23 Şubat’ta Almanya’da gerçekleşen erken genel seçimleri kazanan Almanya Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) lideri Friedrich Merz, Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ile “Büyük Koalisyon” hükümetini kurmak için görüşmeleri başlattı. Merz, pek çok Avrupalı liderle gayri resmi temaslarına bile başladı. Merz’in ilk ziyaret edeceği ülkeler arasında Türkiye’nin de yer alması bekleniyor.
İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve aynı üniversitenin Avrupa Birliği Enstitüsü Kurucu Müdürü olan Prof. Dr. Ayhan Kaya ile “Almanya’da seçimleri kazanan CDU lideri Merz’in başbakanlığı döneminde Almanya-Türkiye ilişkilerini neler bekliyor?” sorusunu konuştuk.
Almanya’da 23 Şubat’ta gerçekleşen erken genel seçimi, “Birlik” olarak da adlandırılan kardeş partiler Almanya Hıristiyan Demokrat Birliği (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) açık arayla kazandı. Almanya’nın yeni federal Şansölyesi Friedrich Merz döneminde Türkiye-Almanya ilişkileri nasıl şekillenecek?
Helmut Kohl’ün prenslerinden biri olan Friedrich Merz, Almanya siyasetinde parti içindeki rakibi olan Angela Merkel ile olan rekabeti ile bilinir. Merz, parti içinde daha sağ liberal, muhafazakar Hristiyan değerleri ve güvenlikçi yaklaşımı ile bilinirken Merkel daha çok Hristiyan değerlerine bağlılığının yanı sıra toplumsal dayanışmacı sol değerleriyle de anılmıştır. Aralarındaki ideolojik farklılıklar nedeniyle Merkel’in seçimlerde Merz’e oy verip vermediği hâlâ bir tartışma konusudur Almanya’da.
Kuvvetle muhtemel Almanya’nın yeni Federal Şansölyesi sıfatıyla anacağımız Friedrich Merz, Avrupa Birliği (AB) ve NATO’ya güçlü desteğiyle tanınmaktadır. CDU geleneğinden gelen bir siyasetçi olduğundan Avrupalılık, demokrasi ve Transatlantik ilişkilerin geliştirilmesi konularında oldukça hassas bir siyasi kimliğe sahiptir. Ancak Merz’in Trump yönetimindeki ABD’nin Avrupa’yı güvenlik konusunda yalnız bırakacağı ve ABD’nin Rusya ile birlikte Çin’e karşı mücadele edeceği yönündeki işaretlerin ardından Avrupa’nın güvenliğini sağlamak için daha etkin bir rol oynaması beklenebilir.
Merz, Almanya-Türkiye ve AB-Türkiye ilişkilerine daha pragmatik ve perakendeci bir yaklaşımla bakmaktadır. 2000’li yılların ortasında Angela Merkel’in Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki olumsuz yaklaşımını “İmtiyazlı Ortaklık” şeklinde pek de içeriği anlaşılmayan bir öneriyle ikame edilmesi gerektiği yönündeki düşüncesi hatırlandığında, CDU’nun Türkiye’nin AB ile olan ilişkisi hakkındaki resmi parti yaklaşımı daha net olarak görülebilir. Merz’in de bu çizgiyi sürdürmesi beklenebilir. 2024 yılının Aralık ayında, Suriye’deki Esad rejiminin düşüşünün ardından, Avrupa’nın Türkiye ile ilişkilerini güçlendirmesi gerektiği şeklindeki görüşü de hatırlandığında Merz’in de CDU’nun klasik Türkiye çizgisini devam ettireceği öngörülebilir.
Bu bağlamda, Merz’in şansölyeliği döneminde Türkiye-Almanya ilişkilerinin güçlenmesi beklenmektedir. Özellikle, Orta Doğu’daki barış ve istikrarın sağlanması için Türkiye ile daha yakın işbirliği yapılması öngörülmektedir. Merz’in Avrupa entegrasyonuna verdiği önem, Avrupa’nın güvenliği konusundaki hassasiyeti ve transatlantik ilişkileri desteklemesi, Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine olumlu katkı sağlayabilir. Merz ve Erdoğan ilişkisi ise daha çok her iki liderin de sahip olduğu ideolojik arka plan göz önünde bulundurulunca daha medeniyetçi bir çizgide kurulup o şekilde devam edecektir.
