[voiserPlayer]
Nihayet beklenen oldu ve Ali Babacan 8 Temmuz 2019 tarihinde kurucusu olduğu Adalet ve Kalkınma Partisi’nden istifa etti. Babacan’ın istifa ile birlikte yaptığı açıklama birçok muhalif için tatmin edici değildi. Ki bu aslında son derece iyi bir şey. Babacan’ın açıklaması, muhalifler için tatmin edici olmasa da bir AKP seçmeni için hem rahatsız edicilikten uzak, hem de inkar edilemez çarpıklıklara değinen bir metindi.
Davutoğlu ise yazılı olarak yayınladığı uzun bir bildiri, ardından çeşitli illerde yaptığı konuşmalar ve son olarak röportajı yapan gazetecileri işlerinden eden yaklaşık 2.5 saatlik bir röportaj ile AKP yönetimine karşı eleştirel tavrını adım adım yükseltti. Buna rağmen Davutoğlu partisinden istifa etmedi. Parti içerisinde muhalefet etme stratejisini sürdürüyor.
Bu iki ismin parti kurup kurmayacakları, beraber mi yoksa ayrı ayrı mı kuracakları, sonbaharda mı yoksa ilkbaharda mı kuracakları, partilerin içerisinde hangi isimlerin yer alacağı gibi onlarca konu bir süredir Türkiye siyasetinin gündemini işgal ediyor. Ancak bu soruların cevapları ne olursa olsun, Davutoğlu ve Babacan 24 Haziran seçimlerinden itibaren attıkları adımlarla Türkiye’de bir dönemi kapatacak o önemli gelişmeyi ortaya çıkardılar: Recep Tayyip Erdoğan’ın kişiliği etrafında inşa edilen lider kültü yıkılıyor.
Erdoğan Kültü Nasıl Ortaya Çıktı, Nereye Evrildi?
Recep Tayyip Erdoğan, 17 yıllık iktidarı boyunca, bir lider kültü yaratılmasında muazzam bir başarı elde etti. Bu kült, Erdoğan’ın siyasi yolculuğu ile başladı ve tüm gücü elinde toplaması süreciyle paralel seyretti. AKP’nin kurumsallığı aşındıkça ve parti programının yerini Erdoğan’ın kişisel karizması aldıkça lider kültüne duyulan ihtiyaç daha da arttı. Özellikle, 2013 yılında yaşanan Gezi Protestoları ile benimsenen kutuplaştırıcı dil sayesinde ayyuka çıkan popülist tavır, Erdoğan’a koruması ve ihtiyaç halinde kenetlemesi gereken bir seçmen kitlesine sahip olması gerektiğini gösterdi. Oluşturulan lider kültünün bu stratejiyle yakın bir ilişkisi var.
Yaklaşık 2013’e kadar seçmenin ilk önce “Tayyip” ve ardından “Tayyip Baba” olarak isimlendirdiği Erdoğan, bu tarihe kadar siyaseten tercih edilebilir oluşunu bir siyasi parti olarak AKP’ye, partisi ile gerçekleştirdiği icraatlere ve AKP’nin siyaset sahnesindeki diğer aktörlere karşı kurduğu ahlaki üstünlüğüne dayandırıyordu. Ancak ahlaki üstünlüğü Gezi Protestoları ile sorgulanmaya başlayan AKP, bu tarihten itibaren siyaseten tercih edilebilir oluşunu bizzat Erdoğan’ın kendisine dayandırmaya başladı. Recep Tayyip Erdoğan kültü bu süreçle birlikte yaratılmaya başlandı ve “Tayyip Baba”, “Reis” oldu.
