıyor. Bunun çeşitli sebepleri var. Öncelikle, henüz kapsamlı ve kökleşmiş bir sivil toplum geleneğinden söz edebilmeye imkân yok. Gerçekten de Türkiye’nin demokratik şekilde yönetildiği, sivil toplumun iktidarlar tarafından müdahaleye uğramadığı serbest yıllara bakarsak bu geleneğin oluşabilmesine imkân da olmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Neticede çok partili siyasi hayata geçildiği 1950 yılından itibaren darbeyle ve diktatörlükle yönetilen dönemleri çıkartırsak, geriye yalnızca 15-20 yıllık bir demokratik deneyim kalıyor. Bu kadar az bir sürede de yurt dışındaki gibi bir sivil toplum geleneği oluşamıyor.
Nordik ülkelerde, örneğin Norveç’te, Norveç Milli Piyangosundan çeşitli insan hakları örgütlerinin pay aldığını görebilirsiniz. Bizde de bir takım örgütler milli piyangodan pay alırlar, mesela Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı ya da Mehmetçik Vakfı gibi. Bunlar bir ülkenin demokratik düzeyi ile de yakından alakalı konular. Kapsamlı bir sivil toplum geleneği oluşan ülkelerde sivil toplum için ayrılan fonların da çok daha etkili şekilde kullanıldığını gözlemleyebiliriz. Yolsuzluğun yaygın ve sistematik bir iktidar pratiği olduğu ülkelerde ise tıpkı kamu fonları gibi sivil topluma ayrılan fonlarda da sorunlar kolaylıkla gözlemlenebilir. Keşke Türkiye çok daha açık bir toplum olsaydı ve şeffaflık içerisinde hem kamu fonlarının hem sivil topluma ayrılan fonların denetimi ve etkinliği ölçülebilseydi.
“Fonculuk” suçlaması Türkiye’deki sivil toplum için ne gibi tehlikelere yol açıyor?
Böyle bir suçlama sonucunda aslında sivil toplum faaliyeti yürütmeye çok fazla imkân kalmıyor. Yukarıda bahsettiğim “Büyükada” hadisesinin etkileri, olayın üstünden seneler geçse de herkesin hafızasında bir tehdit olarak varlığını koruyor. Olayın üzerinden 8 yıl geçmesine rağmen hâlâ Türkiye’deki insan hakları hareketi üzerinde büyük bir devlet tehdidi varsa bunun en önemli etkilerinden birisi de bu hadise.
Sivil toplumun kullandığı fonun bağımsız bir şekilde amaca uygun olarak kullanılmış olması aslında çok fazla kesimi ilgilendirmiyor; bunun yerine foncu kuruluşun “parayı kimden aldığı”, “kimin çıkarlarına hizmet etmiş olduğu” daha çok konuşuluyor. Elbette bunu yaparken de herhangi bir bilgi ya da belgeye dayanmaksızın salt dedikodularla hareket etmek milli bir spor haline getirilmiş durumda. Bütün bu cendere içerisinde gerçek sivil toplum örgütleri hayatta kalmaya, kapanmamaya ve amaçlarına uygun faaliyetleri yürütebilmek adına çırpınmaya çalışıyorlar.