Almanya’da gerçekleşen erken genel seçimin sonuçlarına göre göçmen karşıtı politikalarıyla dikkatleri çeken aşırı sağcı AfD’nin oylarını yaklaşık yüzde 21’e çıkararak ana muhalefet konumuna gelmesi ciddi endişeler yarattı. Almanya’da Türkiye kökenli yaklaşık 1 milyon seçmenin varlığı düşünüldüğünde AfD’nin göçmenlere yönelik eleştirel tutumu Türkiye-Almanya ilişkilerini nasıl etkiler?
AfD, son seçimlerde aldığı yaklaşık yüzde 21 oy oranı ile bir önceki seçimlere oranla yüzde 10 civarında bir artış yaşamıştır. Bazı Doğu Almanya eyaletlerinde ise partinin yüzde 35 civarında oy aldığı görülmektedir. Parti, Thüringen’de yüzde 38,6, Saksonya’da yüzde 37,3, Saksonya-Anhalt’ta yüzde 37,1, Mecklenburg-Vorpommern’de yüzde 35 ve Brandenburg’da yüzde 32,5 oy alarak baskın bir siyasi güç olarak ortaya çıktı. Buna karşın, partinin Batı Almanya eyaletlerindeki ortalama oy oranı yüzde 18’de kaldı. Batı Almanya eyaletlerinde korkulanın olmaması nedeniyle Almanya toplumu rahat bir nefes almış olsa da ekonomik durgunluk, artan kira fiyatları, enerji sorunu, enflasyon, güvenlik ve göç konularında, kurulacak olan yeni hükümet olumlu adımlar atamazsa bir sonraki seçimlerde AfD’nin birinci parti olma ihtimali hemen herkesin hemfikir olduğu bir nokta.
Öte yandan, Sol Parti’nin (Die Linke) seçimlere beş ay kala sahip olduğu yüzde 3’lük oy oranını, beş aylık bir süre içerisinde 650 bin kadar hanenin kapısını çalarak, yüz yüze konuşarak, seçmene gerçekten kulak vererek, seçmene yukarıdan bakmayarak, onların sosyo-ekonomik sorunlarını dinleyerek yüzde 9’a çıkardığı düşünüldüğünde, bu deneyimden diğer ana akım partilerin de gereken dersleri çıkaracağı düşünülebilir. Merkezdeki SPD, CDU ve hatta Yeşiller gibi gelenekçi partilerin bunu başarıp başaramayacakları, siyasetin artık parlamentoda değil sokakta yapılması gerektiği şeklinde bir sonuca erişip erişmeyecekleri konusu ise bir muamma olmaya devam ediyor.
Yakın zaman önce AfD’den üst düzey isimlerin de bulunduğu gizli bir toplantıda seçimin kazanılması durumunda yabancıların nasıl sınır dışı edileceklerine ilişkin plan kamuoyunun dikkatine sunulmuştu. Nazi geçmişi ve Holokost gibi utanç verici deneyimleri yaşayan Almanya toplumunda bu toplantı büyük infiale yol açmıştı. Almanya’da yaşayan neredeyse 4 milyona varan Türkiye kökenli insan ve 1 milyonu bulan Türkiye kökenli seçmen, olup bitenler karşısında tedirgin. Bu tedirginlik nedeniyle olsa gerek ilk kez bu seçimlerde Almanya Türk Toplumu (TGD) büyük bir kampanya ile Türklerin seçimlerde oy kullanmaları yönünde Almanya genelinde çağrıda bulundu ve bunda da başarılı oldu.
Bu tür korkular ve kaygılar aynı zamanda siyasal hayatta fırsat pencereleri sunmaktadır göçmenlere, Türklere. 2000’li yıllarda Almanya’da 11 Eylül İkiz Kuleler’e yapılan saldırıların ardından yükselen İslamofobi ile birlikte Türklerin Almanya’da mevcut siyasal partiler kanalıyla daha fazla siyasete angaje oldukları görülmüştür. Kaldı ki bu seçimlerde de bu kampanyalar beklenen sonucu vermiş ve 19 Türkiye kökenli milletvekilinin Federal Meclise (Bundestag) seçilmeleri sağlanmıştır. Dolayısıyla, Türkiye kökenliler doğru bir çizgi izleyerek mevcut siyasal partiler aracılığıyla siyaset yapma tercihinde bulunmuşlardır. AKP ile bağlarının bulunduğu düşünülen Çeşitlilik ve Uyanış için Demokratik İttifak Partisi (DAVA) ise beklenilen rağbeti görmemiştir.
