
Siyaseti Tarihsel Görevden Kurtarabilir miyiz?
Hegel, akıl kavramını tanımlarken, felsefe geleneğinin en ihtilaflı konusuna dair tarihi işaret ediyordu. Bu akla göre tarihsel süreçte kendini inşa eden “tarihsel akıl” tüm akıl yürütme biçimlerini kuşatan, insanın evreni kavrayıştaki içsel ve öznel tini, doğa ve varlık kapsamında tarih ve kültürle birlikte organize tine dönüştüren bütüncül bir yapıya kavuşturuyordu. Tabii bu tarihsel akıl, bütüncül kavrayışla beraber “tarihsel ulus ve tarihsel devlet” gibi kavramları da gündeme getiriyordu.
Tarihsel ulus ve tarihsel devlet, bir milletin tarihteki iddiasını günümüze taşıması için milletlere eşsiz ve görkemli bir görev sunuyor. Tarihsel akıl sübjektif aklı aşan ve kuşatan organize varlıksal kavrayışın ve bütünlüğün kaynağı ise; tarihsel ulus da milletin sübjektif ve parçalı adeta bir silüet halindeki millet algısını aşan ve onu bir görev dahlinde bütüncül bir millete dönüştüren bir tarihsel sorumluluk oluyor. Bu kavrayış, günümüzde milleti ve onun inşa ettiği modern devleti eksiksiz bir şekilde “tarihteki görev”ini yerine getirmeye de gayr-ı iradi biçimde davet ediyor.
Türk kültürü ve tarihi geleneği, ihtişamlı konumundan ve insanlık tarihini doğrudan etkileyen öncü pozisyonundan olsa gerek; modernleşme krizimiz başka milletlere nazaran çok daha ağır ve çetin oldu. Hegel’in tarihsel ulus ve tarihsel devlet misyonu bu ihtişamla birleşince; gündelik hayatımızdan tutun siyasetin politika üretme tarzına, anayasal ilkelerden devletin işleyiş biçimine kadar bu “tarihsel misyon” hayatın içinde çok daha belirginleşti. Bu tarihsel ödev, bugün hem milletin uluslaşma sürecini geleneksel referanslarla işleyen bir anakronizme hem de modern devleti geleneksel idare yöntemlerinin hantal izlerini taşıyan bir konuma düşürüyor.
Uluslaşma ve modernleşme serüveni, temelde günün dünyevi ihtiyaçlarından kaynaklanan akıl yürütme biçimlerinin ve aklın yeryüzündeki konumunun değişmesiyle başlayan bir sancı olmakla beraber, vatandaşlıktan anayasaya, siyasi idare biçiminden devletin konumuna, sanayileşmeden ulaşım ağlarının genişlemesine kadar aslında dünyevileşme kaygısının izlerini belirgin biçimde taşıyor. Ancak, yer yer gaipten ilham alan bu tarihsel usül ve tarihsel misyon, modernleşmedeki dünyevi sürecin bütünlüğünü alt üst ediyor.
Bu alt üst ediş, milletlere sadece modernleşmeye karşı tarihsel bir anakronizmi dayatmakla kalmıyor aynı zamanda modern ulus ve modern devletin referans metnini de ikili ve çelişkili bir hale de getiriyor.
Hegel’in tarif ettiği tarihsel ödev, ulusların geleneksel tarihte kendine metafizik ve dinsel bir vazife saydığı “kutsal tarihi görev” her neyse, modern bir ulusu ve devleti o görevi modern hayatta hala yaşatması gerektiğine dair birtakım irrasyonel referansları da karşımıza getiriyor. Bu durum bir milletin adeta gizli ajandası halinde asırlarca yaşayan “kutsal tarihi görev”le çatışan modern ve dünyevi ihtiyaçlarla ortaya çıkmış anayasal hukuki düzeni sürekli yıkıma uğrattığı gibi, modern devletin hizmet ve güvenlik enstrümanından öte kültürel veya ekonomik yayılmacı tavrını da meşrulaştırıyor.
Türk tarihindeki bu tarihsel ulus modern ulusa, bugün karşımıza Türk-Sünni-Müslüman çelik çekirdeğinin insanlığa ilay’ı kelimetullah davasını yayması adına nizam-ı alem gibi kutsal bir misyon yüklüyor. Bu irrasyonel milli vizyon, modern hukuk devletinden beklenen özgürlük, can ve mülkiyet hakkının korunumu, liyakat, refah ve hukuk gibi dünyevi endişeleri mutlak yokluk mezarına gömdüğü gibi, devletin bu geleneksel tarihi ödevi hızla gerçekleştirmesi için ona mutlak otorite bahşetmeyi de ihmal etmiyor.
Türk siyasetinde solda da kültürel izlerini görmekle beraber özellikle merkez sağda yoğunlaşan bu “tarihsel ulus ve tarihsel devlet” paradigması, çoğu zaman aktüel siyaset üretirken açıktan ifade edilmese de üstü kapalı bir söylemin temel taşı halinde karşımıza ansızın çıkıveriyor. Siyasetin olağan akışında modern devletin vatandaşa karşı temel refah ve hukuki sorumluluklarını iktidara karşı sürekli hatırlatan merkez sağ muhalefet, kriz durumlarında ansızın içindeki tarihsel canavarla yüzleşiyor. İktidarın bu tarihsel canavarı bir rejim haline getirmesinden beri, kriz anlarında muhalefetin de bu canavarlığa ortak olması siyasetin bütünsel bir açmazını böylelikle gözler önüne seriyor.
İktidarın hukuksuz kayyımlarından tutun Diyanet meselesine, kadına şiddet ve cinsel istismardan RTÜK krizine kadar bu organize hukuksuzluk, kamusal yararın vatandaşlık merkezinde kurumsal bir işleyişe kavuşamayışı ve devletin sınırlanamaması gibi tüm bu krizlerin çok temel bir geleneksel dayanağı var. Bu dayanak “tarihsel ödev”de bütüncül biçimde kendini gösteriyor.
Siyaseti bu krizden çıkarmak için geleneğin ve sosyolojinin, modern ve dünyevi ihtiyaçlar ekseninde dönüşmesini beklemekten başka çaremiz var mı bilmiyorum. Umut ve bu umudu besleyen göstergeler var ama isterseniz bunu da bir başka yazıda tartışalım…
Fotoğraf: Jonas Verstuyft
Paylaş
Yazarın diğer içerikleri

