[voiserPlayer]
**Bu röportajın ikinci kısmı 1 Mart Pazartesi günü yayınlanacaktır.
Funda Hülagü, Marburg Philipps Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünde misafir öğretim üyeliği yapmakta. Uzun yıllar kapitalist devlet kuramı, güvenliğin özelleştirilmesi politikaları, güvenlik sektörü reformu, polisin yeniden yapılandırılması ve polis şiddeti başlıklarında çalışmalar yürüten Hülagü’nün güncel araştırma alanları arasında toplumsal yeniden üretim krizi, kadın cinayetleri, maddeci-feminist devlet kuramı ve Ortadoğu’daki toplumsal cinsiyet politikaları ile anti-feminist hareketlerin karşılaştırmalı analizi bulunuyor.
Türkiye’deki polis şiddetinin her toplumsal protestoda dinmeyen bir şekilde kendini göstermesi, bu şiddetin sistematik bir olgu olduğunun aksini kanıtlamayı neredeyse imkansızlaştırıyor. Bu durumda da bizlere bu olayları tartışmak, anlamak ve çözümler üretmek düşüyor. Fakat sadece polis şiddeti değil, sebepleri açısından birlik göstermese de “kadına şiddet hayır”, “sağlık çalışanlarına şiddete hayır”, “şoföre şiddete hayır”, “eğitim çalışanlarına şiddete hayır” gibi sloganlarla mücadele edilen şiddet olgusu, topyekûn mücadeleyi de bir anlamda gerekli kılıyor.
Funda Hülagü ile yaptığımız bu röportaj ile Türkiye toplumundaki şiddetin bir yönünü, polis şiddetini, konuştuk. Polislik ve polis şiddetine dair bir girizgâh yapmak amacında olan bu röportajda, polisliğin neden önemli olduğunu, Türkiye’deki polis şiddeti tartışmalarını, polis şiddetinin nedenlerini, AKP dönemi Türkiye polisine dair konuştuk. Ardından, son bölümde literatürde önerilen demokratik polislik modelini ve daha farklı çözüm önerilerini ele aldık.
Öncelikle konunun önemini belirtmek adına şu soruyla başlayalım istiyorum: Polislik veya genel olarak, kolluk faaliyetleri neden önemli?
Bu soruya yanıt ararken sanırım ilk önce, kolluk faaliyetlerinin hangi türden bir toplumsal bağlamda inşa edildiği sorusunu sormalıyız. Daha doğrusu, sorunuza yanıt verebilmek için ilk olarak kolluk faaliyetlerini tarihselleştirmemiz gerekiyor. Zira her tarihsel dönem ve bu döneme eşlik eden her egemen toplumsal yapı kolluk faaliyetlerine farklı bir anlam/önem biçiyor ve dolayısıyla farklı bir misyon yüklemiş oluyor. Günümüz özelinde, polislik faaliyetlerini tartışmanın modern burjuva devlet idealinin çözülüşünü -ya da tikel çıkarları değil, evrensel değerleri temsil ettiği iddiasıyla modern siyasal alanın kurulumunda ve yeniden üretiminde merkezi ve meşru bir rol atfedilen devletlik kurumunun normatif iflasını- anlamak açısından çok önemli olduğunu düşünüyorum.