Almanya’nın yeni federal Şansölyesi Merz’in Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakmadığı ve geçmişte insan hakları ve demokrasi konularında Ankara’yı eleştiren açıklamaları olduğu biliniyor. Ancak Almanya’daki koalisyon görüşmeleri henüz netleşmedi. SPD’nin CDU ile “Büyük Koalisyon” kurma ihtimali yüksek görünüyor. SPD’nin Türkiye’ye yönelik daha ılımlı yaklaşımı, CDU’nun politikalarını dengeleyebilir mi, yoksa yeni şansölyenin vizyonu mu baskın gelir?
Bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde Dışişleri Bakanlığını kimin alacağına bağlıdır. Genellikle CDU’nun liderliğindeki kolalisyonlarda SPD’nin bu bakanlığı alma eğilimi daima baskın gelmiştir. Ancak bu kez, elinde çok fazla pazarlık gücü olmayan SPD’nin Dışişleri Bakanlığını alamayabileceği, CDU’nun ise Trump’un seçim zaferiyle birlikte değişen geo-politik düzlemde bu bakanlığı alma konusunda daha ısrarcı olacağı söylentileri bulunmaktadır. SPD genellikle Türkiye olan ilişkilerinde değerler, demokrasi, insan hakları, hukuk devleti gibi kavramlar üzerinden dış politika yönelimlerini geliştirirken, CDU’nun daha perakendeci (transactionalist), pragmatik ve fırsatçı eğilimler içinde olması beklenebilir. Dolayısıyla Türkiye-Almanya ilişkileri yeni dönemde güvenlik, enerji, gümrük birliği ve göç konularında karşılıklı ulusal çıkarların el verdiği ölçüde perakendeci bir şekilde devam edebilir.
Türkiye-Almanya ilişkilerinde ekonomi, tarihsel olarak iki ülkeyi birbirine bağlayan önemli bir unsur olmuş ve dış ticaret hacmi yaklaşık 50 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak günümüzde Çin’in ucuz ürünleriyle küresel ekonomide yarattığı baskı, Almanya’da sanayi üretimini ve ticareti nasıl etkiliyor?
Çin’in uluslararası ekonomi politiği tehdit ettiği, ucuz ürünleriyle diğer ülkelere pek rekabet edebilecek alan bırakmadığı bir düzlemde, Almanya’da reel ekonomik üretim ve ticaretin giderek daralma eğiliminde olduğu görülmektedir. Volkswagen, Deutsche Post, Bosch ve BASF başta olmak üzere çok sayıda şirketin toplu işten çıkarma yoluna gittikleri bilinmektedir. İşsizliğin giderek arttığı, sosyal refah devletinin sıkıntılarla karşılaştığı Almanya’da, bugün yaşananlar 1970’li yıllarda yaşanan petrol ve iktisadi krizin sonrasında yaşanan dönüşüme benzetilebilir. Sanayisizleşme, işsizlik, artan toplumsal ve siyasa gerilimler kaygı verici boyutlara ulaşmıştır. Böylesine düzlemlerde anti-sistemik siyasal partilerin pirim yapması anlaşılabilir bir gelişmedir.
Son olarak Trump yönetimi yakın zamanda Avrupa Birliği’ni yok sayarak Ukrayna’da barış sağlanması konusunda tek taraflı girişimlerde bulunmaya başladı. Avrupa Birliği ise NATO’ya alternatif olarak Avrupa Ordusu’nu kurmayı tartışıyor. Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında, Türkiye’nin hem AB için hem de Almanya için stratejik önemi artıyor gibi görünüyor. Yeni hükümetin bu jeopolitik gerçekliği nasıl okuyacağını öngörüyorsunuz?
Bu gözlemin doğu olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da son dönemdeki açıklamalarında kurulması muhtemel yeni Avrupa Güvenlik mimarisinde Türkiye’nin de yer alması gerektiği yönünde görüşler ifade etmiştir. Yeni bir dünya kurulurken Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tavrını Avrupa’dan yana koyması bence anlamlıdır. AB’nin ve Almanya’nın da reel politika gereği Türkiye’nin de içinde bulunduğu bir güvenlik mimarisi tesis etmek isteyebileceğini düşünüyorum. Türkiye ve AB arasındaki olası bu tür ortak güvenlik mimarisindeki adımların AB üyeliği konusunda da atılmaya başlanmasıyla birlikte, 2000’li yılların başlarında Orta Doğu’da yaşanan istikrarın yeniden hayata geçirilmesinin mümkün olabileceğini düşünüyorum.