[voiserPlayer]
Uzun zamandır tekrarlanan, Erdoğan’ın kurumları tahrip ettiği ve bunun Türkiye açısından olumsuz sonuçları olduğu söyleminin ne demek olduğunu kendimce izah etmek için bu yazıyı yazıyorum. Maksadım, kurum teorisi üzerinden olan biteni anlatırken, yaşananların mekanizmalarını sebep ve sonuçlarıyla izah etmeye çalışmak. Öncelikle, Türkçe’de çoğu zaman aynı anlamda kullanılan teşkilat (organizasyon) ve kurum kelimeleri arasında sosyal bilimlerde gözetilen farkı açıklayarak başlamak istiyorum. Teşkilatlar ofisleri, hiyerarşik yapıları, bütçeleri, malzemeleri vb. olan, belirli bir amaca veya amaçlara ulaşmak için bir araya getirilmiş insan gruplarına verilen isimlerdir. Kurumlar ise bireylerin ilişkilerini şekillendirmek üzere insanlar tarafından yaratılmış sınırlandırmalardır.
Örneklendirmek gerekirse TSK, binaları, askerleri, subayları, tankları, uçakları ile bir teşkilattır. Bu teşkilat Türkiye Cumhuriyeti’ni silahlı saldırılara karşı korumak amacıyla bir araya getirilmiş insanlardır. Fakat, askerliğin ayrıca içerisindeki bireylerin hangi kurallar dahilinde hareket edeceklerini belirleyen düzenleyici, normatif ve kültürel (aşağıda açıklayacağım), sütunlar üzerine oturan bir kurumsal yapısı vardır. Bu kurumsal yapı, TSK teşkilatı bünyesinde bulunan askerlerin ve subayların birbirleriyle ilişkilerini şekillendiren kurallar manzumesidir. Bu kurallar sosyal gerçekliği de şekillendirdikleri için TSK’nın sahip olduğu silahların, tankların, uçakların vb. hangi koşullarda ve nasıl kullanılacağının belirlenmesinde de etkili olurlar.
Kısaca örnek verirsek, 15 Temmuz darbe girişiminde TSK’nın önemli bir bölümünün darbeye dahil olamaması; sadece teşkilatın yapısından değil, teşkilat içerisindeki bireylerin bir kurumsal çerçevede hareket etmesindendir. Üstlerinden gelecek bir darbe emrine yasal olarak itaat etmeleri gerekebilirken, çeşitli normatif ve kültürel kısıtlamalar sebebiyle bu emirlere karşı çıkmışlardır.
Kurumlar yukarıda sütun olarak tarif ettiğim, üç ayrı kısıtlama grubu üzerinde yükselirler. Üç sütundan ilki olan regülatif/düzenleyici sütun, yazılı olan “resmi” kısıtlamalardır. Bu sütun, bireylerin karşı çıkmaları durumunda maddi olarak cezalandırılacaklarını bildikleri kısıtlamaları içerir ve bu kısıtlamalar fiziksel güç tehdidi ile desteklenir. TSK örneği üzerinden devam edersek, askerlikte ast ve üst ilişkilerini resmi ve yazılı olarak belirleyen kurallar regülatif sütunu temsil eder. Astların üstlerine itaatsizlikleri durumunda kanunda yazıldığı şekilde maddi yaptırımlara tâbi tutulurlar ve bu maddi yaptırımlar (ör. hapis cezası gibi) fiziksel bir kuvvet tarafından tatbik edilir.
Normatif sütun ise bireylerin sosyal ilişkileri dahilinde nasıl davranmaları gerektiğini belirleyen ve genel olarak resmi olmayan kısıtlamaları kapsar. Bu sütunun kısıtlamaları gücünü sosyal baskı unsurlarından alır. TSK örneğine dönelim: Bir subayın vazifesi süresince kendi üstü olan bir başka subaya, emeklilik sonrası hala “komutanım” diyerek hitap etmesi ve “gereken saygıyı” göstermesi bu kısıtlamanın örneğidir. Bunu yapmaması durumunda terfi ertelemesi, hapis cezası gibi maddi cezalar almayacağını bilmesine rağmen, başkaları tarafından ayıplanabileceği algısı bu davranış kısıtlamasını destekleyen güçtür. Bu ayıplama sonucunda bazı sosyal ağlardan dışlanabileceği gibi bu sosyal ağların kendisine getirmesi mümkün olan imkanlardan da faydalanmaz.
Son olarak, kültürel sütun kısıtlamaları bireylerin üzerinde bile düşünmedikleri ve hiç bir yaptırım olmaksızın hareket ettikleri kısıtlamalardır. Örneğin, hiçbir subay sabah içtimasına pijama ile katılmayı düşünmez. Bunun sebebi ceza göreceği veya gülünç duruma düşme ihtimali olmaktan öte, bunu aklına bile getirmeyecek olmasıdır. Askerlik, disiplin, subaylık gibi sembollerle oluşturulmuş bir kültürel anlatının çerçevesinde düşündüğü için kendisine “anlamsız” gelecek bu tür bir davranışa tenezzül etmez.