İkinci olarak, sorunuza daha detaylı yanıt verebilmek için, polis faaliyetlerini açıklamaya ve anlamlandırmaya yönelen bir araştırmacının bilgi üretim süreçlerinde nerede konumlandığını da belirtmesi gerekiyor. Ben polis üzerine yürütülen çalışmalarda kurulu düzenin yeniden üretiminin kaygısıyla hareket etmiyor, söz konusu düzenin neden ve nasıl yeniden üretildiği sorusuyla ilgileniyorum. Bana kalırsa, sınıfsal temelde bölümlenen, “ırk” ve cinsiyet temelli ayrımcılıkların şekillendirdiği toplumlarda, soruya “hiçbir yerden bakan” (yani “tarafsızlık” zırhı ve iddiasıyla yaklaşan) bir yanıt vermek olanaksız. “Hiçbir yerden baktığını” iddia eden araştırmalar, aslında polislik faaliyetlerini profesyonelleştirme ve söz konusu faaliyetlerin etkinliğini artırmakla ilgilidirler. Polis Akademileri, ana akım kriminoloji ve ceza adaleti sistemi çalışmaları genelde bu türden bir yaklaşımla hareket eder. Bu çalışmalar elbette önemsiz değildir; ancak, kolluk faaliyetleri neden önemli sorusuna “vatandaşın can, mal, namus güvenliğini sağlamak” türünden biraz derine inildiğinde oldukça sorunlu olduğu görülebilecek normatif ifade bütünleri ile açıklama getirirler. Ayrıca bu tip çalışmalarda, “yukarıdakilerin” yani yönetici sınıfların- ya da bazen eğer yönetici blok içi kırılmalar varsa kimi yönetici sınıf kliklerinin- kolluk faaliyetlerinin geliştirilmesi/idare tekniklerinin ilerletilmesi hedefi içsel bir hedef olarak iş görür.
Oysa polislik faaliyetlerine “aşağıdan bakan” bir araştırmacı göz, polislik faaliyetlerini tartışmak için aslında modern kapitalist toplumları kuran asli bir çelişkinin tartışılması gerektiği bilgisiyle yola çıkar: ceza adaleti sistemi ve özelinde kolluk faaliyetleri kişinin/kişilerin bedensel bütünlüğünü ve temel yaşam alanını korumasına yardımcı mı olacak yoksa aksine kişinin/kişilerin/toplulukların yeniden üretimine bir tehdit mi oluşturacak? Kolluk faaliyetlerinin öznesi mi olacağız yoksa nesnesi mi olacağız? Kolluk faaliyetleri aslen kimi koruyacak? Mülk sahibi sınıfları mı yoksa mülksüzleri mi? Mülksüzlerin korunması karşılığında ne türden sınıfsal ve toplumsal ödünler beklenecek? Mülksüzlerin kolluk faaliyetlerini özel değil kamusal fayda ekseninde belirlemesinin olanakları ve kısıtları nelerdir?
Bu çelişkinin kendisi bizzat modern polislik politikalarının tarihsel gelişimini de belirlemiştir. Her farklı dönemde bu çelişki farklı biçimler almıştır ve söz konusu çelişkinin yönetimi de değişiklik gösterir. Biz “aşağıdakiler” olarak, bu çelişki yokmuş gibi davranamayız. Çelişki karşısında kolektif tutum alırız, almaya çalışırız, almadığımızda – ki Soğuk Savaş sonrası dönem maalesef “alamadığımız” bir dönemdir – çelişki üzerimize yıkılabilir. Tam da bu nedenle, kolluk faaliyetlerinin tartışılması çok önemlidir.
Peki diğer devlet görevlilerinden farkı nedir? Sanırım bu ayrım polisliği tartışmayı daha önemli kılıyor.
Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa Türkiye’de polisin tarihsel gelişimi konusunda önemli çalışmalara imza atan Ferdan Hoca, polis aygıtının devletin toplum içerisindeki sinir uçları olduğunu söyler.[1] Bu şunun için önemlidir, aslında oldukça soyut bir kavram olan devlet, bizzat polislik pratikleri sayesinde somutluk kazanır. Toplumların yurttaşlık tecrübesinin en birincil basamağı polislik faaliyetleridir. Bunun tersi de geçerlidir. Topluma teması gündelik düzeyde en fazla olan devlet aygıtıdır polis ve bu nedenle toplumsal cereyanlardan etkilenmesi ya da “yönünü şaşırması” tehlikesi de oldukça yüksektir. Bu iki gerçeği (yani meşruiyet kaygısı ve kurumsal izolasyon ihtiyacı) toplumları yönetenler de çok iyi bildiğinden, en sık “reforma” tabi tutulan devlet kurumlarının başında da polis gelir.
