[voiserPlayer]
ABD’nin Afganistan’dan çekilmesinin ardından ortaya çıkan görüntüler tüm dünyayı derinden sarstı ve bu durum Biden yönetimindeki ABD dış politikasının yeniden sorgulanmasını beraberinde getirdi. Arın Demir, tarihinin en travmatik terör saldırısının yıldönümünde ABD dış politikasını eski ABD Büyükelçimiz Namık Tan’la konuştu.
El Kaide’nin, 11 Eylül 2001’de ABD’ye karşı gerçekleştirdiği terör saldırıları sonrası NATO anlaşmasının 5. maddesi uyarınca, Türkiye Afganistan’a yönelik operasyona 2002 yılında Uluslararası Güvenlik Yardım Kuvveti’ne (ISAF) aktif katılım göstermişti. ABD’nin Afganistan’dan çekilme kararına, 20 yıllık sürecini makro bir perspektifte nasıl değerlendiriyorsunuz?
Amerika açısından Afganistan meselesi öyle bir konu ki, bazıları modern Amerikan tarihinin başlangıcı olarak nitelendiriyor. Bu tanımlamayı, Amerikan toplumunda olağanüstü travma etkisi yaratan 11 Eylül 2001 saldırılarıyla temellendiriyorlar. Afganistan’daki durumu değerlendirirken, öncelikle Amerikan toplumunun bu saldırı sebebiyle yaşamış olduğu travmanın boyutlarını anlamamız gerekiyor. ABD toplumunda oluşan travmayı Amerika’da yaşamayan bir insanın anlaması pek kolay değil. 11 Eylül saldırıları, ABD dışındaki ülkeler için eskilerin deyimiyle adeta bir vakayı adiye idi. Özellikle, terör gruplarının aktif olduğu ülkelerde, bu saldırıları coşkuyla karşılayan çevreler dahi vardı. Hatta, sokaklara çıkıp bu saldırıları alkışlayanlar oldu. Bazıları, insanlık dışı ve korkunç nitelikteki bu eylemi zihinlerinde sıradanlaştırabildiler. Buna karşılık, 11 Eylül, yerkürenin en güvenli toprak parçası üzerinde yaşadığından emin olan sokaktaki Amerikalı için tahayyül dahi edilemeyecek bir olaydı. Aslında, 11 Eylül saldırısı faraza uzaylılar tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, işte o zaman Amerika dışındaki ülkeler Amerikan halkının hissettiğine benzer bir travma yaşayacaklardı. Zira, gençlik yıllarımızdan hatırladığımız “uzay yolu” gibi dizilerin yaratıcısı olan Amerikalılar için böyle bir saldırının uzaylılar tarafından gerçekleştirilmiş olması daha kabul edilebilir bir şeydi. Söylemek istediğim; bu saldırı, Amerikalıların zihninde çok farklı bir yere oturmuştu. Dolayısıyla, saldırıların ABD toplumunda yarattığı travmanın boyutları, dışarıdan gözlemle anlaşılabilecek bir şey değildir. Sonrasında, Amerikalılar bu şokun yarattığı tepkisellik içinde, olmayacak bir işin peşine düştüler. Ne pahasına olursa olsun, ABD için “mutlak güvenlik” sağlanacaktı. Terör odakları ortadan kaldırılacak, terör destekçileri cezalandırılacaktı.
ABD kurum ve toplumuna bir dış şok etkisi yaratan 11 Eylül saldırıları, ABD’nin Afganistan’a yönelik karar alım biçim ve mekanizmalarında radikal değişiklikleri beraberinde getirdi mi?
