[voiserPlayer]
S-400 alımı Nato ile ilişkileri nasıl etkiler? S-400’ler bizim savunma sistemimize ne katıyor? Atlantik ittifakından bir kopuş yaşanır mı? F-35 programından çıkarılmamızın bize maliyeti nedir? Tüm bu sorular hiç de şeffaf olmayan bir süreçle alınan S-400’lerin insanların akıllarında yarattığı sorular. Arın Demir, bu soruları ve daha fazlasını, havacılık, uzay ve savunma politikaları uzmanı Arda Mevlütoğlu’na sordu.
Bazı silahların sadece silah olmadığı bir nevi siyasi pakt işlevi gördükleri aşikar. F35’ler, S- 400’ler ancak kendi sistemleri içinde tam anlamıyla çalışabilecek ürünler. Sizce S-400’lerin alımı ve devamında kurulması Türkiye savunma sanayisinin üretim, ihracat-ithalat deseninde köklü bir değişme sebep olur mu? Olursa bu değişimin maliyeti sizce ne kadar olur?
S-400 meselesini sadece kendi içinde değil, iç içe geçen karmaşık sorunların bir yansıması olarak ele alabiliriz. Türkiye’nin NATO’daki konumu, Türk–Amerikan ilişkileri ve Türkiye NATO ilişkileri gibi farklı sorunların kesiştiği bir nokta oldu. S-400’lerin tek başına alınması, Türk savunma sanayii üretimlerinin, ürün geliştirmeleri ya da bunlar için uluslararası işbirlikleri kurması konularında radikal değişikliklere sebep olması beklenmeyebilir. Ancak Türkiye’nin S-400 alımından kaynaklı doğrudan veya dolaylı sonuçları arasında, Türkiye’nin şu ana kadar kurduğu, geliştirdiği; endüstriyel, siyasi, teknolojik ilişkileri radikal bir şekilde değiştirme olasılığı da bulunuyor. Son 15 – 20 seneye baktığımızda, Türk savunma sanayii çok güçlü atılımlar yapıldı. Bu ilerlemenin bir parçası olarak; lisans altında montaj, üretim ve yerli tasarım ile yurt içinde ürün geliştirme gibi daha özgün modellerin olduğunu de söyleyebiliriz. Yine çok sayıda ülkeden teknik destek, danışmanlık alımı ve alt sistem bileşen ithalatı gerçekleştirildi. Teknoloji ve ürün açısından bizim en önde gelen kaynaklarımız, Amerika ve Avrupa Birliği ülkeleridir. Eğer S-400’lerin alınması, Türkiye’nin Amerika ve Batılı ülkeler ile genel kapsamdaki iş ilişkilerinde radikal bir kırılmaya sebep oldu ya da olacaksa, mevcut savunma sanayi kapasitesinin geliştirilmesi için alternatif kaynaklar gündeme gelecektir. S-400, Türkiye ve Rusya arasında savunma işbirliğinin geliştirilmesi açısından kaldıraç olarak kullanılırsa radikal değişikliklerden söz edilebilir. Fakat şu ana kadar ki gelişmelerden çok büyük bir kopuş ya da çok radikal bir değişiklik olacağını gözlemlemiyorum.
Türkiye’nin, uzun menzilli, birbiriyle entegre çalışamayacak ve fakat birbiriyle aynı görevi gören Siper, Patriot ve S-400 sistemlerinin hepsine birden kaynak aktarma noktasına geldiği görülüyor. Türkiye’nin savunma sanayiindeki bu stratejisi, dış politikadaki günlük değişim ve algılamalarla şekilleniyor anlamına gelir mi?