Bir dizi devlet kurumuyla kıyaslandığında, polis çok daha devingen ve çok daha başlı bir yapı arz eder. Polisin, özellikle dinamik toplumlarda çok sık şekilde yeniden kurulması icap eder. Üretim araçlarının yani teknolojinin her gelişimi polislik faaliyetlerinin de güncellenmesini gerektirir. Mekânsal her dönüşüm, kentleşme ve yeni coğrafi ölçeklerin ortaya çıkması yine polislik faaliyetlerinin çeşitlendirilmesini zorunlu kılar. Siyasi ve ekonomik krizler, “doğal afetler”, zorunlu göç dalgaları, toplumsal ayaklanmalar ve benzeri türden her toplumsal gerilim anı polisin de yeni konumlar almasını zorunlu kılar. Elbette devletin tüm kurumları bu değişimlerden etkilenir ancak, hiçbir kurum hepsinden birden aynı derecede ve aynı sıklıkta etkilenmez. Polis içinse dönüşüm ve adaptasyon basıncı çok daha yüksektir. Bu basınçla başa çıkmak için her zaman yenilenme siyaseti güdüldüğünü iddia etmiyorum yalnız. Polisteki kurumsal sürekliliği sağlamak için aksine bazen oldukça anakronik ve hatta “ilkel” uygulamalar devreye sokulur. Örneğin “toplumsal olaylar”a müdahale etmek üzere eğitilen polislerin, ellerindeki son teknolojiyle geliştirilmiş silahlara, kuşandıkları robokopvari koruyucu takımlara karşın güdülendirilmeleri için uykusuz, tayınsız bırakılmaları, boğucu bir mobbinge maruz kalmaları arızi bir uygulama değildir.
Başka önemli bir unsur da toplumsal dinamizm ve devingenliğin, polisin yetki sınırlandırmaları ve bu sınırların sürekli yeniden belirlenmesi açısından önemli bir değişken olmasıdır. Polisin etkinliğini artırmak amacıyla polis yetkileri sadece genişletilmekle kalmaz, modern toplumlarda bu yetkileri hep yeniden tayin etmek gerekir. Özellikle neoliberal olarak adlandırdığımız ve tüm dünyada önleyici polislik pratiklerine geçiş yapılan son 40 yıllık dönemde, polisin “takdir yetkisi” denilen oldukça muğlak bir kavram öne çıkmıştır mesela. Söz konusu “muğlaklık” her açıdan kullanışlıdır. Hem polise hem de polisi denetleyenlere çok geniş bir hareket alanı sağlar. Her ne kadar söz konusu yetkinin kanuni yükümlülüklerle sınırlı olduğu iddia edilse de bu yetki aslen yükümlülükleri de muğlaklaştırmaya ve dolayısıyla cezasızlığı yasallaştırmaya yaramaktadır.
Halbuki bu türden bir takdir yetkisini kullanmak konusunda bir hekim ya da bir öğretmeni sınırlandıran düzenlemeler ve kurumsal sosyallik hem çok daha sıkıdır hem de bu düzenlemeler, kendileri birer maddi kuvvet haline gelmiş dünya-tarihsel etik tartışmalara ve geleneklere yaslanır. Polisin takdir yetkisini sınırlandıran/şekillendiren bu türden (yani kurumun kendi tarihsel gelişimiyle evrilen, kurumun kendisinin taşıyıcısı olduğu, bu sendikalar ya da meslek örgütleri de olabilir) bir evrensel ve tarihsel etik geleneğinden bahsetmek neredeyse olanaksız. (Buna teşebbüs edilen her dönemde bu türlü yöntemlerle etkisiz hale getirilmiştir. Yahut bu boşluğu doldurmak da yine “yukarıdakilerin” keyfiyetine bağlı bir şekilde ilerlemektedir.) Aksine polisin takdir yetkisi fazlasıyla şahsileşmiştir. Diğer bir ifadeyle, bu yetki rasyonel/tarafsız olduğu iddia olunan modern devletin kalbinde yönetenler için çoğu zaman bir yük haline gelen rasyonelleşmeyi ya da rasyonelleşme amacını etkisiz kılmanın da bir yoludur.