Bir Amerikan Gerilimi: Popülizm, Hegemonya ve Halk
Türkiye, son dönemde belki ilk kez kitlesel boyutta bu kadar büyük bir ilgiyle Amerikan seçimlerini yakından takip ediyor. Bu dönemde Amerikan seçimlerini oldukça yakından takip etmemizin bence en önemli sebebi, her ne kadar iç dinamikler farklı bağlamlardan gelişse de yaşadığımız otoriter popülist hikâyenin benzerliği olmalı diye düşünüyorum. Tüm dünyada; popülizmin

Memlekette Son Durak Ahbap Çavuş Milliyetçiliği
Türkiye’de aktüel milliyetçilik, toplumsal ve siyasal zihniyetin kodlarını yansıtan vasat bir numune olarak, tüm siyasal fay hatlarında oldukça sık rastladığımız birtakım sıkıntıları bünyesinde barındırıyor. Bunları temelde üç ana hatta toplayabiliriz: Sembollerle düşünmek ve eylemek, evrensel bir katma değer üretememek, ahbap çavuş ilişkisinden türeyen siyasal kimlik ve menfaat. Bu sıkıntıları bünyesinde

Ziya Gökalp’in Entelektüel Dünyası ve Türkçülük Anlayışı
Ziya Gökalp 1876 yılında Diyarbakır’da doğdu. İlk gençlik yıllarında amcası Hasib Efendi’den Arapça ve Farsça ile İslâm felsefesi dersleri aldı. Dr. Yorgi’den mektepte pozitif bilimler öğrendi. Bu yıllarda hem dini ilimlere hem tabiat ilimlerine düşkünlüğü sebebiyle çokça kitap okumaya başlar. Kitap okuma sevdası bir süre sonra onu derslerinden geri düşürecek,