Hava savunma sistemleri, muharip uçaklar ve savaş gemileri gibi karmaşık ve yüksek kapasiteli sistemlerin alımı, satımı ve üretimi sadece askeri konular değil aynı zamanda siyasi ve stratejik konulardır. Bu alanlarda alınan tüm kararlar, diplomasi, uluslarası ilişkiler ve bölgesel güvenlik konularını içerir. Dolayısıyla, S-400, Patriot veya F-35 sistemlerinin hepsi dış politika gündeminin bir parçasıdır. Bu sistemler üzerinden yürütülen ilişkiler ya da mevcut ilişkilerin bu sistemler nedeniyle etkilenmeleri düşünüldüğünde, karmaşık süreçler olduğu görülmektedir. S-400 ve diğer sistemlerin alımı, satımı ve üretilmesi, Türkiye’nin dış politika tercihlerinin birer yansımasıdır. Öte yandan gündelik, kısa vadeli veya konjonktürel değişimlerin veya tercihlerin bir sonucu olarak da değerlendirilebilir. Fakat, burada şunu unutmamak gerekiyor. Türkiye, S-400 alımına ilişkin en üst seviyelerde yaptığı açıklamalarda, bu alımın ülkenin acil ihtiyacına yönelik yapıldığını belirtti. Bu konuda Batılı müttefiklerle yapılan görüşmelerin olumsuz sonuçlandığı da ifade etti. Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere güvenlik risklerinden dolayı acil ihtiyaç durumu S-400 alımına gerekçe gösterildi. Bununla birlikte Türkiye, hala ortak üretim ve geliştirme modeli dahil diğer alternatiflere de kapısını açık tuttuğunu, görüşmeye hazır olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Türkiye bir yandan da NATO’ya bağlılığını vurguluyor. Özellikle 15 Temmuz’dan sonra, NATO’nun tüm görev ve harekatlarında en aktif ve yoğun katılım gösteren üyelerin başında geliyor. Türkiye, NATO ve Atlantik İttifakındaki ilişkilerinde kendisi adına radikal bir kopuş ya da değişikliğin olmadığının mesajlarını farklı şekillerde veriyor. Sonuç olarak, S-400’ün uzun vadede radikal değişikliğe sebep olacağını söylemek pek mümkün değil. Bununla birlikte, S-400’lerin birçok farklı sorunun öznesi haline dönüşmesi, şüphesiz kısa vadede farklı dış politika tercihlerinin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
S-400 sistemleri standalone çalışma tartışmalarından bağımsız başarılı sistemler olduğu uzmanlarca belirtiliyor. Bunun yanında Türkiye’ye gönderilen S-400’lerin downgrade edilmiş, kısıtlı versiyon olduğuna dair çeşitli değerlendirmeler var. Türkiye’nin aldığı S-400’lerin teknik kapasitesi, Rusya’nın kullanmakta olduğu S-400’leri kadar yüksek midir?
Sistemler sistemi olarak nitelendirebileceğimiz hava savunma sistemleri, komuta-kontrol sistemleri, muharip uçaklar veya savaş gemileri gibi karmaşık ve ileri teknoloji içeren ürünlerde her ülke iki ayrı model üretir. İki ayrı modelden birisi ihracat için üretilir, diğeri kendi kullanımı için tasarlanır. Bu eşyanın tabiatı gereğidir, çünkü üretici kendi ülkesinin savunması için geliştirdiği ürünleri ihraç etmektedir. Aynı nitelikteki bir ürünün ihraç edilmesi durumunda, satıldığı ülke ile daha sonradan ilişkilerin seyri çok farklı yere gidebilir veya