24 Ocak’ta Davos’taki Dünya Ekonomik Formu’nda (WEF) video konferans yoluyla konuşan Donald Trump, Avrupalı müttefiklerinden daha fazla askeri harcama talep ederken Ukrayna’daki savaşı sona erdirebileceğini öne sürmüştü. Ancak Trump yönetimi yakın zamanda Avrupa Birliği’ni yok sayarak Ukrayna’da barış sağlanması konusunda tek taraflı girişimlerde bulunmaya başladı. Avrupa Birliği ise NATO’ya alternatif olarak Avrupa Ordusu’nu kurmayı tartışıyor. 28 Şubat’ta Oval Ofis’te ABD Başkanı Trump ile Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy arasında yaşanan tartışmadan sonra ise ABD-AB ilişkilerinin geleceği de tartışılmaya başlandı.
İstanbul Kent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ozan Örmeci ile “Avrupa Birliği çöküyor mu?” sorusunu ve ABD-AB ilişkilerini konuştuk.

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, 14 Şubat’ta yaptığı açıklamada Donald Trump’ın yeniden iktidara gelişini Avrupa için bir “elektroşok” olarak nitelendirdi. Almanya’da seçimleri kazanan CDU Başkanı Friedrich Merz de seçim sonrası ilk mülakatında, Avrupa’nın Trump dönemiyle beraber kalıcı olarak bağımsız rotasını çizmesi gerektiğini ve ABD’nin artık Avrupa’nın kaderiyle ilgilenmediğinin açık olduğunu söyledi. Bu açıklamalar AB’nin geleceği ve jeopolitik dinamikler açısından neye işaret ediyor?
Trump yönetimi, bizzat Başkan Donald Trump ve Başkan Yardımcısı J.D. Vance gibi kilit kişilerin Avrupa’yı provoke eden bazı açıklamalarına karşın, Avrupa’nın güvenliği ve geleceği konusunda işlevsel bir dönemin yaşanmasına sebebiyet verebilir. Bunun temel nedeni, Başkan Trump’ın ülkesi ABD’yi Batı dünyasının ve genel olarak özgür dünyanın lideri olarak algılamak ve bu doğrultuda politikalar geliştirmekten ziyade, bir Amerikan milliyetçisi olarak kendi ülkesinin ulusal çıkarlarını önde tutmasından kaynaklanmaktadır. Yani Trump, siyasete ilkeler bağlamında (demokratik rejimlerin korunması vs.) yaklaşmadığı için ABD’nin ekonomik ve siyasal kazanımları temelinde hareket etmekte ve Avrupa güvenliği için yapılan askeri harcamaları astronomik bularak, bu konuda Avrupalıların kendilerine daha iyi imkânlar sağlamaları gerektiğini düşünmektedir. Bu durum ise Avrupa’yı ilk başlarda kuşkusuz olumsuz etkileyecek olsa da orta ve uzun vadede bazı açılardan faydalı bir unsura dahi dönüşebilir.
İlk olarak Avrupa, 1952’de denenen Avrupa Savunma Birliği Antlaşması ve sonrasında 2000’lerde oluşturulan Avrupa Savunma Ajansı ile 2017’de hayata geçirilen Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği-PESCO gibi girişimlere karşın, savunma sanayisini geliştirmek ve kendi güvenliğini sağlamak noktasında bugüne kadar yeterince aşama kaydememiş ve bu nedenle ABD, Rusya, hatta kısmen Türkiye gibi ülkelere karşı da bu konuda zaman zaman zaafiyet yaşamıştır.
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un son yıllarda ısrarla gündeme getirdiği Avrupa Ordusu, küçük, hareket kabiliyeti yüksek, NATO’dan bağımsız ama NATO’ya karşıt olmayan ve Rusya karşısında Avrupa’nın caydırıcılığına güçlendirecek bir proje olarak Trump döneminde kesinlikle yeniden gündeme gelebilir. Bu da, Avrupa Birliği oluşumu ve Avrupa kıtası ve ülkelerinin güvenliklerinin garanti altına alınması bağlamında faydalı bir işlev görebilir.
