[voiserPlayer]
Yazının sonunda yazmam gereken şeyi başında yazacağım. Keşke görmez olsaydım. Okuyuculara karşı dürüst olmak istiyorum. Yılmaz Erdoğan şu sıralar ülke sınırları içinde en sevmediğim kişilerden birisi dersem herhalde yalan olmaz. Yıllar önce kendisi ve Mısır Kardeşliği denen oluşumun diğer üyelerinin ülkenin en büyük sinema salonu tröstüne karşı verdiği mücadelenin seyircilerin aleyhine neticelenmiş olması gerçeğini, üzerinden yıllar geçmiş olsa da hala sindiremiyorum. Hangisi kazanırsa kazansın sonuçta biz kaybedecektik ama Yılmaz Erdoğan ve kankileri kazanınca daha da fazla kaybettik ve korkum o ki ülkede sinema sektörü bir daha asla toparlanamayacak. Mesuliyet en çok onlarda, istedikleri kadar unutturmaya çalışsınlar.
Neyse tüm bunları bir kenara bırakalım. Yer yer en sevmediğim oyuncu, yönetmen veya yapımcılar ile bazen bir güzel iş sonrası barıştığımı bilirim. Tek gereken bir tane eli yüzü düzgün, izlediğinde güzel zaman geçirtecek bir iş. Samimiyim ki rövanşist veya öfkeli hislerle izlemedim SHABG adlı eseri (film ismi çok uzun, SHABG diye kısaltacağım yazının kalanında), zaten salonlar kapalı, izlenecek bir şey yok. Netflix ve Prime’da dikkate değer şey neredeyse yok. Yıllar önce TV ekranlarında “meh” duygularla izlediğim bir tiyatro eserinin filme aktarılmış halini merak ettim.
Bir itiraf daha. Tiyatro ile aram hiç iyi olmadı. Çocukluğumdan beri (genelde arkadaş zoruyla) götürüldüğüm tiyatro eserleri beni bir seyirci olarak hiç etkilemedi. Şimdiye dek herhalde 10 civarı eser izlemişimdir ama ömrümün geri kalanında bir daha gitmesem eksikliğini hissetmem gibi geliyor bana. Ama yine de uyarlama olarak nasıl ekrana aktarıldığı merakımı uyandırmıştı yalan yok.
Dürüst esnaf kriterleri gereği SHABG adlı eseri izlerken baştan sahip olduğum ön yargıları sizinle paylaştım. Ama bunu söylediğim zaman bana güvenin: bu film yukarıda saydığım handikaplar olmadan dahi izlemesi başından sonuna dek bir işkence. BKM ve Yılmaz Erdoğan kendi elleri ile mezarını kazdığı sinema salonlarından umudunu tamamen kesmiş olacak ki sermayesini ufaktan Netflix’e bağlamış benim anladığım. Aslında bunun işaretini vizyona girdiği 2 hafta içerisinde 2.5 milyon kişi tarafından izlenen Organize İşler 2 Sazan Sarmalı filmini apar topar Netflix’e satmasıyla anlamıştık ama görünen o ki orta ve uzun vadeli planlarını bu platforma göre şekillendiriyor mahzun şair bakışlı, bıyıklı “sanat üstadımız”. Yani bir şekilde para gelsin de ortaya çıkan eserin niteliği o kadar da önemli değil gibi düşünüyor anladığım kadarıyla.
Yönetmen: Züppelikle alakası yok ama zaten önceki yazılarımdan biliyorsunuzdur. Yerli sinema ve dizi sektörüne biraz mesafeliyim ben. Yaratım süreçleri olsun, ortaya çıkan işlerin kalitesi olsun vs izlenecek bir şeyler bulabildiğimi çok söyleyemem. Tam da o sevmediğim işlere örnek bir film var şu an klavyemin ucunda. Daha önce izlemediğim film ve dizilerin yönetmeni bir isim Andaç Haznedaroğlu. Zaten tiyatro sahnesi için yazılmış bir oyunu ekrana taşımak konusunda çok zorlanmış gibi geldi bana. Anların yakalanması, oyuncuların performansları, görselliği gibi konular baştan sona aksak, sorunlu. Bu filmin zaten senaryosundan kaynaklanan anlatım handikaplarına da neredeyse hiç dokunmamış.