sistemler, istenmeyen başka kullanıcı ya da ülkelerin eline geçme riski taşır. Yine bu durum, karmaşık askeri, politik denklemler sonucunda istenmeyen sonuçlara neden olabilir. Buna benzer faktörlerden dolayı savunma sistemlerinin ihracatı için ülkeler her zaman farklı bir ihraç modeli üretirler. Hatta Soğuk Savaş’ta, hem Amerika hem Sovyetler Birliği çok daha kurallara bağlı ve kademelendirilmiş şekilde ihracatlarını geliştirmişlerdir. ABD’nin de ihraç ettiği savunma sanayii ürünlerinde, NATO müteffikleri, NATO üyesi olmayanlar ve yakın ilişkisi bulunan ülkeler olarak ürünlerinin kabiliyet seviyelerini sınırlandırdığı bilinmektedir. Benzer şekilde geçmişte, Sovyetlerin Varşova Paktı üyesi olan ve olmayan ülkelere farklı modeller ihraç ettiğini biliyoruz. Bu model, savunma sanayi ihracatında uzun yıllardır uygulanan bir yöntemdir. Buradan hareketle, Türkiye’nin S-400’lerinin Rusya’nın kullandığı S-400’lerden bazı teknik ayrıntılarda farklı olduğunu kesinlikle iddia edebiliriz. Bunu iddia etmekte bir sakınca bulunmuyor. Farklılığın hangi oranda, nerelerde olduğunu bilmemiz mümkün değil. Teknik olarak da tespit edilebilmesi çok zor. Sözgelimi, Rusya’nın kendisi için kullandığı S-400 füze menzili 100 km iken, Türkiye’ye ihraç edileninki 80 km olabilir. Rus S-400’ünün radarının belli frekanslarda çalışması, Türkiye’ye verilen sistemin başka frekanslarda çalışması gibi farklar olabilir. Bunları en iyi bilen taraf, sistemin üreticisi olan ülkedir. Müşteri tarafından, farklılıkların net bir şekilde tespit edilebilmesi çok kolay değil.
Türkiye için F-35 programının önemi neydi? Türkiye’nin programdan çıkartılması bugüne kadar harcadıkları ve beklediği kazançlar seviyesinde ne kadarlık bir kayıba uğramasına neden oldu?
F-35 bugüne kadar yürütülen en yüksek maliyetli ve karmaşık savunma projesidir. Amerikan kaynaklarında trilyon dolarlık bir proje olarak geçmektedir. Proje kapsamında çok yüksek diyebileceğimiz 3000-4000 civarında, hem Amerika hem de müttefik ülkeler için savaş uçağı üretimi öngörülmektedir. Projede üretilen, geliştirilen ve üretilmekte olan uçak, beşinci nesil olarak sınıflandırılmaktadır. Son derece ileri teknolojiler, yüksek kabiliyetler ve sensörler barındıran çok kompleks bir savaş uçağıdır. Hatta, bugüne kadar kullanılan ve kullanılmakta olan savaş uçaklarından kabiliyet ve performans açısından çok daha ileridedir. Yüksek kabiliyetlerin getirdiği maliyetlerden ve projenin kompleks kurgusundan dolayı da proje takviminde ciddi sarkmalar yaşanmıştır. Türkiye F-35 projesine, başlangıcından itibaren üretim ve geliştirme ortağı olarak katılmıştı. Dolayısıyla F-35 projesinin, Türkiye için iki ayrı anlam ve önemi bulunmaktaydı. İlk olarak Türk Hava Kuvvetlerinin, 2020’lerden başlayarak ana vurucu gücünü ve belkemiğini teşkil edecek bir savaş uçağıydı. Amerika ve diğer müteffiklerle ortak harekatlarda kullanılabilecek, ön hatta en yüksek kabiliyete sahip silah olarak kullanımı planlanmaktaydı.