İkinci olarak, AB’nin ABD’nin küçük ortağı görünümünden sıyrılarak kendi gündemi ve çıkarları olan bir federal devlet gibi hareket etmeye başlaması, Rusya ve Türkiye ile ilişkiler başta olmak üzere birçok konuda Avrupa devletleri ve Avrupa Birliği’ne yeni bir düşünsel ve eylemsel dinamizm katabilir. Şöyle ki, ABD ve NATO’ya Rusya karşısında tam olarak güvenilemeyen bir ortamda AB, bir yandan Rusya’ya karşı askeri caydırıcılık kapasitesini yükseltmeye çalışırken, diğer yandan da Moskova ile ilişkilerini karşılıklı bağımlılığa dayalı yeni bir formatta geliştirmeyi deneyebilir. Bu da, Avrupa’nın ekonomik gelişimi ve siyasal istikrarı açısından faydalı olabilir. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın hızlı kalkınmasında ABD’nin sağladığı güvenlik ve Rusya’nın sağladığı ucuz enerji faktörleri çok etkili olmuştur. Şimdi güvenliğini gelişmiş nükleer kapasite, küçük ama efektif bir Avrupa Ordusu ve NATO üyeliği ile sağlamak ve bir yandan da ucuz enerji kartını yeniden devreye sokmak, Brüksel için cazip bir politika haline gelebilir. Bu nedenle, Ukrayna’da barış, aslında Avrupa’ya da çok iyi gelecektir. Zira savaşın devamı, Avrupa’da ekonomik istikrarı bozarak aşırı sol ve aşırı sağ akımların güçlenmesine yol açmaktadır.
Bir diğer kritik konu olan Türkiye ile ilişkiler bağlamında da AB, hem Avrupa Ordusu’nun oluşturulması hem de Türkiye ile ilişkilerin tam üyelik veya özel bir formatta geliştirilmesi hususunda yeni konjonktürü daha verimli değerlendirebilir. ABD’nin Çin’le ilişkileri yoluna sokmak için Asya-Pasifik’e yöneldiği ve Avrasya coğrafyasında geniş bir güç boşluğu yarattığı bir ortamda, AB-Türkiye arasında yeni bir işbirliği sinerjisinin ortaya çıkması kesinlikle hayalperestlik değildir. Bu, üçüncü ülkelerle işbirliği şeklinde de kendini gösterebilir. Türk Devleti’nin resmi açıklamalarına göre tüm sorunlara rağmen AB üyeliğinden vazgeçmemesi, bu konuda iyi bir öncü sinyaldir.
Üçüncü olarak, ABD’deki yeni yönetimin ilkesel bağlamda Avrupa’daki yerleşik demokratik güçlere pek destek vermeyeceğinin anlaşılması ve Rusya’nın da AB’yi jeopolitik olarak tehdit algılaması nedeniyle AB’nin bütünlüğü ve gelişimine yönelik pek dostane politikalar izlemediği düşünülürse, AB’nin güvenlik bağlamında ABD’ye ekstra sorumluluklar çıkarmaması ve Rusya ile ilişkileri belli bir dengeye getirmesi Avrupa’nın demokratik ve siyasal istikrarını da güçlendirebilir. Daha açık söylemek gerekirse, fanatizme dayalı Rusofobi yerine daha dengeli bir stratejik rekabet yaklaşımı ve daha iyi sosyoekonomik koşullar sayesinde Avrupa içerisinde son yıllarda hızlanan aşırı sağın yükselişi durdurulabilir. Ancak bu sürecin Avrupa’yı az önce bahsettiğimin tam zıttı şekilde Rus karşıtlığı ve militarizm temelinde daha da aşırı sağa sürüklenen bir çizgiye itme riski vardır ki bu nedenle AB liderlerinin çok dikkatli olmaları gereken bir dönemden geçeceğimizi söyleyebilirim.
Sözün özü, AB’nin yüksek ideallerini Realizm tezleriyle destekleyerek kendi içine ve çevresine çeki düzen vermesi gereken bir dönemden geçeceğiz. Bu dönemde en büyük sorumluluk kuşkusuz AB kurumları ve Almanya ve Fransa gibi lider ülkelerin yöneticilerine düşmektedir. Böyle zamanlarda Avrupa’nın istikrarı için Rusya ile dengenin kurulması ve Türkiye’nin Avrupa tarafına çekilmesi çok akılcı bir adım olacaktır ki bunların olması gayet mümkündür. Zira Rusya’nın istediği Baltık devletleri ya da Polonya’yı almak değil, Ukrayna’yı NATO’ya kaybetmeden kendi yörüngesinde tutmaktır. Türkiye’nin de isteği Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vizesiz Avrupa hayalinin gerçeğe dönüştürülmesidir.
Trump yönetimi, Avrupa Birliği’ni yok sayarak Ukrayna’da barış sağlanması konusunda tek taraflı girişimlerde bulunuyor. Bu durum, ilgili başkentlerde alarm zillerinin çalmasına da neden oldu. Öte taraftan Fransa Cumhurbaşkanı Macron da savunma ve ekonomi alanında bağımsızlık arayışını aciliyetle vurgulayan açıklamaları ile gündeme gelmişti. AB ordusu projesi mümkün mü ve bu süreç ABD-AB ile AB-NATO ilişkilerini nasıl etkiler?