ABD, transatlantik boyutlarında devasa bir gemiye benzer. Ufak bir tekne gibi hemen yön değiştiremez. Dolayısıyla, politika değişiklikleri söz konusu olduğunda da kolay manevra yapamaz. Normal şartlarda olaylara çabuk tepki gösteremez. Bunun iki sebepten kaynaklandığını söyleyebiliriz. Birincisi, kurumsal olarak bürokrasi içerisindeki ilgili düzenlemelerin değiştirilmesi zaman alır. İkincisi, siyaset tarafında yapılan tartışmalarda temsilciler kolayca fikirlerinde yön değişimlerine gitmezler. ABD kurumlarında bir kere politika değişikliği yapıldığında, o kararı geriye döndürmeniz zaman geçtikçe daha zor hale gelir. Oysa, 11 Eylül saldırılarının şok ortamında, Amerika acele kararlar aldı ve aşırı tepkiler verdi. Doğrusu, saldırıların sonrasında şokta olan Amerikan halkının büyük çoğunluğunun beklentisi Afganistan’a askeri harekattan yanaydı. Toplumun beklentilerine uygun olarak, ABD’nin saldırının arkasında olan terör örgütleriyle mücadele adına Afganistan’a müdahalesi 2001’in Ekim’in de gerçekleşti. Askeri müdahale sırasında ABD, Türkiye başta olmak üzere müttefiklerine de danışarak uluslararası toplumda kendisine bir meşruiyet alanı yarattı. İlk etapta, ABD’nin uluslararası bir koalisyon gücünü de yanına alarak bölgeye kuvvetlice girmesi, Taliban’ın kısa sürede yenilgiye uğratılmasını sağladı. Nitekim, 2005’lere gelindiğinde Afganistan meselesi neredeyse bitme noktasına gelmişti.
Peki, ABD 2005’li yıllarda sağladığı hakimiyet alanını neden ve nasıl kaybetti?
Amerika, Afganistan’dan zamanlıca çekilmek yerine, bölgede Afganistan’ın konumu üzerinden nüfuzunu arttırmaya ve çıkarlarını korumaya yöneldi. İlk zamanlarda, ABD’nin Afganistan’a girmesinin Afgan halkı nezdinde de bir meşruiyeti vardı. Ancak, zaman uzadıkça, bu meşruiyet aşınmaya başladı. Afganistan’daki ABD unsurları ve kendisinin kurdurduğu Afgan hükümetindeki bürokratlar yolsuzluklara karışmaya başladılar. Bu noktada şunu da vurgulamakta yarar var: ABD desteğiyle kurulan Afgan yönetiminin de halkta gerçek anlamda bir karşılığı yoktu. Amerikalıların hükümete seçtiği siyasetçilerin ve üst düzey bürokratik atamaların birçoğu dışarıda eğitim almış, toplumun gerçeklerinden uzak ve halk tarafından benimsenmemiş kişilerdi. Böylesine bir hükümet ve ittifak yapısıyla, ABD bölgedeki varlığını uzattıkça Afgan halkı nezdindeki meşruiyetini de giderek kaybetti. Gün geçtikçe yolsuzluklar da derinleşti. Merkezi hükümette yolsuzlukların zirve yapmasıyla başlayan kurumsal sorunlar, Taliban’ın Uluslararası Güvenlik Güçleri’nin etkin olduğu bölgelere sızabilmesine yol açtı. Neticede, merkezi hükümetin Afganistan’da hakimiyeti sağlayamaması ve toplumda meşruiyetini yitirmesi, Taliban’ın zamanla tekrardan filizlenmesine uygun bir ortam oluşturdu.
2011 yılında Barack Obama’nın ilk döneminde ABD’nin Afganistan’dan çekilme planı açıklanmıştı. Obama döneminde alınmış bir kararın uygulanması neden 10 sene kadar gecikti?