İkinci önemi ise Türk savunma sanayisinin projede üretici olarak yer almasıydı. Türkiye, projede F-35’lerin çeşitli aksam ve donanım üretiminde yer alan önemli paydaşlarındandı. Ülkemiz savunma sanayii açısından çok ciddi ihracat kapıları açabilecek, teknoloji edinimi sağlayacak ve bilgi birikimini arttıracak faydalı bir projeydi. Türk savunma sanayii ve Türk Hava Kuvvetleri açısından önemli bir dönüm noktasını teşkil ediyordu. Projenin faydalarını sıraladıktan sonra projeden çıkartılmamızın neden olacağı maliyetleri de aslında görmüş oluyoruz. Eğer F-35’ler kesinlikle gelmeyecekse, Türk Hava Kuvvetlerinin 2020’li yıllardan itibaren yapmış olduğu kuvvet planlaması muhtemelen değişmek durumunda kalacak. Hali hazırda Türk Hava Kuvvetlerinin elinde 240 civarında F-16 ve 20 – 30 civarında F-4 2020 uçakları bulunuyor. F-4’lerin artık hizmet ömürlerinin sonuna gelindi ve F-35’lerin de F-4’lerin yerini alması bekleniyordu. Eğer F-35’ler kesinlikle gelmeyecekse, eldeki uçakların modernizasyonu ya da farklı alternatiflerin değerlendirilmesi gündeme gelecektir. Bu tür planlamalar, kolaylıkla kısa vadede yapılabilecek işler değil. Çok karmaşık askeri, mali, teknolojik değerlendirmelerin yapılması gerekiyor. Dolayısıyla Türk Hava Kuvvetlerinin bir güncelleme yapması gerekecektir. Bunun da kabiliyet, caydırıcılık ve güç olarak belli maliyetleri ve riskleri olabilir. Biliyorsunuz, Doğu Akdeniz’de çok ciddi birikmiş jeopolitik bir enerji var. Libya’da hala devam eden operasyonel bir süreç var. Suriye, Kuzey Irak, iç güvenlik harekatı ve Ege’de faaliyetler sürüyor. Bu süreçlerde TSK’nın özellikle de hava kuvvetlerinin, ulusal çıkarların korunması için ciddi bir caydırıcılığa, atış gücü menziline ve teknojik kabiliyetlere dayalı sıçrama yapması gerekiyor. Bu bağlamda F-35’ler gelmeyecekse, oluşacak boşluğun geçici, kısa ve uzun vadede doldurulması için telafi adımlarının atılması gerekir.
Diğer taraftaki maliyet iki sebepten dolayı biraz daha derin görünüyor. Birincisi, F-35 projesinde yer alan Türk şirketlerinin projeden çıkartılmalarından dolayı bazı mali kayıplara uğrayacağını bekleyebiliriz. Uçaklar üretildikçe bu şirketler de üretim yapacaklardı. Projeden çıkartılmalarıyla birlikte bir gelir kapısının kapanması anlamına geliyor. İkincisi de, projeden çıkartılan şirketlerin kendileri ve genel olarak Türk savunma sanayiinin uluslararası alanda Batı ülkeleri ve Amerika ile kurdukları ilişkiler belli bir ölçüde zarar görebilir. F-35 projesiden çıkartılmış ve S-400’den dolayı Rusya’ya mecbur kalan Türk savunma sanayii ya da dışarıda oluşan bu algı, Batılı firmalarla ilişkileri zayıflatabilir. Bu çerçevede birlikte proje yapma, ortak ürün geliştirme ya da Türkiye’den ürün ve mal alma istekleri durabilir. F-35 programından çıkartılmamız, teknolojik gerileme, prestij kaybı ve Batılı ilişkiler ağından mahrum kalmış bir savunma sanayi piyasasında, Batılı firmaların iş geliştirme girişimlerinde azalma yaşanabilir ve dolaylı olarak da Batı ile iş yapan savunma şirketlerine olumsuz etkilenebilir.
Türkiye’nin S-400 sistemlerinin satın alımı sonucunda, milyarlarca dolar kaynak ayırdığı ve üretimine destek verdiği F-35 programından teknik gizlilik gerekçesiyle çıkarılmasının arkasında neler yatmaktadır?