AB Ordusu’nun oluşturulması bence kesinlikle mümkündür. Şöyle düşünelim, NATO üyesi 32 devletin kendi orduları da var ve bu durum NATO’ya karşıtlık olarak algılanmıyor. Keza birçok Batılı devletin ikili ilişkiler, koloni dönemi vs. gibi durumlardan kaynaklanan özel askeri angajmanları var. Bu bağlamda, demin de söylediğim gibi, küçük, daha ziyade nükleer ve teknolojik, çok-uluslu bir Avrupa Ordusu’nu kurmak mümkündür.
Burada Brüksel ve Avrupalı başkentlerdeki temel mesele kuşkusuz ekonomik külfet olacaktır. Bu konuda güçlü ve geniş bir ordusu olan Türkiye’nin bu projeye dahil edilmesi ve devasa bir askeri yapıdan ziyade küçük ve operasyonel bir askeri gücün oluşturulması durumunda büyük maddi sorunlar yaşanmayabilir. Bu şekilde NATO için yapılacak askeri harcamalar da Avrupa’nın kendi kontrolünde olacak bir ordu için yapılmış olacaktır. NATO da Avrupa ve Batı dünyasının güvenliği için faaliyet göstermeye devam eder ve iki Batılı askeri alyans arasında bir tür güç paylaşımı ve işbirliği ortamı rahatlıkla oluşturulabilir.
Bu söylediklerim birileri için halen hayal gibi algılanabilir; ama Trump yönetiminin aşırılıkları, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Gazze’de yaşananların eski uluslararası sistemi neredeyse çöküş aşamasına getirdiği çok farklı ve yepyeni bir dönemden geçtiğimizi idrar edersek, aslında Avrupa’nın da kendi kimliği doğrultusunda harekete geçmesi ve olumsuz gidişata set çekmek için bir şeyler yapması gayet makul ve olasıdır.
ABD Başkanı Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımıyla uygulayacağı korumacı politikalar ve Trump’ın Tesla CEO’su Elon Musk gibi pek çok teknoloji devinin desteğini almış olması küresel ticaretin kurallarında ezberleri bozabilir. Avrupa Birliği, yeşil enerjiye geçiş ve dijital özerkliği sağlama hedeflerini bu belirsizlik ortamında nasıl dengeleyebilir?
Geçtiğimiz günlerde Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un katıldığı bir konferansta belirttiği üzere, Avrupa ülkeleri yüksek teknolojide ABD ve Çin’in gerisinde kalmaya başlamışlardır. Bu durum ancak orta ve küçük ölçekte devletlerden oluşan AB’nin bir birlik içerisinde ortak politikalar geliştirmesiyle düzeltilebilir. AB, 27 üyesiyle birlikte bugün Çin Halk Cumhuriyeti kadar büyük bir güçtür. Fransa, Almanya, İtalya, İspanya gibi büyük AB üyesi devletlerin halen dünyada öncü konumda oldukları bazı sektör ve endüstriler vardır. Polonya gibi nüfusu kayda değer düzeyde olan ve genç nüfusu bulunan Avrupalı devletlerin varlığı da gelecek adına önemli bir teminattır. İşte tüm bu avantajların bir tür sinerji ortamında ve belli bir plan-program temelinde bir araya getirilerek gelecek vizyonu oluşturulması durumunda AB, kuşkusuz yakın gelecekte ABD ve Çin’le birçok alanda rekabet edebilir hale gelebilecektir.
Yeşil enerji konusunda ABD’nin geriye dönüş politikaları izlemesi ve korumacı ekonomik politikaların ABD ekonomisine vereceği zararlar da düşünülürse, AB’nin yeni dönemde önünde birçok fırsat olacaktır. Bu bağlamda Rusya, Türkiye, Çin, Birleşik Krallık ve Hindistan gibi etkili ekonomiler ve ülkelerle ABD’den bağımsız yakın ilişkiler, AB için yeni dönemde üzerinde ihtiyatla düşünülmesi gereken hususlardır. AB’nin kendi markalarını ve değerlerini yaratması artık bir zaruret haline gelmiştir ki ABD’nin Trump döneminde açıktan AB karşıtlığı yapması da aslında Brüksel’in bu konularda hızlı şekilde harekete geçmesi ve halkların ikna edilmesi hususunda AB’ye büyük bir avantaj sağlamaktadır.