Bununla birlikte söz konusu şahsileşme/özelleşme/de-rasyonalizasyon, otantik de değildir. Yani herhangi bir vakada sergilenen takdir yetkisini, yetkiyi kullanan polis memurunun aklın tartısında ve şahsi deneyimi ışığında aldığı, gerçeğin akışına en uygun bir karar olarak göremeyiz. Aksine, söz konusu takdir yetkisi, oldukça baskılanan, yoksunlaştırılan ve “sahip olmaya” ya da esasen “sahip çıkmaya” koşullanmış, belirli türden bir birey olmaya çağrılan ve zorlanan şahısların öznelliğinin ifadesidir. Bu öznelliğe bir de şiddet kullanma yetkisi tanınır.
George Floyd’un polisler tarafından katledilmesinden sonra yurt dışı basınında polis reformunu öneren ve/veya tartışan yazılar yayınlandı, bunu biliyoruz. Türkiye’de bu durum çoğunlukla Amerika’daki polislerin tutumlarını eleştirmekle geçti. Amerika’daki polis tutumunu eleştirmekte yanlış yok fakat, Türkiye’deki polisler enine boyuna tartışılmadı. Bu eksiklik de aslında bu metnin amacı. Siz neler gözlemlediniz bu süreçte, Türkiye’de ve yurt dışında polislik tartışmaları nasıl yürüdü?
Aslında Türkiye’de bu türden tartışmaların yapılmasının, içerdiği tüm riyakarlığa karşın ve tam da bu riyakarlık nedeniyle toplumsal alanda düşündüğümüzden daha olumlu gelişmelere neden olduğu kanaatindeyim. Elbette Türkiye’de kamuoyuna ve kamu vicdanına yönelik saf bir iyimserlik değil bu. Bununla birlikte, “Türkiye toplumu devletçidir” ve benzeri türden genellemeler üzerinden Türkiye’de “kamu düzeni”nin şiddetle tesis edilmesini bir el çabukluğuyla mantığa bürüyen, kötümser değerlendirmeleri de boşa çıkaran bir zeminin görünür hale geldiğini düşünüyorum.
Şöyle açıklayayım, George Floyd’un polis tarafından katlinin yarattığı infialde sadece ikiyüzlülük yoktu. Elbette mevcut siyasi iktidarla ilintili “yeni-Osmanlıcı” hezeyanlara sahip bir kısım toplumsal grup, bunu halihazırda prestijinden ve oyun kurucu rolünden çok şey kaybetmiş liberal enternasyonalizme ve liberal dünya düzenine karşı beslediği hınç duygusunu doya doya sergilemeye vesile etmiş olabilir.
Ayrıca henüz 15 sene öncesinde, yanı başımızdaki egemen bir devletin bütün zor teşkilatını demokratikleşme söylemini araçsallaştırarak bir gecede lağvetmiş işgalci bir süper gücün kendi evinde yaşadığı bu sıkışmanın, Küresel Güney ülkelerinde hiciv konusu haline gelmesi çok da anlaşılmaz değil.
Bununla birlikte, ABD’deki “ırk”-temelli polis şiddetine karşı gösterilen haklı tepkileri, “polis simit sat onurlu yaşa” sloganını üretmiş bir toplumda görmek de çok şaşırtıcı değil. Ya da en yakın örnekte, Boğaziçi Üniversitesi özelindeki protestolara damgasını vuran polis şiddetine toplumun önemli bir kesiminin tencere-tavalı yanıt verdiğini ve hatta Kadıköy sokaklarında polislere “bu çocukları alamazsınız” diyerek direndiğini de görmezden gelemeyiz.