Hilal Kaplan 2014’te yazdığı yazısında bu sürece dikkat çekerken Tayyip Baba’nın Reis’e dönüşmesini ve Erdoğan’ın bir kişi kültü olarak öne çıkmasını, Erdoğan’ın şahsına yapılan saldırılara dayandırıyordu. Oysa ki Kaplan, buradaki dönüşümü kasıtlı olarak tersine çeviriyordu. Recep Tayyip Erdoğan kültü, Erdoğan’ın şahsına yapılan saldırılar nedeniyle oluşmadı. Erdoğan bu kültü oluşturabilmek için kendi iktidarına getirilen tüm eleştirileri, şahsına ve ardından memlekete yapılan saldırılar olarak göstermeyi başardı. 17-25 Aralık, bu gerekçelendirmeyi haklılaştırmanın bir numaralı aracı oldu ve bu kültün oluşmasında önemli bir eşikti. 17-25 Aralık’ın ardından 2014 yılının Ocak ayında tüm ülkedeki bilboardları dolduran “Sağlam İrade” pankartı, bu kültün oluşması sürecinde değinilmesi gereken bir diğer nokta oldu. Artık AKP yoktu, Recep Tayyip Erdoğan vardı.
Bu kültün oluşturulmasındaki bir diğer dönemeç, 10 Ağustos 2014 tarihli Cumhurbaşkanlığı Seçimleri oldu. Seçilmesinden hemen önce aldırdığı olağanüstü kongre kararıyla Abdullah Gül’ü partiden tasfiye eden Erdoğan, rahatça kazandığı seçimlerle birlikte liderlik kültünün oluşmasında çok önemli bir işlevi yerine getirecek olan “Cumhurbaşkanı” sıfatını kazandı.
O tarihlerde cumhurbaşkanını halkın seçmesiyle bir çeşit yarı-başkanlık sistemine geçiş yapmış olan Türkiye’de, cumhurbaşkanı sıfatı hem halk nezdinde hem de mevcut kanunlarda hala tarafsız ve partiler üstü bir konumu ifade ediyordu. Erdoğan da bu konumu hatırlatmak için sıklıkla ilgili Anayasa hükmüne atıfta bulundu, “Cumhurbaşkanının devletin birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü korumakla görevli olduğunu” söyledi. Halk tarafından seçilen ilk cumhurbaşkanı olması ve bu yeni yarı-başkanlık sisteminin aslında bir ara sistem olması, Erdoğan’a dilediğince kullanabileceği muazzam bir boşluk yarattı. Bu şekilde Erdoğan, hem istediği zaman partiler üstü bir konumda bulunuyor, hem de istediği zaman icraatçı bir cumhurbaşkanına dönüşüyordu. Erdoğan, seçilmesinden evvel bu durumun sinyallerini vermişti. Cumhurbaşkanına Anayasa hükmü ile verilmiş olan ancak olağanüstü durumlar haricinde teamülen kullanılmayan bakanlar kuruluna başkanlık etme yetkisini kullanacağını açıkladı. Yine Erdoğan “Sadece Çankaya’da sürekli oturan bir cumhurbaşkanı olmak istemiyorum. Dolaşan, ulusal, uluslararası planda koşturan, bağlantıları kuran, iş adamlarımızla beraber fellik fellik dolaşan, bakanlarımızla beraber koşturan… Koşacağız, bu bağlantıları kuracağız” açıklamasıyla, yepyeni bir cumhurbaşkanlığı anlayışıyla görev yapacağını söylüyordu.
Anayasaya göre tarafsız ve partiler üstü bir konumda olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, tarafsız sıfatını kaldırıp attı. Ancak partiler üstü konumunu korumak istedi. Bu vesileyle siyasetin içinde olan, partisini kontrol eden ve bir başbakan gibi icraatlerini sürdüren Erdoğan, icraatlerine getirilen eleştirilere karşı cumhurbaşkanlığı zırhını giydi. Bu husus Recep Tayyip Erdoğan kültünün oluşmasında kilit bir önemdeydi.