Senaryo: Eskiden özel televizyon kanallarının yaygınlaştığı dönemde piyasaya çıkıp parsanın belli bir kısmını “kendine has” üslubuyla kapatan Yılmaz Erdoğan’ın yıllar içinde hurdaya çıkmış tarzının birebir stereotipi. Uzun ve anlamsız kelime oyunları ile komiklik veya duygusal aktarım yapmayı deneyip bir süre sonra hangi sahnede hangisinin amaçlandığını anlayamadığımız tüketen bir maraton adeta. Eğlendirici olabilmek için fazla uzun dialoglar var. Sürekli sündürdükçe sündürüp şakanın punchlineını kaçıran esprilerden kaçarken çatısı kurulmamış karakterlerin ve dönemin inandırıcılıktan uzak duygusallık enjekte etme girişimlerine maruz kalıyoruz. Hangisi daha bıktırıcı tam emin olamadım.
Oyunculuk: Film boyunca Ecem Erkek harici tüm diğer oyuncular konuk oyuncudan hallice rol aldıkları için çizdikleri portreler çoğunlukla yarım, bir çıkartım yapılamayacak kadar silik. Önlerinde inandırıcı ve doyurucu bir senaryo olmayan, prodüksiyon sürecinin her aşamasında herhangi bir sanatsal veya dramatik kaygı güdülmeden ortaya çıkartılmış eserin kurbanları gibi göründü bana. Ecem Erkek de yıllardan beri Demet Akbağ ile özdeşleşmiş olan bir rolü tüm bu eksiklere rağmen elinden geleni vererek portrelemeye çalışmış ama elinden gelebilecek pek bir şey de yokmuş sanki.
Sinematografi/ Diğer: Anlatım tarzı olarak sık sık geçmişe gitme ve foto albüm üzerinden ışınlanma tekniklerini benimsemişler. Orijinal değil, ilginç ve merak uyandırıcı hiç değil. Dünya sinemasında çeşitli örneklerini görmemiş olsak bile bir albenisi yok. Ama filmin kesinlikle dip noktası ateş böceklerinin olduğu sahneler. Ya böcekler ya da Ecem Erkek sanki photoshop marifeti ile ekrana yerleştirilmiş gibi duruyorlar ki görselliği de kullanarak bir şeyler anlatılmak istenen bir eser için yüz kızartıcı bence.
Kurgu: Açıkçası senaryo zaten çeşitli eksik gediklerle başlıyor ama karakterlere ve döneme dair anlatımların hepsi de bir şekilde toplanıp bütünlüklü bir iş çıkart(a)mıyor. En azından filmi izlediğim kadarıyla baş karakterimizin geçen yıllar içinde Türkiye’nin değişmen siyasi ve sosyal atmosferindeki yerini anlatmayı dert edinmiş bir film için irili ufaklı bir sürü “olmasa da olurmuş” denilebilecek yan hikaye mevcut. Hikaye içinde ne işe yaradığını bilemediğimiz olay ve karakterler beklendiği gibi derinlik katmıyor maalesef.
Son Söz: Bkz: İlk söz.
İzleyici kitlesinin kaliteden çok abartılı ruh hallerini aradığı Türkiye piyasasında daha çok ekmek yiyecektir Yılmaz Erdoğan. Bunu ne kadar sürdürebileceği konusunda emin olmasam da kendisine fena halde hayran olduğunu hepimizin bildiği tahtından inip gerçekleri görmeli. Sanat açısına odaklanacaksa nitelikli ve derinlikli, pop corn tarza odaklanacaksa sürükleyici ve heyecanlı şeyler çıkarmaya odaklanmalı. Ha kendi çöplüğünde öten horoz olmak ona yetiyorsa bilemem elbette, tercih meselesi.