Ancak bu iyimserliğimi gölgeleyen kimi unsurlardan mutlaka bahsetmek gerekiyor. Bunun başında, Türkiye toplumunun Türkiyeli Kürt nüfusun yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu coğrafyasında uygulanan polis şiddeti konusundaki sessizliği geliyor. Bu sessizliğin yegâne sebebinin “ırkçılık” olduğunu düşünmediğimi daha baştan söylemeliyim. Bununla birlikte, Türkiye’de polis güneydoğuda kolonyal polislik pratikleri uygulamıştır. Bu pratikler şefkat-şiddet sarmalında beden bulur ve tam da bu nedenle akıl karıştırıcıdır. Ama en nihayetinde her iki biçimiyle de “ırksallaştırılmıştır”, yoksul Kürt çocuğunu ve gencini makbul bir yeni Türkiye vatandaşı haline getirmeyi hedefe koyar. İşte bu noktada, Türkiye toplumu, özelinde de emekçi sınıflar girişte belirttiğim çelişkide nerede durduğu üzerine yeniden düşünmelidir. ABD’de beyaz mülk sahibi erkek üstünlüğünü ikame etmeye yönelik polis şiddetinin “siyah hayatlar” ve özellikle siyah kadınların hayatları için yarattığı tehlikenin bir benzerinin Türkiye’de yaşayan Kürt yoksulları, Alevi gençleri, düzenle barışmayan tüm kadınlar ve LGBTİ bireyler için de geçerli olduğunu düşünmek için çok fazla gerekçemiz var.
Yurtdışındaki tartışmalara gelince. Bu konuda, ikamet ettiğim Almanya özelinde bir şeyler söylemek isterim. Almanya’da son yıllarda göçmen kökenli topluluklara ya da mültecilere yönelik giderek daha görünür hale gelen ırkçı, faşizan saldırılarda ve tehditlerde polisin hem (kasıtlı) ihmali hem de dahli oldukça tartışılıyor. Söz konusu dahlin ve ihmalin teşkilata sızmış “aşırı sağcı” öğelerden mi yoksa teşkilattaki kimi çürük elmalardan mı kaynaklandığı tartışmaların kilitlendiği ana hat. Bu kısır tartışma hattının biraz olsun aşılmasına, ABD’deki “Siyah Hayatlar Önemlidir” [Black Lives Matter] hareketinin önemli bir katkısı oldu. Tıpkı, ABD’de olduğu üzere burada da “polis kurumun ilgası” talebi [abolitionism] tartışılmaya başlandı. Diğer bir ifadeyle, çok çeşitli başlıkta birikmiş toplumsal gerilimlerin soğurulması ve yönetilmesi için tüm fay hattının aşırı görünür hale getirilmiş bir mülteci suçluluğu ile buna karşı mücadele ettiği iddia olunan liberal polislik ideolojisi üzerine bina edilmeye çalışıldığı bu dönemeçte, Almanya’da polislik kurumunun baştan ayağa “ırk”çılığa bulaştığı ve bunun aslen bir-iki soruşturma ile iyileştirilmesinin olanaklı olmadığı iddiası radikal bir tez olmaktan çıkıp, toplumun daha geniş bir kesiminin kulak kesilmeye başladığı daha ana akım bir iddia olmaya başladı.
Son olarak belki de şunu söylemek gerekiyor. Kamusal alanda yürüyen polis tartışması, bana kalırsa mevcut siyasal alanda gerçek anlamda karşılığı olmayan, temsil edilmeyen bir sağduyuyu ve siyaset özlemini içeriyor. “Aşağıdakilerin”, insanlık onurunu merkeze koyan etik bir kalkışmaya giriştiği ve fakat bu etik kalkışmayı politik bir projeye çevirmek konusunda muazzam bir üst-yapısal ve ideolojik kapanma yaşanan günümüz dünyasında, şiddet odaklı polisliğin farklı türden tüm siyasaların aynı çıkmazı tecrübe ettiğine işaret eden asli bir gösteren olduğunu düşünüyorum.
Literatürün hangi cevapları sunduğunu anlamak için şunu sormak istiyorum: Yapılan çalışmalar Türkiye polislik sisteminin özelliklerini nasıl değerlendiriyor?
Sorunuza bütünlüklü bir yanıt verebilmek için üç farklı düzlemde tartışma yürütmeliyiz.