2011 yılında terör örgütü El Kaide’nin lideri Usame Bin Ladin’in öldürülmesi, ABD’nin Afganistan politikasında bir dönüm noktasıydı. Bu operasyonu takiben, Obama döneminde çekilme kararı kamuoyuna açıklandı. Ancak, kararın açıklanmasından itibaren bu sürecin doğru bir şekilde yönetimi mümkün olmadı. Zira, Amerika kendi içerisindeki sorunlara odaklanmaya başlamıştı. Özellikle, Trump’ın beklenmedik şekilde Başkanlık seçimini kazanması, ABD’nin dışarıya olan ilgi ve alakasını yitirmesine vesile oldu. Afganistan bağlamında ABD’ye destek olan müttefikleri de siyasi ve iktisadi bakımdan yoruldular. Doğal olarak, zamanla bölgede kurulan iş birlikleri azaldı ve sahadaki koordinasyon ciddi anlamda zayıflamaya başladı. Kasım 2020’de Trump’ın seçimleri kaybetmesinin ardından, çekilme konusunda Obama ve hatta Trump ile aynı görüşte olan Biden, bu kararı uygulamaya koyduğunu 10 sene gecikmeyle geçen Nisan ayında açıkladı. Hatırlanacağı üzere, 2010 yılında Katar’da farklı seviyelerde Taliban’la müzakerelere zaten başlanmıştı. Trump döneminde, 2020’nin Şubat ayında da, ABD, Taliban ile anlaştığını dünya kamuoyuna açıkladı ve çekilme hazırlıklarını başlattı. Bu şekilde, çekilme sürecinde somut ilk adımı atmış oldu. Biden da, seçim kampanyası sırasında Afganistan’dan çekilme sözünü seçmenlerine vermiş ve bu kararı politika ajandasının bir parçası olarak uygulamaya koymuştu. Sonuç itibarıyla, 10 yıllık gecikmede, önce ABD iç siyasetinde Trump ile başlayan sorunların ve devamında pandeminin rol oynadığını ve bu yüzden çekilme kararının uygulanmasının 2021 yılına kadar sarktığını söyleyebiliriz.
Geçtiğimiz üç hafta içerisinde Afganistan’da patlamalar meydana geldi ve birçok insan hayatını kaybetti. Gelinen noktada, bölgede kurumsal olarak otorite boşluğunun doğmasıyla birlikte bir iç savaş çıkması riski ne düzeye çıktı?
Afganistan’da iç savaş çıkma riskinin çok yüksek olduğunu düşünüyorum. Birçok uzman, Taliban’ın değiştiği veya değişebileceği kanaatinde. Ben bu görüşte değilim. Bunun çeşitli sebepleri var. Afganistan halkı, 40 yıl boyunca, değişik şekillerde, silahlı mücadelenin içinde oldu ve çatışma ortamında yaşadı. Öyle ki, geçen zaman içinde, kime karşı ve ne için savaştıklarını dahi unuttular. Geriye baktığımızda, ilk etapta 10 sene kadar Sovyetlere karşı savaştıklarını görüyoruz. 1989 yılında Sovyetler Afganistan’dan çekildikten sonra bu defa söz konusu grupların kendi aralarında kavgaya tutuştuklarını görüyoruz. Bu süre zarfında, kurumları hiçbir şekilde işletmeden, ekonomik hayatı tamamen uyuşturucu, dış yardım ve rüşvet çarkıyla devam ettirdiler. Silah kullanmaktan başka seçenekleri, yolsuzluktan başka amaçları yoktu ve uzun süre bu şekilde yaşadılar. Böyle bir ortamda, herhangi bir kurumsal yapı oluşturulamaz, geliştirilemez ve işletilemezdi. Nitekim, öyle de oldu. 40 sene çok uzun bir süredir. Taliban’ın, 40 senelik bir zaman dilimi içerisinde, geçmişteki yaşanmışlıkların ve alışkanlıkların temel teşkil ettiği bir zihni altyapısı oluştu. Bu zihni altyapının kolaylıkla değişebileceğini sanmıyorum. Son gelişmelere baktığımızda, Taliban’ın, Afganistan’daki, elit