Erdoğan, Türk Ceza Kanununda düzenlenen Cumhurbaşkanına Hakaret suçunu kendisine getirilen her türlü eleştiriye karşı çok önemli bir araç olarak kullandı. 2014 yılında 132 kişi hakkında Cumhurbaşkanına Hakaret suçundan dava açılmışken, bu sayı 2015 yılında 1.953’e, 2016 yılında 4.187’ye, 2017 yılında 6.033’e fırladı. Bu tarihten sonra da sayı katlanarak artmış olsa da, buna ilişkin bir istatistik bulmak mümkün değil. Aşağıdaki tablo, Recep Tayyip Erdoğan kültünün yaratılmasında Cumhurbaşkanına Hakaret suçunun nasıl kullanıldığını açıkça gösteriyor;
Recep Tayyip Erdoğan kültünün oluşturulmasındaki belki de en önemli eşik, 7 Haziran seçimleri oldu. Seçimlerdeki hezimetin ardından Erdoğan, hem makas hem de ittifak değiştirdi. Güvenlikçi politikaya geçiş ile lider kültü çok hızlı bir şekilde tahkim edildi. Bu tarihten itibaren Erdoğan’a getirilen eleştiriler, doğrudan memleketin bekasına yapılmış saldırılar olarak nitelendirilmeye başlandı.
15 Temmuz Darbe Girişimi ise bu kültün tamamlanmasını beraberinde getirdi. Erdoğan’ın bu girişime verdiği tepki, halkı meydanlara çağırmak ve ardından bizzat Atatürk Havalimanı’na iniş yaparak vatandaşlarla kucaklaşmak oldu. Tabiatı itibariyle sert ve cesur bir adam olan ve karizmasını da bundan alan Erdoğan, gösterdiği bu yiğitlik ile kendi seçmeninin gözünde bugüne kadar pek kimseye nasip olmamış bir noktaya yükseldi. Ardından yapılan Yenikapı mitingi ile toplumun tüm kesimlerini kucaklayacağı mesajını veren Erdoğan’ın görev onayı %68’e yükselerek bir rekor kırdı. Cumhurbaşkanlığı döneminde hiç bu kadar yüksek bir görev onayı oranına ulaşamayan Erdoğan, bu tarihten sonra da bu oranı hiç yakalayamadı. Yenikapı mitingiyle tamamlanan Recep Tayyip Erdoğan kültü, Erdoğan’a bir referandum ve bir genel seçim kazandırdı. AKP seçmeni, şartlar ne olursa olsun Erdoğan’dan vazgeçmedi. Muhalefet partileri, seçim stratejilerini Erdoğan’ı hedef almamak ve eleştirmemek üzerine kurdular.
Erdoğan, her iki seçimde de oluşturduğu karşıtlık üzerinden kendisi ile beraber olmayanları teröristlerle beraber olmakla suçladı ve uzun zamandır devam ettirdiği kutuplaştırma siyasetini sürdürdü. Kutuplaştırma siyaseti, kendi seçmeni nezdinde Recep Tayyip Erdoğan kültünü devletin bekası ve hatta devletin kendisi ile eşdeğer hale getirdi. Bu kült öyle bir hale geldi ki, muhalefet partileri bunun altında ezilir oldu. Bunun en görünür olduğu olay, 24 Haziran seçimlerinden hemen 1 ay sonra yaşanan Rahip Brunson krizi oldu. Türkiye yaşanan krizle birlikte sert bir kur şoku yaşadı ve ardından zaten başlamış olan ekonomik kriz derinleşti. Bu kriz yaşandığında muhalefet partileri, Recep Tayyip Erdoğan kültünün etkisiyle hükümetin yanında olduklarını açıkladılar. Hiçbir anlamı olmayan ve Türkiye’yi derin bir ekonomik krize hızla sokan bu krizde hiçbir muhalefet partisi, akla uygun, makul bir öneri getirmedi. Bunun yerine, Trump’ın adının İstanbul’daki bir alışveriş merkezinden silinmesi önerisi geldi. Muhalefet Erdoğan’ın arkasına sıralanıp Trump’a yüklenirken, Ekim ayında Rahip Brunson salındı. Muhalefetten yükselen cılız sesler çok kısa bir sürede ortadan kayboldu.