Krizi Merkez ile Aşmak Adına Mütevazı Bir Katkı
Burak Bilgehan Özpek, yakın zamanlarda bilindiği üzere oldukça geniş hacimli bir makale kaleme aldı. Bu makalenin özeti şuydu: Merkez kavramının yakın dönem gelecekte siyasetin otoriter popülist krizini aşmak adına iktidarı sınırlayıcı ve paylaşımcı anahtar niteliğini ve bu kavramı oluşturan temel esasların politik pragmatizm, müzakere ve medeni yaşam hakkı olduğunu vurguluyordu.

Bölünmüş Anlam ve Değer Dünyasında İki Ayrı Millet
İhsan Fazlıoğlu, yakın tarihte katıldığı bir televizyon programında sunucunun millet olmakla ilgili bir sorusu üzerine şu mealde cümleler kurmuştu: “Türkiye’de bugün iki ayrı millet var. Bu durum aktüel politika ile alakalı bir şey değil; iktidarlar değişir, o gider bu gelir ama anlam – değer dünyası ayrışmış iki farklı milletten kimse

Bir Sözleşme Krizi ve Hainliğin Siyasallaşması
Türk Modernleşme serüveninin en girift sorunlarından birisi, şüphesiz toplumsal sözleşme krizidir. Bugün yaşadığımız sosyal ve siyasal sorunların büyük bir kısmı da analitik bir gözle bakıldığında; yine bu sözleşmenin türüne, yapısına ve hedeflerine dair “vatandaş ve devlet” denkleminde yarattığı açmazlarda görülebilir. Bu durum modern devlet serüvenimizde, tarihten ve kültürden devraldığı sorunları

Mansur Yavaş Asgari Bir Toplumsal Mutabakat Yaratabilir Mi?
Türk modernleşme serüveninin en acıklı yanı nedir diye soracak olursanız, modernitenin gerektirdiği değerlere dayanan yeni bir devlet ve toplum kurma arzusunun, geleneksel toplumun normatif değerleriyle çatışmasından doğan siyasal kin ve kimliksel hesaplaşmadır, diyebilirim. Bu uzun vadeli sorunun temel yansımaları, memlekette siyasetin rasyonel unsurlar yerine irrasyonel biçimde kurulması, kurumsal kapsayıcı anlayışa

Siyaseti de Hekimler mi İyileştirecek?
Tababet yani hekimlik mesleği bugünlerde Korona virüsü sebebiyle gündelik hayatımızın tam ortasında bir yer tutuyor. Gündelik hayatın da ötesinde aslında hayatta en değerli ve en kutsal varlığımızı yani canımızı emanet ettiğimiz hekimleri anlamak için oldukça farkındalığı yüksek günlerden geçiyoruz. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişle birlikte geleneksel kurumların modern kurumlara dönüştürülmesinde tıbbiye, mülkiye

Yanlış Sivilleşmek ve Liberalleşmek Üzerine
Türk modernleşme serüveni dünden bugüne, geçmişten geleceğe, sivil toplum devlet ilişkisinden gündelik hayata, otoritenin sınırlarından kurumsal hafızaya, kurucu elitist iktidardan bugünün otoriter popülist iktidarına kadar birçok meseleyi bir kartopu gibi önümüze getiren bir tecrübe. Bu tecrübenin içinde dönemsel mecburiyetlerden bu mecburiyetleri istismara, vesayet rejiminin tasfiyesinden yeni vesayet arayışlarına kadar birçok

Yeni Parti Kuracaklara Açık Mektup: Birey, Devlet ve Hukuk
Türkiye, yaklaşık yüz elli yıldır iyi kötü bir demokrasi tecrübesine sahip. Bu serüvenin esası, modernleşme ve ulus devlet sürecine dayanıyor şüphesiz. Demokratik sıfata sahip ulus devletin temel özelliği, egemenliğin hanedan, padişah, sultan ya da herhangi bir monarşik yapıdan alınıp o ülkenin mensuplarına yani modern anlamda yurttaşlarına verilmesidir. Diğer bir ifadeyle;