olarak nitelendirebileceğimiz açık görüşlü, bazıları yurtdışında yetişmiş nitelikli kadroları ve kişileri de hedef aldığını görüyoruz. Yani, Afganistan’ın yeniden yapılanmasında faydalı olabilecek aklı başında insanları da korkutup, sindirmekle meşguller. Dolayısıyla, geldiğimiz noktada, Taliban’ın elinde, uluslararası topluma “biz değişeceğiz, yumuşayacağız” mesajını vermekten başka seçenek bulunmuyor. Buna devam edeceklerdir. Dünya kamuoyuna yönelik söylemlerinde, “Biz ileride başka bir Taliban olacağız” mesajını tekrarlamayı sürdürüyorlar. Fakat, bunları iyi okuduğunuzda, sözünü ettikleri değişikliğin zihniyete yönelik olduğunun işaretleri görmüyorsunuz. Ayrıca, bugüne kadarki söylemleriyle icraatları hiç örtüşmüyor. Diğer taraftan, toplum içerisinde muazzam bir etnik ve mezhepsel bölünme de var. Kanaatimce, bu fay hatları daha da derinleşecek ve yeni ayrışmaları beraberinde getirecektir. Evvelce, bu farklılıklar ve ayrılık noktaları ön planda değildi. Taliban’ı bir arada tutan belli bir cephe ve düşman tanımlaması vardı. 1980’lerde Sovyetler Birliği’ne, 2000’lerde de ABD’ye karşı savaştılar. Şu anda, ortada belirgin bir dış düşman bulunmuyor. Karşılarında kimse olmayınca, bu defa kendi aralarında güç mücadeleleri başlayacak. Ülkeyi kimin yöneteceği mücadelesi başka kırılmalara yol açacak ve ellerinde bulunan silahları birbirlerine çevirecekler diye düşünüyorum.
ABD karar vericilerinin Kabil’in hızlı şekilde düşmesini hesaplayamaması, siyaset kurumu olan Demokrat Parti’nin yanlış bir yüksek politika kararını uygulamasından mı kaynaklanıyor yoksa bölgede siyasi ve askeri bürokratik bir zafiyet mi söz konusudur?
Her ikisinin de rolü var. Ağırlıklı olarak, sahadaki görevlilerin, yılların verdiği yorgunluk ve bıkkınlık sebebiyle, bu işe ciddiyetle eğilmemelerinin rol oynadığını düşünüyorum. Ayrıca, bu görevlilerin, Afgan karşıtları gibi yolsuzluğun içine düşmeleri meselesi de var. Biraz daha geniş bir perspektiften bakarsak, Afganistan meselesinin bu şekilde devamının, küresel düzenin kaosa evrilmesi riskini barındırdığını göreceğiz. Bu hususta ciddi endişe taşıyorum. Amerika’da sokaktaki neredeyse herkes bu çekilmeyi istiyordu ama kimse bu boyutta bir beceriksizlik sergileneceğini beklemiyordu. ABD çekilme planlaması kapsamında bölgedeki müttefiklerini doğru dürüst bilgilendirmedi ve gereken koordinasyonu sağlayamadı. Çekilme başlamadan önce herkes Amerika’nın sağlam bir planı olduğunu zannediyordu. Oysa, Amerika o sırada, kendi kurmuş olduğu Afganistan hükümetini dahi kontrol etmekten acizdi. Böylesine plansız ve başarısız bir çekilme operasyonunun Biden’ın görev onayına olumsuz etkide bulunması kaçınılmazdı. Nitekim, öyle de oldu. Bu fiyaskonun, Biden yönetiminin performansı açısından zihinlerde yarattığı hayal kırıklığı bir süre daha gündemi meşgul edecektir.
IPSOS araştırmanın verilerine göre Afganistan’da yaşananlar sonrası ABD Başkanı Biden’ın kamuoyu desteği yedi puan düşerek tüm zamanların en düşük seviyesine gerilemiş. Afganistan’da yaşananlar, Kongre’nin 2022 yılındaki ara seçimlerine ne şekilde yansıyabilir?
