[voiserPlayer]
20. yüzyılda kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle yasama, yürütme ve yargı erklerinin yanına medya da eklenmiş oldu.
Medyanın kitleleri etkileme gücünün farkına ilk varan Naziler’di.
Goebbels, özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında bu gücü oldukça etkili kullandı. Öyle ki, Alman kuvvetlerinin üst üste yenilgiler aldığı ve müttefiklerin adım adım Berlin’e yaklaştığı günlerde bile Almanlar savaşı kazanmakta olduklarını düşünüyorlardı.
2. Dünya Savaşı Naziler için felaketle sonuçlanmıştı ancak savaş sırasında en büyük başarı Goebbels’e aitti. Özellikle 1943 ve sonrasındaki olumsuz gidişat karşısında, neredeyse son ana kadar halkından gerçekleri saklamayı başarabilmişti.
İşte bu başarı, gittikçe gelişen medya aracılığıyla yapılan propagandanın gücünü de göstermiş oldu.
Bu gücün anlaşılmasının ardından tüm diktatörlerin ve Hitler gibi seçimle iş başına gelse bile diktatörlüğe heveslenenlerin ilk önem verdikleri işlerden biri medyayı ele geçirmek haline geldi.
Koltuğu sağlama almanın ve gittikçe güçlenmenin başlıca yolunun bu olduğu düşünüldü.
Bu liderler tabii ki haksız değillerdi!
Zaten demokrasiyle ilgileri yoktu. Öncelikleri güçlerini korumak, hatta arttırmaktı. Onlar için gerisi hiç de önemli değildi.
Ne yazık ki bu tür lider örnekleri tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de sıkça karşımıza çıktı.
Bir başka deyişle, bu ülkede özellikle tek başına iktidara gelip yasama, yürütme ve yargının yanı sıra medya gücünü de avucunun içine almak için çabalamayan tek bir lider olmadı.
Hoşgörü ve tolerans konusunda birbirlerinden farklıydılar ancak genel anlamda kafa yapıları aynıydı.
Ele geçirmek, olmuyorsa kendi medyasını yaratmak. Menderes de Demirel de Özal da istisnasız bunu denedi ancak hiçbiri Erdoğan kadar sert ve katı olmadı.
Bu dönemde medya, ilk defa medya olmaktan çıktı ve tamamıyla propaganda aracı haline geldi. Haber kovalamak, fikir ve öneri ortaya koymak unutuldu. Hemen her gün liderlerinin söylediği sözler ve partisinin stratejisi adeta tek ses halinde kamuoyuna sunuldu.
Bu dönemin bir başka özelliği ise tahammülsüzlüğün en üst seviyeye varmasıydı. Ne de olsa eleştiriye, mizaha ve farklı görüşlere katlanamayan bir zihniyet iktidardaydı ve bu durum haber ve yorumlar bir kenara, karikatürlerin bile dava edilmesine sebep oluyordu.
Aynı konuda Demirel ve Özal’a bakıldığında aradaki zihniyet farkı rahatlıkla görülebilir. İki lider de medyanın gücünün farkındaydı ve bu gücü kendi lehlerine kullanmak istiyorlardı. Ancak ikisi de, haklarında dönem dönem yapılan ağır eleştirilere rağmen, bazı istisnalar dışında ne gazeteleri ne de gazetecileri dava etmeyi düşündü. Hele ki, bir karikatüre veya başka bir mizahi unsura karşı bunu yapmak akıllarından bile geçmedi.
Yeri geldiğinde kendilerini eleştiren tiyatro oyunlarına da gitmişler, en ağır eleştirileri yapan gazetecilerle de buluşmuşlardı.
Bütün bunlara rağmen, bu liderlerin medyayla olan ilişkileri beğenilmiyor ve ikisi de katı bulunuyordu.
Çünkü henüz ortada Erdoğan gibi bir örnek yoktu. Son 20 yılda, Demirel’in de Özal’ın da aslında ne kadar hoşgörülü oldukları açıkça anlaşıldı.
Erdoğan, gücü eline aldığında neler yapabileceği konusunda bu iki liderden çok Menderes’e benziyordu.
Menderes, yaşı 80’i geçmiş Hüseyin Cahit Yalçın da dahil olmak üzere istediği gazeteciyi hapse attıran, beğenmediği gazetelerin kağıt satışını kesmekle tehdit eden, örtülü ödenekten istediği yazara ve gazeteye para vererek kendine bağlı bir basın yaratmaya çalışan bir lider olarak Erdoğan’ın bir nevi öncülü gibiydi.
Ancak Erdoğan, O’nu bile geride bıraktı.
AKP’li yıllar, hiç tartışmasız, medyaya en büyük baskıların yapıldığı, gazetecilerin işten attırıldığı, medya kuruluşlarına pervasızca el konulduğu kara bir dönemdir.
Çünkü medya, Erdoğan’ın uzun intikam listesinde başta yer alan öğelerden biriydi.