Recep Tayyip Erdoğan kültü, muhalefet partilerinin nasıl siyaset yapacaklarını da dizayn etti. Muhalefet partilerinin bu siyaset anlayışı, sokaktaki vatandaşa da tesir etti. 31 Mart yaklaşırken yapılan sokak röportajlarında bu durum kendisini tüm çıplaklığıyla gösteriyordu. Muhalif vatandaşlar dahi pahalılıktan, kamudaki israftan, yolsuzluklardan, adaletsizlikten isyan eden ateşli konuşmalarının sonuna “He, ben Sayın Cumhurbaşkanımıza bir şey demiyorum ama” cümlesini mutlaka ve mutlaka ekler oldular.
Recep Tayyip Erdoğan kültünün AKP seçmeni üzerindeki etkisi ise özellikle gerçekliğin artık reddedilemez olduğu anlarda kendini gösterdi. Mavi Marmara konusunda Erdoğan’ın İsrail ile anlaşması “Reis’in bir bildiği vardır” savıyla geçiştirildi. Yine AKP seçmeni çok uzun bir süre Türkiye’de durumun çok iyi olduğunu, hiçbir sorun olmadığını, sorun olduğunu iddia edenlerin lobici olduğunu dillendirdi. Ancak Türkiye’nin yönetilemediği gerçeği artık reddedilemez olduğunda, bu sefer “Sabır kardeşim sabır, Reis hepsini halledecek” savı ortaya çıktı. Artık sabredilemeyecek noktalara gelindiğinde ise “Reis’i danışmanları yanlış yönlendiriyor” ifadesi AKP seçmeninin siyasi tartışmalardaki can simidi oldu.
Nihayetinde 31 Mart seçimlerine gelindi. Her ne kadar Erdoğan neredeyse bütün büyükşehirleri kaybetse de, ülke çok derin bir ekonomik krizin içinde olmasına, siyaset kurumunun tamamen işlerliğini kaybetmesine, dış politikada Türkiye’nin bugüne kadar hiç karşılaşmadığı bir yalnızlık ve kriz hali içinde olmasına rağmen, AKP %45, Cumhur İttifakı ise %52 oy aldı. Ardından Erdoğan, hayatının hatasını yaparak İstanbul seçimlerini yeniletti ve siyasi hayatındaki en büyük yenilgiyi aldı. Bu sayede muhalefetin elde ettiği psikolojik üstünlük hala devam etse de, Türkiye’nin mevcut vaziyeti dikkate alındığında AKP’nin %45 ve Cumhur İttifakı’nın %52 oy alması, inanılması çok güç bir başarıdır. Bu başarının ve bu kadar yüksek bir oy oranının nedeni Recep Tayyip Erdoğan kültüdür.
Yenilenen İstanbul seçimleri, Recep Tayyip Erdoğan kültüne ağır bir darbe indirdi. Ancak bu darbe, muhalefet nezdindeki Recep Tayyip Erdoğan kültüne indi. Bu kültü oluşturan en temel unsurlardan olan Erdoğan’ın yenilmezliği, tarih oldu. AKP seçmeni nezdindeki Recep Tayyip Erdoğan kültü ise bu kadar ağır bir yara almadı. Zira bu kesim için bu kültü ayakta tutan çok fazla etmen var ve yenilmezlik sıfatı bu etmenlerin birçoğunun gerisinde kalıyor.
Xerxes Vuruldu
Bir döneme damgasını vuran 300 Spartalı filminin klasikleşmiş bir sahnesi vardır. Filme göre başlarında Tanrı-Kral Xerxes ile bilinen dünyanın neredeyse her bir köşesini fetheden Pers ordusu, yönünü Sparta’ya çevirmiştir. Pers ordusu o kadar kalabalıktır ki, geçtiği ırmakları içerek kurutmakta, kentleri erzaksız bırakmaktadır. Xerxes kendisine teslim olan şehirlerin krallarına göz alabildiğine nimetler sunmakta, direnenleri ise uçsuz bucaksız ordusuyla ezip geçmektedir. Yenilgi görmeyen ve her şeye kadir olan Xerxes, ordusu ve insanları tarafından Tanrı-Kral olarak görülmektedir. Hatta onun bu kudreti ve Tanrı-Kral vasfı, teslim olmalarını istediği Yunan şehir devletlerinde de kendini hissettirir.