Bazı çevreler Biden’ın plansız çekilmesinin zamanla unutulacağını düşünüyor. Ben bu kanaatte değilim. Siyasete yansıyacak şekilde birtakım kalıcı etkileri olacaktır. Demokrat Parti’nin rakipleri Afganistan meselesini iç siyasette artık sürekli olarak Biden’a karşı kullanacaklardır. Nitekim, Cumhuriyetçiler, bu başarısızlığı Demokrat Parti’yle özdeşleştirmeye başladı bile… Zaten, Demokrat Parti kendi içinde bıçak sırtı bir koalisyona dayanıyor. Senato’ya baktığımızda 50’ye 50 bir eşitlik var. Demokratların, Temsilciler Meclisi’nde de çok az bir sandalye farkı ile önde olduğunu görüyoruz. Biden yönetimi, deyim yerindeyse, Trump’ın devirdiği masayı toparlamak üzere iktidara gelmişti. Bence, Afganistan’dan çekilme fiyaskosu, biraz düzelmeye başlayan masanın tekrar dağılmasına sebep oldu. Mevcut sorunları da ağırlaştırdı. Şayet Demokratlar, önümüzdeki yıl yapılacak ara seçimlerde Kongre’yi kaybederse, Biden’ın işi çok zorlaşacaktır. İkinci dönem için Biden aday olmasa dahi Afganistan’dan çekilme başarısızlığının, Başkanlık seçimlerini Demokratlar açısından sıkıntıya sokabileceğini düşünüyorum. Toplumda büyük bir hayal kırıklığı yaşanmasının bir sebebi de, Biden yönetiminin mükemmel bir başlangıç yaptıktan sonra böylesine bir beceriksizlik sergilemesi oldu.
İç siyasetten, uluslararası siyasete geçersek, Kabil’in düşüşü ve devamında ABD’nin çekiliş biçimi, ABD’nin uluslararası kamuoyundaki algısını nasıl etkiledi?
Transatlantik ilişkileri bağlamında ve dünyadaki diğer müttefikleri açısından Biden’ın prestij kaybına uğradığını söylemek yanlış olmaz. Afganistan’dan çekilme sürecini yönetmekte gösterdiği inanılmaz zafiyet, Amerika’nın dostları ve müttefikleri başta olmak üzere, dünya ülkeleri nezdindeki moral üstünlüğünün ciddi yara almasına yol açtı. Uluslararası kamuoyunda da bu durum dillendirilmeye başladı. Örneğin, İngiltere Savunma Bakanı geçtiğimiz günlerde ABD’nin çekilme planını eleştiren sert açıklamalarda bulundu. Fransa’dan da benzer tonda açıklamalar geldi. Biden’ın, çekilme operasyonu ile ilgili olarak, dünya kamuoyuna hitaben “bu olmayacak” dediği neredeyse her şey oldu. Doğal olarak, uluslararası çevrelerin Biden’ın bundan sonraki açıklamalarına ilişkin güveni önemli ölçüde zayıflayacaktır. Bu güvenin zayıflamasının uzun vadede uluslararası sisteme de yansımaları olacaktır. Bir örneklendirme üzerinden anlatacak olursak; okulda bir sınıf düşünelim, sınıfın her zaman idareye ve öğretmenlere karşı sorumlulukları bulunan bir mümessilli olurdu. Sınıfı uluslararası sisteme benzetirsek, beğensek de beğenmesek de, hali hazırda dünyanın en güçlü ülkesi olan Amerika, her bakımdan sınıfın mümessili konumundadır. Eğer ABD, uluslararası sistemdeki mümessil konumunu yitirmeye başlarsa, işte o zaman küresel düzeninin kaosa evrilme riski ortaya çıkar. Bazı ülkelerde temeli hala güçlü olan popülizm, faşizm çizgisine gelebilir. Diğer taraftan, Afganistan’dan çekilme hadisesini ABD açısından iyimser bir gözle değerlendirmek istersek, şu sözü hatırlamamız