Türkiye’nin F-35 programından çıkartılması aslında çok katmanlı bir sorun. Benim de görüşlerini desteklediğim pek çok gözlemcinin görüşü, çıkarılmanın temelinde S-400 alımının tek sebep olmamakla birlikte bardağı taşıran son gelişme olduğu yönünde. Temelinde, Türkiye ve ABD arasında birikmiş bir dizi askeri ve siyasi sorunlar toplamının yansımasını görüyoruz. S-400 belki de dominonun son taşı oldu. Bu anlamda bakacak olursak, şu spekülasyona da aslında kapı açılmış oluyor; Türkiye S-400’leri almasa dahi, başka bir gelişmeden dolayı programdan çıkarılabilir veya benzeri süreçleri yaşayabilirdi. Muhtemelen bu da doğru olurdu çünkü Türkiye ile Amerika arasında, özellikle 15 Temmuz’dan sonra, ilişkilerde belirgin bir farklılık gözlemliyoruz. İkili ilişkilerde zayıflama ve giderek artan sorunlar görüyoruz. Özellikle Suriye başta olmak üzere, jeopolitik sorunların bir sonucu olarak bakılabilir. Teknik açıdan bakarsak, Amerika’nın ileri sürdüğü gerekçelerin kesinlikle haksız olduğunu söylemek mümkün değil. Teknik olarak özetlersek, S-400 gerçekten çok ileri teknoloji içeren, modern ve yüksek performanslı bir sistem. Bu sistem gerçekten de F-35’in ve Türkiye’nin diğer sahibi olduğu farklı platformların sistemlerinin nasıl çalıştığına ilişkin istihbarat elde edebilir. S-400, Türkiye’nin envanterindeki birçok ürünün radarda nasıl gözüktüğünü, radar izlerini ve performans açıkları gibi bilgileri tespit ederek bunlar hakkında hafızasında verileri biriktirebilecek, istihbarat üretebilecek bir sistemdir. Zaten S-400’ün tasarlanma amacı da biraz budur. S-400 sisteminin alınmasından kaynaklı doğal ve kaçınılmaz olarak Türkiye ile Rusya arasında teknik ve askeri bir ilişki biçimi kurulacak. Bu ilişki, sistemlerin eğitimi, bakımı, modernizasyonu ve güncel tutulması gibi konuları içeren teknik ve askeri bir işbirliği kanalı olacaktır.
Bu iletişim kanalı sürdürüldüğü sürece Türkiye ve Rusya askeri, teknik konularda karşılıklı bağımlılık ilişkisine girecekler. Bir yanda F-35 gibi çok ileri teknolojiler içeren bir uçak, diğer yanda S-400’den dolayı Türkiye-Rusya arasında kurulacak askeri işbirliğinden bahsediyoruz. Bunların hepsini alt alta koyduğumuzda, gerçekten de F-35 başta olmak üzere başka sistemlerin de gizliliğinin zayıflaması ya da güvenlik açığı riski mümkündür. Ancak burada Türkiye’ye yapılan bir haksızlık var. Bunun altını çizmek gerekiyor. Türkiye NATO’nun en eski, en önde gelen ve en güçlü üyelerinden birisidir. Türkiye’nin bu tür risklere karşı, yeterli ve gerekli önlemleri alması beklenmelidir. Türkiye’ye karşı ciddi bir güven eksikliği olduğu görünüyor. Öte yandan, bu siyasi bir manivela olarak kullanılıyor. Çok daha az stratejik önemi olan sistemlerden kaynaklanan pek çok farklı NATO ülkesinde Rusya’ya ve Çin’e karşı ciddi istihbarat açıkları olduğunu biliyoruz. Bu konular Türkiye’nin üzerinde biraz da politik baskı kurmak için kaldıraç olarak kullanıyor. Burada adaletsizlik olduğunu vurgulamak gerekir.
Hep NATO’nun S-400 sistemlerine ilişkin güvenlik kaygıları gündeme getiriliyor. Peki, önemli bir NATO üyesi olarak Türkiye’de S-400 sistemlerinin güvenlik sırlarının açığa çıkartılması teknik olarak Rusya için benzer bir risk teşkil etmiyor mu?