Sparta Kralı Leonidas ise teslim olmaz ve 300 adamıyla Pers ordusunu Thermopylae geçidinde karşılar. Çetin geçen çarpışmalara rağmen Pers ordusu geçidi aşamaz. Ancak kendilerine gösterilen bir dağ yolu vesilesiyle Kral Leonidas ve yanındaki 300 askerini en sonunda kuşatırlar. Spartalıların teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştır. İşte o klasikleşmiş sahne de tam bu anda yaşanır. Xerxes, Kral Leonidas’ın kendisine secde edişini izlemek için göz alıcı tahtının üstünde savaş meydanına yaklaşır. Kalkanını, miğferini ve mızrağını yere atıp secdeye varan Leonidas, son anda kalkar ve yerden aldığı mızrağını epeyce uzaktaki tahtının üzerinde kendisine secde edilmesini bekleyen Xerxes’e fırlatır. Ağır çekimde ilerleyen mızrak, Xerxes’in yanağını yırtar ve tahta saplanır. Eline akan kanı gören Xerxes’in yüzündeki tepki görülmeye değerdir. Zira sadece ordusu ve rakipleri değil, Xerxes de kendisinin Tanrı-Kral olduğuna emindir. Ancak Leonidas, Xerxes’i vurmuş ve onun da bir fani olduğunu herkese göstermiştir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Bugün artık hiçbir devlet yöneticisi Tanrı-Kral olduğunu iddia etmese de, otoriter liderlerin oluşturdukları “lider kültünün” eski çağlardaki Tanrı-Kral imgesine benzetilmesi doğaldır ve bu benzetmede bir yanlışlık da yoktur. Zira bugünün otoriter liderlerinin eleştirilemez, sorgulanamaz, hikmetlerinden sual olunmaz yapıları eski çağların Tanrı-Krallarına özgüdür.
Oluşturulan Recep Tayyip Erdoğan kültü, islamcı bir politikacı olan Erdoğan’a doğal olarak bir ümmet liderliği payesi getirdi ve AKP seçmeni gözünde Erdoğan’ı eski çağların Tanrı-Krallarına benzer bir statüye taşıdı.
Yeni Partiler Neye Yarayacak?
Davutoğlu ve Babacan’ın kuracakları partilerin etkileri, ne kadar oy alacakları, Türkiye’yi mevcut duruma getiren AKP içerisinden çıkan bu isimlerin Türkiye için bir umut olup olamayacağı tartışmaları uzunca bir süre devam edecektir. Ancak bu soruların cevapları ne olursa olsun, Davutoğlu ve Babacan’ın kuracakları partiler ve hatta henüz parti kurmamış olmalarına rağmen yaptıkları eleştiriler, attıkları adımlar, çok önemli bir etkiye sahip olacaktır.
Bu etki, Leonidas’ın Xerxes’i vurarak yarattığı etkiyle aynı etkidir. Recep Tayyip Erdoğan’ın bir fani olduğu, hata yapabileceği, yanlış kararlar alabileceği ve en önemlisi, Türkiye’yi Recep Tayyip Erdoğan’ın yönetmek mecburiyetinde olmadığı, başkalarının da Türkiye’yi yönetebileceği düşüncesi, AKP seçmeni arasında dalga dalga yayılacaktır.
AKP seçmeni, kendi arasında ve kapalı kapılar ardında parti kadrolarını, parti yönetimini, kamudaki israfı, yanlış giden şeyleri konuşsa ve bunları çeşitli eleştirilere tabi tutsa da, bunlardan Erdoğan’ı sorumlu tutmuyordu. Bu tarz eleştiriler muhalifler tarafından dillendirildiğinde ise, eleştiriler Erdoğan’a yönelmiş olmasa dahi muhalefet tarafından geldiği için AKP seçmeni bunlara kulağını tıkıyordu.