Birinci düzlem, devletin bürokratik yapılanmasına ve devlet pratiklerinin felsefesine odaklanan düzlem.[2] Burada, Türkiye’de polis kurumu yani Türk Polis Teşkilatı’nın yaslandığı polislik ideolojisi ve hukuksal çerçeve, kurumun kendi içerisindeki müdürlük hiyerarşisi ve Polis Özel Harekatın kurum üzerindeki genel etkisi, kurum alt-kültürleri, kurumun ceza adaleti sistemindeki konumu (yasa koyucu ve uygulayıcıyla ve mahkemelerle kurulan gerilimli ilişki), İçişleri Bakanlığı’nın ve dolayısıyla Emniyet Genel Müdürlüğü’nün devlet teşkilatının hiyerarşik yapısı içerisindeki rolü ve bütçesi, Türkiye’de polisin uluslararasılaşması, örneğin BM barışın korunumu ve barış inşası misyonlarına ve/veya polisin sınır-ötesi olarak adlandırılan askeri operasyonlara katılması gibi polislik sistemi olarak adlandırdığınız yapının bir dizi unsurundan bahsetmek mümkün. Bunlara odaklandığımızda, Türkiye’deki güncel durumda polisin devletin kurumsallığı içerisindeki hiyerarşide oldukça öne çıktığını ve polisin yalnızca zorla ve şiddet içerikli denetim faaliyetiyle değil ideolojik üretimle de iştigal ettiğini görmek oldukça mümkün. Bir zamanların aksine, bugün siyaset alanında her daim kendini hissettiren askeri bir vesayetten ya da devletin tüm kurumlarını kendi aynasında belirleyen bir militarizasyondan değil bir polisiarizasyondan bahsetmek daha doğru görünüyor. Bu kavramla şuna işaret etmek istiyorum: bugün her türden toplumsal vaka (ki buna siyasi protestolar, iş bırakma eylemleri ve fakat depremler de dahil) devlet tarafından bir afet olarak imleniyor ve afet yönetimi denilen bir süreç etrafında ele alınıyor. Bunun için de her türden devlet aygıtı bu mantık etrafında yeniden örülüyor. Arama kurtarma faaliyetleri de toplumsal olaylara müdahale de sınır-ötesi operasyonlara katılım da aynı polislik ideolojisinden ve yapısından besleniyor. 1789 Fransız Devrimi öncesinde siyasi erke verilen isimle- ki o dönemde polis ayrışmış ve profesyonelleşmiş bir devlet kurumu değil bizzat devlet idaresinin kendisidir- bir tür ancien régime yani eski rejim inşası diyebiliriz sanırım.
İkinci düzlem, bütün bu kurumsal yapı, kültür, olanak ve pratiklerin, polisin içinde eylediği toplumla ne türden etkileşimler kurduğuna odaklanıyor. Burada, toplumsal gözetim araçlarının yaygınlığı ve polis tarafından kullanımı, güvenliğin özelleştirilmesi politikaları ve özel güvenlik kurumları, milisleşme ve muhbirlik pratikleri ve hatta bireysel silahlanma gibi bir dizi başlığı masaya yatırmak gerekiyor. Bu düzleme odaklandığımızda, Türkiye’de toplumun kimi kesimlerinin polislik faaliyetlerine öykündüğünü ve yine kimi kesimlerde polis olmanın arzu edilirliğinin arttığını gözlemlemek mümkün. Bu gelişme aynı zamanda farklı toplumsal işlevlere de sahip. Örneğin, siyasi açıdan Türkiye’de küçük esnafın mobilize edilmesinde, eğitimli işsizler ordusunun hayallerinin ve gelecek kurgularının kısmi yönetiminde, Türk-İslamcı geleneği sahiplenen genç kadınların devletle bağının farklı kanallarla kurulmasında…
Üçüncü bir düzlem ise, ne türden bir devlet kuramı ışığında araştırma yaptığınıza göre değişkenlik gösterir. Zira Küresel Güney ülkelerine odaklanan polis çalışmalarında ağırlıklı bir yönelim “siyasal rejim analizi” yapar ve bu nedenle ideal-rejim tiplerine göre farklı polislik türleri olduğu ön kabulünden hareket eder. Ortadoğu çalışmaları alanında, polis kurumunun ve polislik politikalarının tartışılmasında liberal “otoriter rejim” teorisi temel alınır. Türkiye bağlamında da “otoriter rejim” teorisinin hem liberal hem Marksist varyasyonlarına başvurulduğu söylenilebilir. Bense, bugüne değin çalışmalarımda, form analizini öne çıkan “kapitalist devlet” kuramından ve bu kurama tarihsel-sosyolojik bir perspektif sağlayan politik Marksizm akımından ve son çalışmalarımda da maddeci feminizmden faydalandım.