gerekir; “Amerikalılar, olmayacak her şeyi denedikten sonra, her şeyin en doğrusunu yapar (Americans do everything right after trying everything else)”derler. Yani, doğrusunu yapmadan önce her şeyi berbat etme özellikleri Amerikalılar için yeni bir şey değildir. Belirttiğim üzere, bu da politika değişikliklerine hızlı ve esnek tepki verememelerinden kaynaklanıyor. Amerikalıların, kendilerini sorgulama ve yanlışlarından ders çıkarma erdemine sahip olduklarını unutmayalım. Dolayısıyla, ABD’nin bu yanlışlarından ders çıkartacağına inanıyorum. Eğer ders çıkartmazlarsa, 21. Yüzyılın kalan kısmında, demokrasinin ve uluslararası kurumların işlevselliğinin de sorgulandığı bir ortamda, dünyanın çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini düşünüyorum. Bununla birlikte, ABD’nin uluslararası sistemdeki yeri ve ağırlığını tümüyle askeri müdahalelerinin başarısına bağlamak da yanlış olur. Nitekim, ABD, bugüne kadar, 19 değişik ülkede, toplam 41 kez askeri güç kullanmış ve bunlardan hemen hiçbirinde başarılı olamamıştır. Ancak, sonuçları ne olursa olsun, bizatihi bu harekatları gerçekleştirebilmesi dahi gücünün ürkütücü boyutları hakkında fikir vermeye yeter. Bu aşamada, ABD’nin kendisine çeki düzen vermesi ve bu hususta da bizim ona yardımcı olmamız gerekir diye düşünüyorum. Afganistan’da yaşanan süreçlerin kaotik bir dünya düzenine kapı açmamasını umuyorum. Eğer, daha adil bir dünya düzeni kurma vaadiyle iktidara gelmiş olan Biden yönetimi açısından muazzam bir hayal kırıklığı yaşıyorsak, maalesef böyle bir olasılık gerçek ve var demektir. Uluslararası sistemin kontrolden çıkması, bütün dünya ülkeleri için kabus olur.
Türkiye’ye dönersek, 2002 yılında ülkemiz bir ittifak çerçevesinde dengeli şekilde Afganistan’daki faaliyetlere destek vermekteydi. Gelinen noktada Taliban’ın sahada asimetrik olarak gücünü arttırmasıyla, diğer NATO güçlerinin olmadığı bir Afganistan’da Türkiye’nin bölgedeki rolünde nasıl değişimler bekliyorsunuz?
Türkiye’nin bir müddet Afganistan’da olmaması gerektiğine inanıyorum. Özellikle, askerî açıdan kesinlikle olmamalıyız. Nitekim, son çekilme kararını büyük sevinçle karşıladım. Bölgede kalınmasına ilişkin ısrar edilmemesi önemliydi. Sivillerimizin de Afganistan’da yeni düzenin kurulmasındaki girişimlerinde ihtiyatlı hareket etmeleri gerekiyor. Afganistan’a yaklaşımlarda sürekli olarak tarihi ilişkilerimizin başlangıç yıllarından bahsediyoruz. Ancak, o yıllardan günümüze 40 sene geçti. Demek istediğim, 40 sene önceki Afganistan ile bugünkü Afganistan bir değil. Bugün çok daha farklı bir Afganistan ile karşı karşıyayız. İlgimizi devam ettirmeliyiz ve Afganistan’ın eski günlerine kavuşması için elimizden gelen her türlü yardımı göstermeliyiz. Fakat, acele etmemiz lazım. Olayların nereye evrilmekte olduğunu iyi gözlemlememiz ve bundan sonraki hareket tarzımızı ona göre belirlememiz daha doğru olur. Bu noktada usulüne uygun temasların yürütülebileceği kanısındayım. Ancak, somut bir faaliyetin başlatılması için vaktin çok erken olduğunu düşünüyorum.