Ahmet Davutoğlu, getirdiği eleştiriler ve bunlara bağlı olarak ortaya koyduğu iki şart ile AKP seçmeninin bugüne kadar hiç karşılaşmadığı bir şey ile karşılaşmasını sağladı. Onların gözünde muhalif, gezici, çapulcu, fetöcü, PKKlı olmayan, hala AKP’den istifa etmemiş, kendilerinden bir kişi yüksek sesle Recep Tayyip Erdoğan’ın yanlış yaptığını dillendirdi. Babacan’ın kuracağı partiden daha islamcı bir çizgide bulunan ve bu yönüyle esas odağının AKP seçmeni olduğu aşikar olan Davutoğlu’nun, Babacan’a göre oy potansiyelinin çok daha az olduğu düşünülse de, etkisi oy oranından çok daha yüksek olacaktır.
Ahmet Davutoğlu kadar yıpranmamış bir isim olan Babacan ise, yalnızca istifası ve istifa ile birlikte paylaştığı açıklamasıyla, Davutoğlu’nun yarattığı bu etkiyi yarattı. Babacan’ın AKP seçmeni nezdindeki ekonomiyi iyi yöneten adam imajı, kuracağı partinin teknokrat ağırlıklı olacak olması, diğer parti seçmenlerinden de oy alabilme ve dolayısıyla yüksek bir oy oranına ulaşma potansiyeline sahip olması, kendisinin AKP seçmeni tarafından Davutoğlu’na nazaran daha çok tercih edilmesine sebep olabilecektir.
Fakat bu tartışmalara girmeden, her iki ismin de etkisinin Recep Tayyip Erdoğan kültünü yıkmak olacağını söylemek mümkündür. Bu iki ismin Erdoğan’ı eleştirirken aldıkları naif tavır, bu kültün yıkılması noktasında son derece önemlidir. Aksi durum, AKP seçmeninin reaksiyoner bir tavra bürünmesini getirecektir. 17 yılda adım adım örülmüş, bu koşullarda %52 oy aldıran bir kült, bir anda yıkılmayacaktır.
Özellikle sosyal medyada muhalifler, Davutoğlu ve Babacan’a karşı bir önyargı besliyor ve bu kişilerin attıkları her adımı, söyledikleri her sözü, Türkiye’nin bugünlere gelmesinde pay sahibi oldukları için kıyasıya eleştiriyorlar. Bu eleştiriler, tamamen haklı eleştiriler. Bir muhalifin, ne Davutoğlu’na ne de Babacan’a güvenmemesi, bu kişilere hiçbir sempati beslememesi doğaldır. Türkiye’nin bugünlere gelmesinde bu kişilerin sorumluluğunun bulunduğunu ifade etmesi, doğallığının ötesinde bir gerçeğin dışa vurumudur. Ancak, Davutoğlu ve Babacan’ın Erdoğan’a karşı sert eleştiriler getirmemelerin eleştirilmesi, son derece anlamsızdır. Yine, bu kişilerin her söylediklerinin her defasında bir eleştiri yağmuruna tutulması da son derece anlamsızdır. Zira bu kişiler, AKP seçmenine konuşmaktadır. Muhaliflerin yapması gereken, AKP seçmenine konuşan bu iki ismin konuşmalarından rahatsızlık duymak yerine, oturup bu açıklamaların AKP seçmeni içerisinde yarattığı tartışmaları ve Recep Tayyip Erdoğan kültünün yıkılışını dikkatle izlemektir.
Zira bu tartışmalar ve bu kültün yıkılışı, hem muhalifler için, hem muhalif olmayanlar için, yani tüm Türkiye için son derece hayırlı olacaktır. Dünyevileşen ve hata yapabilen ölümlüler arasında seyreden siyaset normalleşmenin ilk adımıdır. Bu nedenle Davutoğlu’nun da, Babacan’ın da daha çok görünmesi, daha çok konuşması, AKP seçmenine daha çok tesir etmesi gerekmektedir. Bir muhalifin bundan mutluluk duyması icap eder.