Bu çerçeveden baktığımda, Türkiye’nin mevcut polislik sistemini anlamak için kapitalist devletin tarihsel bir biçimi olan modern burjuva devletin küresel anlamdaki çözülüşüne ve doğmakta olan ve yine geçici olarak post-modern diyebileceğimiz siyasalın özelleştirilmesi sürecine odaklanmak gerektiğini düşünüyorum. Bu ifadeyle şunu kastediyorum: Siyasalın özelleştirilmesi günümüzde bir rejimin ya da yönetici sınıf ve grubun anti-demokratik yönetim şekli olmanın ötesinde, mevcut polislik politikalarını da belirleyen çok daha yapısal bir dönüşüm olarak görülmeli. Bu dönüşümün de ana yönelimi, bana kalırsa, daha önce toplumsal mücadelelerin belirlenimine açık olan ve tam da bu açıklık nedeniyle “modern” sıfatını kuşanan burjuva devlet kurumlarını mümkün olduğunda bu belirlenimin ve toplumsal mücadelelerin etkisinin uzağına taşımaktır. Yani, kamusal otoritenin özelleşmesidir. Bu özelleşme ne sadece iktisadi bir özelleştirme ne de sadece yönetsel bir şahsileşme pratiği olarak okunmalı. Yani şundan farklı bir şey söylüyorum: devlete ait kamu mülkünün özelleştirilmesinden ya da otokratik eğilimlerin güçlenmesinden.
Daha yapısal ve köklü bir kayma/kriz yaşandığı kanaatindeyim. Bu kayma nedeniyle de problemler yaşayan bir siyasal alan var karşımızda. Polis özelleşen bir devletin kurumu olarak, bu özelleşmeyi olanaklı kılmak, yönetmek ve sürdürülebilir kılmak üzere iş görüyor. Öte yandan kendisi de özelleştiğinden, söz konusu kaymadan ya da krizden bizzat kendisi de etkileniyor. Özetle, polis kurumsal anlamda güçlense de içinde yaratılan kriz bizzat polislik kurumunun da tarihsel bir krizidir. Bir başka şekilde ifade edersek, Türkiye’de bugün polislik sistemini anlamak için dört başı mağrur bir tablo çizmek, olmuş bitmiş bir dönüşümden bahsetmek de gerçeğe haksızlık olur. Zira polis günümüzde edindiği yeni misyonla, çürütürken çürüyen bir kuruma dönüşmektedir.
Bunu şöyle açabilirim: Günümüzde polisin asli işlevi, önemli bir açıdan geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıldakinden farklılaşmaktadır. O dönemlerde, yeni kurulan kapitalist emek piyasasına “erdemli” ve “disiplinli” bir işgücü ordusu üretmek için toplumsal bir denetim örgütü olarak bizzat sınıfın inşası için işe koşulan polis kurumu, bugün kapitalizmin istemediği artık nüfusa ve yedek işgücü ordusuna kâh geçici bir “itibar” kazandırmayı (cezasızlık siyaseti) kâh onu daha da ezmeyi ve “itibarsızlaştırmayı” (suçlulaştırma siyaseti) gözeten modern siyaset karşıtı bir kurumdur. Elbette, daha 19. yüzyılda polis siyasal olanın karşıtına dikilmiştir. Siyasi polislik uygulamaları başta olmak üzere, “devrim” olasılığı kapitalist toplumlarda polisin işleyişini düzenleyen ana etmen olmuştur. Bununla birlikte, günümüzde polis toplumsal alanın sermayenin yeniden üretimi için gerekli görülen ideal işgücünü yaratma fikrinden yani disiplinli ve “oturmayı kalkmayı bilen”, düzenle barışık emekçi sınıfların inşasından ziyade toplumsal alanda kendine yer bulan her türlü çürümenin soylulaştırılmasını, her türlü itibar arayışınınsa gayrı-meşrulaştırılmasını gözetmektedir.