ABD’nin Afganistan’a yönelik tutumu doğrultusunda, Türkiye’nin Uluslararası Kabil Havalimanı’nı işletmesi siyasi, iktisadi ve askeri düzeyde düşünüldüğü kadar stratejik bir öneme sahip midir?
Elbette bir öneme sahiptir, bunu yadsıyamayız. Fakat, böyle bir operasyonu tek başımıza yürütebilir miyiz? Eğer tek başımıza yürütmeyeceksek, iş birliği yapacağımız Pakistan ve Katar gibi ülkelerle bu koordinasyonu ne düzeyde sağlayabiliriz? Benim bu hususlarda ciddi şüphelerim var. Neden diye soracak olursanız, Pakistan bizatihi Taliban’ın kurucusu olan ülkedir. Bu sebeple, Pakistan, Afganistan üzerindeki etkisi ve bakış açısı anlamında bizden çok farklı bir konumdadır. Katar ise, tamamen Amerikan güdümünde ilerliyor. Yani, Amerika’nın, Katar aracılığıyla bölgedeki çıkarlarını korumaya çalıştığı anlaşılıyor. Bu tablo göz önünde bulundurulduğunda, Afganistan’daki havalimanının işletilmesi konusunda bizim ne gibi bir katkımız olabilir, bilemiyorum… Her şeye rağmen, bu sorumluluğu üstlendiğimiz taktirde, istemediğimiz veya beklemediğimiz birtakım gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz. Şu sırada buna gerek olmadığını düşünüyorum. Zira, iç çatışma başlarsa, sonunda ülkede kimin hakimiyet sağlayacağını bilemeyiz. Ayrıca, ben Taliban’ın yumuşayacağını hiç zannetmiyorum. Dolayısıyla, gelişmeleri yakından takip etmemiz ve Afganistan’da nasıl bir düzenin şekilleneceğini görmemiz gerekir. Temaslarımızın ne seviyede olacağına ve hangi girişimlerde bulunabileceğimize günü geldiğinde karar veririz.
Ak Parti iktidarının Taliban ile kurduğu müzakerelerin temelinde ideolojik mi yoksa ekonomik bir motivasyon mu bulunuyor?
Hem ideolojik hem ekonomik motivasyon var. Biraz geçmişe gidince, ideolojinin izlerini Ak Parti yöneticilerinin geçmişteki ilişkilerinde zaten görebiliyoruz. Bugün, Ak Parti’de siyaset yapan kişilerin birçoğu, neredeyse siyasi hayatlarına başladıkları günden beri, Taliban ile ilişki içerisindeler. Dolayısıyla, bu müzakerelerin elbette ideolojik bir motivasyonu var. Ayrıca, Afganistan’ın yeniden yapılandırılmasında inşaat ve altyapı projeleri kapsamında bir ekonomik motivasyon olduğu da anlaşılıyor. Fakat, ekonomik motivasyonun, ideolojik motivasyona göre daha ön planda olduğunu düşünüyorum. Afganistan meselesinde, ideolojinin ve ekonomik kazancın ötesinde, asıl belirleyici faktörün Ak Parti’nin ABD ile ilişkileri canlı tutma arzusu olduğuna inanıyorum. Nitekim, son gelişmeler, NATO zirvesinde Biden ile yapılan görüşmelerin sadece Afganistan üzerine odaklandığını gösterdi. Afganistan’dan çekilme doğru şekilde yönetilmiş olsaydı, muhtemelen Türkiye’nin bölgede etkin rol oynamasına müsaade edilecekti. Biden ile böyle bir plan üzerinde mutabakat sağlandığı anlaşılıyor. Bu nedenle, bizim tarafta, çekilmenin başarısız olmasının yarattığı bir hayal kırıklığı olduğu gözleniyor.
Taliban’ın içerisinden bir grubun Uygur Türklerine olan desteği biliniyor. Çin’in dış politika ajandasında bir devlet dışı aktör olarak Taliban’a yönelik algısının nasıl olmasını bekliyorsunuz?
