[voiserPlayer]
Siyaset tarihinin en büyük günah keçisi neo-liberalizmin çöktüğü iddiası, yaklaşık yirmi yıldır küresel politik gündemi sürekli meşgul ediyor. Bu iddia en son, Şili’de yaşanan protestolar ile yeniden gündeme geldi. Sol çevrelerce, adaletsizliğe, yolsuzluğa ve yoksulluğa karşı insanların sokağa çıkması, neo-liberalizmin ölümünü ilan etmek için yeterli bir koşul. Bu yüzden, herhangi bir ülkede doğan bir protesto, bu çöküşe ilave birer kanıttan başka bir şey değil. Ancak son yıllarda 21. Yüzyıl sosyalizminin kalesi Latin Amerika’da meydana gelen ve Şili’de neo-liberalizmin ölümüne ferman verenlerin çoğunun görmekten imtina ettiği bir takım gelişmeler, bu genelleyici yaklaşımı çelişkili ve çetrefilli bir hale sokuyor.
Söz gelimi Brezilya’da Sosyalist İşçi Partisi, yolsuzluk ve yoksullukla mücadele hedefi ile 2003 yılında iktidara geldi ve 2016 yılına kadar iktidarda kaldı. Ancak hükümetin 2003 ile 2010 yılları arasındaki cumhurbaşkanı Lula da Silva ve bir çok parti yetkilisi çeşitli yolsuzluklardan mahkum oldu, halefi Dilma Rousseff bütçe rakamlarını manipüle etmekten dolayı 2016 yılında meclis tarafından görevden alındı. Tüm bunlar ekonomik büyüme ve gelir dağılımı politikalarındaki başarısızlıklar ile birleşince, 2018 yılındaki seçimleri sağcı popülist lider Jair Bolsanaro kazandı.
Nikaragua’da 2007 yılında başkanlığa gelen sosyalist lider Daniel Ortega, 2014 yılında başkanlık seçimleri için geçerli olan en fazla iki dönem seçilebilme kuralını kaldırdı. Bu süre zarfında yüksek yargı ve orduyu istediği gibi dizayn etti, muhalif basını susturdu. Muhalefet tarafından boykot edilen 2016 yılındaki hileli seçimlerde, karısının başkan yardımcısı olarak seçilmesini sağladı. 2018 yılında kendisini istifaya davet için sokağa çıkan halka, başına dünürünü getirdiği emniyet güçleri vasıtasıyla vahşi bir şiddet uygulamaktan kaçınmadı ve hala devam eden protestolar sonucunda bugüne kadar yüzlerce kişi hayatını kaybetti.
Bolivya’da Sosyalizme Doğru Hareket partisinin lideri Morales, 2005 yılı sonunda iktidara geldi. 2009 yılında Anayasa Meclisi aracılığıyla daha önce başkanlık süresini en fazla bir dönem ile sınırlayan kanunu iki döneme çıkardı. 2014 yılında ise Morales’in başkanlığının ikinci dönemi sona eriyordu. Ancak o, 2013 yılında seçimlere bir daha girebilmek için Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Morales’in gerekçesi, başkanlık dönemi için miladın 2006’dan değil, başkanlık süresi ile ilgili anayasa değişikliğinin yapıldığı tarih olan 2009’dan başlaması gerektiğiydi. Kendisine yakın hakimlerden oluşan Anayasa Mahkemesi başvurusunu kabul etti ve Morales 2014 yılında üçüncü kez başkanlığa seçildi. Bu yetmedi, bu sefer 2016 yılında iki dönem sınırlamasının kaldırılması teklifini referanduma götürdü. Halk teklife hayır oyu verdi ancak 2017 yılında Anayasa Mahkemesi seçme ve seçilme hakkının evrensel bir hak olduğunu ve oylamaya tabi olamayacağı gerekçesiyle Morales’in 2019 yılında seçimlere bir daha girebilmesine olanak sağladı. 20 Ekim 2019 tarihinde yapılan seçimlerde, Morales usulsüzce yapılan oy sayımları sonucunda kendisini ilk turdan başkan ilan etti. Halk bu karara tepki için sokağa çıktı. Bunun üzerine Ordu, toplum ile devletin arasında bir çatışma yaşanmaması için Morales’i istifaya davet etti ve Morales başkanlığı bırakmak zorunda kaldı.