Fotoğraf: AJ Colores
[1] Söz konusu tartışma için bkz. Ergut, F. (2001). Polis Çalışmaları İçin Kavramsal Bir Çerçeve. Amme İdaresi Dergisi, 34(1), 59-78.
[2] Bu başlıklarda bugüne değin Türkiye’de bir dizi anahtar niteliğinde özgün üretimde bulunuldu. Söz konusu çalışmalar hakkında tüketici olmayan genel bir tartışma için bakınız. Bedirhanoğlu, Dölek ve Hülagü (2016). Öte yandan Türkiye’deki polis ve ceza adaleti sistemi çalışmalarında henüz çok yolun başında olduğumuzu söylemek haksızlık olmayacaktır. Örneğin dünyada polis ve polislik çalışmalarının asli evi olan kriminoloji biliminin Türkiye’de gelişkin olduğunu söylemek hiç olanaklı değil. Bununla birlikte, Türkiye’deki az da olsa denk geldiğimiz polislik çalışmalarının bu boşluğu başka bir yerden, aslen siyaset bilimi alanının yardımıyla doldurduğunu görüyoruz. Bu bir taraftan kuram odaklı çalışmayı, kavramsallaştırma eğilimini ve eleştirel bir tutumu olanaklı kılıyor. Öte taraftan da kriminoloji çalışmalarının dayandığı kimi önemli veri setlerinden de tamamen uzaktayız.
Oysa ki Türk Polis Teşkilatı’nın ve ceza adaleti sisteminin uyguladığı polislik politikalarını değerlendirmek ve buna bağlı olarak “aşağıdakilerin” ne türden bir “polisin ilgası” siyaseti izleyeceğine karar vermesi için kimi verilere şiddetle ihtiyaç var. Bir örnek vermek gerekirse, şahsi gözlemlerin, birebir karşılaşmaların, sınırlı katılımcı gözlemci araştırma verilerinin, basılı medyaya yansıyan gelişmelerin takibinin dışında (ki şu anda bunlar olmadan araştırma yapmak mümkün değil), Türkiye’de nüfusun hangi kesimlerinin, hangi polislik araçlarıyla, hangi sıklıkta ve ne türden bir tarihsel dağılımla “suçlulaştırıldığı”nı ortaya koymak çok olanaklı değil. Böylesi bir veri seti polislik politikalarının baskıcı doğasına karşı şüpheci olmak için elbette olmazsa olmaz değil. Bunun için yeterince nedenimiz var. Ama örneğin, cezalandırma siyasetinin hangi toplumsal sınıfları, hangi toplumsal cinsiyet ve etnik köken ya da grup aidiyetinden toplumsal grupları ne sıklıkta vurduğu konusunda çok berrak bir tablo yok. Kadın cinayeti ve kadına yönelik şiddet sanığı erkeklerin, sınıfsal arka planını bilmek ve arka planın cezasızlık politikalarının şekillendirilmesindeki rolü üzerine düşünmek çok önemli mesela. Oysa bu konudaki veri eksikliği, perspektif eksikliğini besliyor ve toplumsal sınıfın Türkiye’de polislik politikalarını şekillendirirken hangi ölçü ve şekillerde resme dahil olduğunu anlatmak konusunda eksik kalıyoruz diye düşünüyorum.