Çin’in, Taliban’a yönelik tutumunu olumlu, ancak ihtiyatlı bir anlayışla şekillendirmekte olduğu görülüyor. Bu süreci yakından takip etmemiz gerekir. Bu aşamada, Çin’in, Taliban’ın içerisinden çıkan El Kaide ve IŞİD-Horasan gibi radikal unsurlar konusunda çok hassas olduğu anlaşılıyor. Halk diliyle söyleyecek olursak, önümüzdeki orta vadeli dönemde Afganistan’ın kimseye yar olmayacağını düşünüyorum. Şu sırada, Afganistan’a ilgisi olan tüm ülkeler, kendi çıkarlarını bölgede nasıl ilerletebileceklerinin hesabını yapmaktalar. Tabiatıyla, bu çerçevede, Çin’in de kendine göre hesapları var.
Taliban’ın etkisini arttırmasının ardından Afganistan’dan Türkiye’ye gelenlerin sayısının 300 binden fazla olduğu söyleniyor. Bu noktada, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Batı’nın Türkiye’ye olan ilgisi tamamen mülteci meselesi üzerinden şekilleniyor. Geleceğin dünyasında da mülteci meseleleri bana göre en önemli sorunlardan biri olacaktır. Kanımca, bugün akademisyenlerin çalışmalarını iki konu üzerine yoğunlaştırması gerekir. Birincisi, iklim değişikliğidir, ikincisi de mülteci meselesidir. Akademide bu konulara ilişkin bilimsel çalışmalar var ama bizim hükümetin geliştirdiği doğru dürüst hiçbir proje yok. Batı’nın Yeşil Mutabakat konusunda çalışmaları da gündemde. Ancak, Türkiye bu çalışmalara katkı sağlama konusunda ne kadar niyetli veya ne kadar samimi, bilmiyorum… Mülteciler konusuna dönersek, yetkililerimiz mültecilerin Batı için sorun teşkil edeceğini sıklıkla dile getiriyor. Ayrıca, maddi destek geldiği müddetçe mültecileri Türkiye’de misafir etmeyi sürdürebileceklerini söylüyorlar. Yani, bir anlamda para verilirse mültecilerin yükünü taşımaya devam edebileceklerine işaret ediyorlar. Türkiye’nin bu söylemi açıkçası Batı’nın da işine geliyor. Günün sonunda, mülteci meselesi Türkiye ve Batı arasında al-ver (transactional) diyebileceğimiz bir zeminde ele alınıyor. Hatta, Batılılar bu konuları bizim hazır bulunmadığımız ortamlarda konuşup, bizim adımıza kararlar veriyorlar. Diğer bir ifadeyle, bizi sürecinin dışında tutuyorlar. Doğrudan bizi ilgilendiren konularda karar aldıklarını ancak ağızlarından kaçırdıklarında öğreniyoruz. Bu ağızdan kaçırma yanlışlıkla mı oluyor, yoksa Türkiye ile yürütülen gizli bir müzakere sürecinde varılan mutabakat uyarınca bilinçli şekilde mi oluyor? Bunu bilmiyoruz. Türkiye’nin bir şeffaflık sorunun olduğu herkesin malumu. Ancak, ülkenin geleceğini ilgilendiren bir meselede kamuoyuna daha açık bilgilendirme yapılması gerekiyor. Aksi, takdirde spekülatif haberlerin çoğalmasına sebep olursunuz. Altını çizerek şunu söylemek isterim; bu konunun bir ırkçı yaklaşım çerçevesinde değerlendirilmemesine de çok özen gösterilmelidir. Mülteciler meselesi hassasiyetle yönetilmesi gereken bir konudur. Belki tam anlamıyla farkında değiliz ama bu konunun Türkiye’ye bir güvenlik tehdidi oluşturduğunu düşünüyorum. Uzun vadede mülteci sorununa eğilmezsek, ciddi sorunlar yaşanabilir.