Venezuela’da son yirmi yıldır iktidarda olan sosyalist Chavez ve Maduro yönetimlerinin eşitlik vaadi, tüm toplumu eşit derecede mutlak yoksulluğa mahkum ederek gerçekleşme imkanı buldu. Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan ülkenin, Chavez zamanında sosyalist planlama yüzünden değil de yüksek petrol fiyatları sayesinde görece iyi bir refah yaşadığı, 2014 yılından itibaren petrol fiyatlarının düşmesiyle açığa çıktı. Petrol gelirlerinin yokluğunda merkezi hükümet harcamalarını ancak para basarak finanse edebildi. Bu politika(sızlık), enflasyonu son iki yılda yüzde bir milyon seviyelerine çıkarırken, satın alım gücü sıfırlanan halk açlık ve sefalete sürüklendi. Fiyat kontrolleri ve özel mülkiyeti dışlayan kamulaştırma deneyimleri yüzünden ülkede temel gıda ve sağlık malzemelerinde kıtlık söz konusu oldu. Ülkede temel ihtiyaçlar, ancak zenginler tarafından ancakkaraborsa yoluyla temin edilebilir hale geldi. 2018 yılında bazı muhaliflere yasaklanan ve hileli olduğu için geri kalan muhaliflerce de boykot edilen seçimlerin ardından yeniden başa geçen Maduro’yu protesto eden on binlerce kişi devlet güçleri tarafından öldürülürken, milyonlarca Venezuela’lı sefaletten kurtulmak için çareyi komşu ülkelerekaçmakta buluyor.
Latin Amerika’da yukarıdaki örneklerle özetlenen sosyalizm başarısızlığını ve toplumun sosyalist iktidarlara duyduğu öfkeyi görmezden gelen sol entelijansiya, Şili’de geçen ay ortaya çıkan protestolar sonrasında “neo-liberalizmi” yeniden ölüme mahkum ederken, sosyalizmin bir kez daha haklı çıktığını müjdeliyor. Üstelik, Hong-Kong’ta Çin’in otoriter yönetimine, Katalonya’da bağımsızlık hedefiyle, Ortadoğu’da ise (Lübnan, Irak ve İran) yolsuzluk ve yoksulluk problemlerine karşı gelişen protestoların hepsini “neo-liberal kapitalist” politikaların başarısızlığının bir ispatı olarak görme yüzeyselliğine düşüyor. Kolombiya, Ekvador ve Arjantin’de iş başına geldikten sonra başarısızlıkla nihayetlenen sol iktidar deneyimlerinin nedenini ise, “neo-liberal” politikalara teslim oluşa bağlıyor. Hatta başarısız bu sol iktidarları gerçek sosyalist olarak bile değerlendirmiyor, onları devlet kapitalizmine hizmet etmekle suçluyor. Tıpkı geçmişte Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Mao dönemi Çin, Kamboçya ve Arnavutluk örneklerinde olduğu gibi.
Sosyalizm, son yüzyılda Latin Amerika deneyimi de dahil olmak üzere, tarih boyunca her seferinde daha fazla eşitlik ve özgürlük vaadiyle iktidara geldi. Ancak günün sonunda toplum, şu an tüm dünyada cereyan eden protestoların belki de ortak noktası olarak sayılabilecek yoksulluk, kurumsal çürüme, yolsuzluk, siyasal baskı ve otoriterleşme problemlerinin sosyalist rejimlerde daha da şiddetlendiğine şahit oldu. Sol entelijansiya, bu yalın gerçekten kaçmak için, ne olduğu müphem bir neo-liberal heyulaya tüm günahları atfeden bir saldırı pozisyonunu oldukça kullanışlı buluyor. Ancak Latin Amerika deneyiminden çıkarılamayan dersler gösteriyor ki; sol düşünce, bu gerçek-dışı tutumla, toplum nezdinde yaşadığı inandırıcılık problemini çözmeyi değil, ideolojik konforunu korumayı daha çok tercih ediyor.
Fotoğraf: Lucas Gallone