Manşetlerle çarpışa çarpışa geldiğini söyleyen ve henüz il başkanı olduğu dönemde bile gazete ve televizyon kanalları için, “Bir gün hepsini kendi elleriyle bize teslim edecekler” diyen Erdoğan’ın başka türlü hareket etmesi zaten beklenemezdi.
O da beklentileri boşa çıkarmadı. İlk hamlesi, Cem Uzan’ın sahibi olduğu gazete ve televizyonlara el koymak oldu. Cem Uzan, Genç Partinin lideri olarak Erdoğan’a en sert eleştirileri yapıyor, medyası aracılığıyla kamuoyunun büyük dikkatini çekiyordu.
Genç Partinin AKP’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinde, kuruluşunun ardından çok kısa bir süre geçmişken yüzde 7’yi aşan bir oy oranı yakalaması medyadaki gücünü gösteriyor, bu durum da iktidar için tehlike yaratıyordu.
İlginçtir ki bu tasfiye, diğer medya organlarınca büyük destek gördü. Çünkü hiçbiri, aynı durumun haklı veya haksız sebeplerle kendi başlarına gelebileceğini o günlerde tahmin etmiyordu.
Oysa Erdoğan için bu operasyonların hukuka uygun olup olmadığının hiçbir önemi yoktu.
Ancak kimse bunun farkında değildi. Cem Uzan’ın geçmişi ve tasfiye sürecinde medyaya yansıtılanlar, içlerinin rahatlaması ve bu operasyona destek vermeleri için yeterliydi.
Aynı tasfiyeyi kendi medya organlarının yaşaması için hiçbir sebep göremiyorlardı. AKP iktidarının demokratik kurallara göre hareket edeceğinden hiçbir kuşkuları yoktu. Ancak bekledikleri gibi olmadı.
İktidar güçlendiğini hissettikçe önce baskıyı arttırdı, ardından rahatsızlık duyulan gazetecilerin işten çıkarılma süreci başladı.
Nihayetinde, 2007 seçimlerinin arifesinde ülkenin iki büyük medya kuruluşundan biri olan Ciner grubunun gazete ve televizyonlarına el konuldu.
AKP 2007 seçimlerinden daha güçlü çıkınca iş pervasızlığa dönüştü. Bir yandan TMSF kanalıyla el koymalar devam ederken diğer yandan muhalif bir avuç gazete ve televizyona karşı sindirme ve susturma operasyonu başlatıldı. AKP kendi medyasını yaratırken geride kalan bir avuç muhalife de göz açtırmamak niyetindeydi. Nitekim bu baskı sadece gazetelerle ve televizyon kanallarıyla sınırlı kalmayacak, haber sitelerine de sıçrayacaktı.
Bir yandan muhalif medyaya operasyonlar sürerken diğer yandan merkez medya kuruluşlarına karşı baskı artan bir şekilde devam etti.
Sonuç olarak iktidar, geldiği ilk andan itibaren medyaya yönelik sindirme ve ele geçirme planını sistemli bir şekilde uygulayarak medyanın neredeyse tamamını ele geçirdi.
Ancak bunun sonucu, gazeteciliğin ve fikir işçiliğinin ölümü oldu.
Bütün basın kuruluşlarının her gün neredeyse tek bülten gibi hazırlanması, gazete ve televizyon haberlerine olan ilgiyi ciddi anlamda düşürdü.
Bugün iktidar gazeteleri tek satır okunmuyor. İktidar kanalları reytinglerde yerlerde sürünüyor. Sırf ilan alabilmek için belediyelere ve bazı devlet kuruluşlarına zorla satın aldırılarak gazeteler ayakta tutulmaya çalışılıyor.
AKP’nin büyükşehir belediyelerini kaybetmesinin ardından Star ve Güneş gazetelerinin basılı yayınlarının sona erdirilmesinin nedeni tam olarak budur.
Günümüz Türkiye’sinde malum basın kuruluşlarını eskileriyle kıyaslamak imkansızdır.
Artık gazetecilik, haber atlatma, fikir üretme gibi öncelikler ortadan kalkmış, manşetler bile hemen hemen aynı hale gelmiştir. İktidarın yazılmasını veya söylenmesini istemediği hiçbir şey dile getirilememekte, dezenformasyon üzerine dezenformasyon üretilerek sadece ve sadece AKP’nin bir şekilde ayakta tutulmasına çalışılmaktadır.
AKP’nin medyayı getirdiği nokta, bir başka deyişle AKP medyası budur.
Bağımsız ve özgür medyayı yeniden oluşturabilmek, AKP sonrası dönemin en önemli ve öncelikli işlerinden biridir. Bunun için bütün yaşananlara rağmen gazetecilik sevgisini ve merakını kaybetmemiş ancak bu dönemde eli kolu bağlı olan gerçek gazetecilere büyük iş düşmektedir.
Fotoğraf: Glenn Carstens-Peters