Göreve başlar başlamaz bir dizi kararnameyle, yeni dönemi başlatan ABD’nin 47. Başkanı Donald Trump Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi. Bu durum ABD’nin küresel liderlikten uzaklaştığına dair iddiaları gündeme getirdi. Bu iddiaları nasıl değerlendiriyorsunuz ve Avrupa Birliği bu boşluğu doldurup iklim meselesinin çözümünde lider bir güç haline gelebilir mi?
ABD, Trump’ın ilk döneminde (2017-2021) olduğu gibi, kendi ulusal çıkarlarını önceleyen ve bir küresel liderden ziyade bir ulus-devlet gibi hareket edeceği yeni bir döneme girdi. Bu, ABD’nin yıllardır uyguladığı aşırı borçlanma ve küresel lider olmak/kalmak için her konuya askeri, siyasi ve ekonomik olarak müdahil olma yaklaşımının belki de bir sonucu oldu. Bu durum belki de ABD için zaruri ve faydalı dahi olabilir. Çünkü tarihsel süreçte İmparatorlukların çöküşü incelendiğinde, “imperial overstretch” adlı kavram uyarınca, çok büyüyen, harcamaları çok artan ve merkezden yönetilmesi aşırı bürokrasi nedeniyle giderek zorlaşan devletlerin çöküşü durumu vardır. ABD, belki de bu risklerden arınmak için “seçici angajman” (selective engagement) politikası uyarınca kendi önceliklerini belirliyor ve açıkça Avrupa’ya eskisi kadar önem vermiyor. Bu da AB için daha bağımsız politikalar oluşturma fırsatı demek. İşte böyle bir dönemde AB, geleceği adına kritik kararlar alması ve hızlı adımlar atması gerekirken, içeride aşırı sağın yol açtığı meselelerle uğraşmak zorunda kalıyor. Bu yüzden, AB’nin stratejik düşüneceği ve içerideki sorunları kontrol altına alacağı yeni bir dönem için hızlı şekilde harekete geçilmeli.
Son olarak Brexit’in etkileri sürerken aşırı sağın yükselişi ve göç krizi gibi meseleler AB’nin geleceği konusunda ciddi tartışmaların yaşanmasına yol açtı. Sizce Avrupa Birliği çöküyor mu? Birliğin geleceği konusunda öngörüleriniz neler?
Avrupa Birliği’nin çöktüğünü ve kısa vadede dağılacağını düşünmüyorum. Ama 2000’lerdeki pozitif atmosfer ve ılımlı havanın dağıldığı kesin. Bunun da birçok iç ve dış dinamikten kaynaklandığı birçok eserimde ve konuşmamda detaylı olarak işledim. Ticaretle büyüyen AB’nin bu gelişimini sürdürebilmesi için güvenilir ve istikrarlı ticaret ortakları bulması, rekabetçi ekonomisini koruması, nüfus dezavantajını Türkiye gibi yeni üyelerle gidermesi ve ABD, Rusya ve Çin gibi ülkelerle ilişkilerini belli bir dengede tutması veya dengeye getirmesi lazım.
Ayrıca Avrupa’nın yayılmacılık ya da dünyaya nizam vermek için değil, ama kendi güvenliğini sağlamak ve yakın çevresinde caydırıcı olabilmek için kendi kontrolünde bir ordu (Avrupa Ordusu) oluşturmasından da söyleşimizde birçok yerde bahsettim. Bu gibi kriz durumlarında pozitifliğin korunması çok önemlidir. Bunun yolu da daha fazla işbirliği ve gelecek umutlarının yeşertilmesinden geçer. Yani vizesiz, zengin, huzurlu, barışçıl, dünyada cazibe merkezi olan Avrupa’nın ilerleyen yıllarda izleyeceği politikalara dair AB kurumlarından somut plan ve programlar gelirse ve bu durum popüler siyasetçiler aracılığıyla Avrupalı halklara iyi şekilde anlatılırsa, AB’nin daha da fazla bütünleşme (entegrasyon) yönünde ilerlemesi mümkündür.
Aşırı sağ fenomenini ise bir anomali değil, ileri-geri gidiş sürecindeki doğal bir reaksiyon olarak görmek ve onları da AB projesine eklemleyecek kıvraklığı göstermek gerekir. Aslına bakılırsa olan da bu; birçok ülkede aşırı sağ veya aşırı sağ eğilimli lider ve parti iktidara gelse de, Birleşik Krallık dışında AB henüz bir üyesini kaybetmedi. İlginçtir ki İngiltere’nin çıkışı da aşırı sağdan ziyade merkez sağın isteğiyle olmuştu. Bu bağlamda umuyorum Avrupa için parlak yıllar daha yeni başlıyor.