Şüphesiz teknik bir risk teşkil ediyor. Kesinlikle madalyonun böyle de bir yüzü var. Rusya açısından da benzeri bir durum söz konusu. Zaten bu tarz karmaşık sistemlerin ihracatında farklı performanslara sahip, daha düşük diyebileceğimiz performans sistemleri satılmasının bir sebebi de budur. Bu sistemlerin eksiklerinin ve açık kapılarının tespit edilmesi durumunda, üretici ülkenin kendine karşı kullanılmaması hedeflenmektedir. Türkiye’nin belli sorunları bulunsa da, hala NATO’nun önemli bir ülkesidir. Rusya için de kesinlikle aynı riskler söz konusu. Rusya’nın da buna önlem olarak Türkiye’ye teslim ettiği S-400’lerin kendisine de zarar vermeyecek içerikte olduğunu farz edebiliriz. Güvenlik riskine karşılık, Rusya’nın da kendine göre çeşitli tedbirler almış olmalarını bekleyebiliriz.
Türkiye’nin S-400 sistemlerinin aktif hale getirilmesinin bir sonucu olarak CAATSA, benzeri yaptırım veya olumsuz tavırların ülkemize uygulanması halinde, Türk Savunma Sanayi, Silahlı Kuvvetler envanterindeki Amerikan menşeili silah sistemlerini, kendi kendine bakım ve onarımlarını yapacak kabiliyetlere sahip mi?
Türkiye – Amerika ilişkilerinin genel seyri bu konuyu şekillendirecektir. İkili ilişkilerde çok radikal bir kopuş olacaksa, ki ben şahsen beklemiyorum. Çok daha ağır bir yaptırımlar manzumesi ile karşılaşabiliriz. Yedek parça temin kanalları aniden kapanabilir. İran’ın yaşadığına benzer bir süreç yaşayabiliriz ama düşük bir olasılıktır. Bizim yerli savunma sanayimiz pek çok sistemin idamesinde ve parça üretiminde çok ileri seviyelerde olsa da özellikle hava kuvvetlerinde Amerika’ya bağımlılık söz konusudur. Türk Hava Kuvvetlerinin kullanmakta olduğu esas vurucu gücünü oluşturan F-16 uçakları Amerikan ürünüdür. F-16 sistemlerinin oldukça karmaşık radarları, elektronik donanımları ve motorları bulunuyor. Bunların yedek parçasının çoğunun Türkiye’de üretimi mevcut değil. Ek olarak, periyodik bakımlarının ve güncellemelerinin gerekli olduğu sistemlerdir. Benzer durum pek çok farklı kara ve deniz platformları için de geçerlidir. Bu parçaların alternatif kaynaklardan temini söz konusu olabilir. Fakat, Amerika artık yaptırımları, ambargoları, teknik ve finansal takipleri çok daha sıkı yaparak bir dış politika enstrümanı olarak kullanıyor. Dolayısıyla olası derin bir kriz halinde, bu tür parçaların ya da bakım onarım modernizasyon ihtiyaçlarını alternatif kaynaklardan, üçüncü ülkelerden temin etmemiz kolay olmayabilir. Bu kötümser senaryo. Amerika’nın başta CAATSA olmak üzere, yaptırım enstrümanlarını uygulama şekli son derece subjektiftir. Ortam koşullarına, ülke ile ekonomik ilişkilere, konjonktüre çok bağımlı ve çok tutarlı olduğunu söylemek mümkün değil. CAATSA uygulanır mı, uygulanırsa, hangi hükümleri uygulanır ve nasıl uygulanır bunlar hakkında bir öngörüde bulunmak çok zor. Bunların hepsi bir dizi savunmadan, askeri konudan bağımsız farklı faktörlere bağlıdır. Ancak ben bu anlamda bütün operasyona, yedek parça akışını, bakım hizmetlerini aksatıcı nitelikte derin yaptırım uygulayacaklarını düşünmüyorum. Uygulansa bile kısa vadede kabiliyetlerimizi koruyabileceğimizi söyleyebilirim.