Kurumlar insan davranışlarını bu üç şekilde kısıtlayarak ve onları bir arada uzun vadeli çalışarak bireysel olarak başarılamayacak şeyleri yapmaya iter. Ancak, bireyler de bu kurumlar içerisinde birer kukla değillerdir. Öncelikle kısıtlamaları birbirleriyle karşılaştırırken hareketlerinde nelere dikkat etmeleri gerektiğini aktif olarak değerlendirirler. Fakat daha da önemlisi; bu hareketlerini gerçekleştirirken, kısıtlamaları gerçek hayatın gereklilikleri karşısında biraz esnetebilirler. Bazı durumlarda bireyler kültürel kısıtlamalar ile akıllarına getirmeyecekleri şeyleri düşünebilir, regülatif ve normatif kısıtlamaların dışına bilinçli çıkabilirler. Bazen de hayatın o anki gerekliliklerine göre bu kısıtlamaları anın şartlarına göre yorumlayarak daha esnek uygularlar.
Erdoğan kurumları yıpratıyor derken kastedilen teşkilatların lağvedilmesi değil. Kamu harcamaları ve kamu personelindeki artıştan da görülebileceği gibi teşkilatlar gittikçe büyüyerek daha obez bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar. Burada kastedilen, yıllar içerisinde oluşmuş; bireylerin hareketlerini belirli kurallarla kısıtlarken onları toplu bir kuvvet haline getiren ve son olarak, uzun vadeli stabilite/sabitlik ve öngörülebilirlik getiren kurumsal yapıları yok ediyor olması. Tahribatın boyutları büyük olduğu için yıkılan kurumlara örnekler göstermek kolay. Mesela yakın zamanda ortaya çıkan çift baro sistemi bu yıkımın nasıl gerçekleştiğini bize gösteriyor. Hukuk baroları, adalet kurumunun uzun vadeli ve öngörülebilir olması 4 için önemli bir araçtır. Avukatlar üzerinde regülatif, normatif ve kültürel kısıtlamalar getirerek, onların bazı davranış kalıplarını benimsemelerine sebep olur. Bir avukat adaleti yanıltabilecek (ör. yalancı şahit üretme) bir davranış gerçekleştirip, bunun resmi olarak ispat edilememesi durumunda bile baro üyeleri arasındaki itibarının düşebileceğini, bu sosyal ağdan dışlanması ihtimalini ve bunu kendisine getireceği külfeti hesap ederek hareket edebilir.
İkinci bir baro kurulması durumunda, bir barodan dışlanan avukat, her zaman diğerine gidebileceğini bilerek üzerinde kısıtlamalar olmadan hareket edebilir. Bu durum da adalet kurumunun öngörülebilirliği ve güvenilirliğini yıpratırken, insanların adaletten beklentilerinin azalmasına ve kendi çözümlerini üretmeye yönelmesine sebep olur. Kısaca ikinci bir baro teşkilatı kurmaktaki hedef adaletin iyileştirilmesinden çok adalet kurumunun yıpratılmasıdır.
Peki Erdoğan’ın kurumları yıkmasındaki amaç nedir? Şu ana kadar yazdıklarıma ters düşüyor gibi gelse de Erdoğan aslında bütün kurumları yıkmıyor. Var olan bütün kurumları yıkarken, yeni bir kurum inşa ediyor ve kendisini kurumlaştırıyor. Yıkılan kurumların yerine regülatif, normatif ve kültürel olarak yeniden yaratılan kısıtlamalarla bir tek kişinin kurum olduğu bir yapı kurgulanıyor. Çıkartılan kanunlarla bireylerin davranışları resmi olarak Erdoğan’ın isteyeceği şekilde düzenlenmeye çalışılırken, bireyleri davranışlarında hiçbir sosyal ağ gözetmeksizin sadece “Tayyip Bey ne der acaba” diye düşünmeye iten bir normatif yapı kuruluyor. Kültürel kısıtlama olarak oluşturulmaya çalışılan ise tarihüstülük, siyasetüstülük, ülkeyi yarınlara taşıyabilecek hatasız lider gibi sembollerle yaratılan bir anlatı. Bu anlatı bireylerin zihinlerinde ne kadar kuvvetli yer tutarsa, Erdoğan kurumunun kültürel kısıtlamaları, (ör. Erdoğan’ın aldığı kararların sorgulanmasının saçma olduğu fikri) o kadar normalize oluyor.
Kültürel kısıtlamanın Erdoğan’ın her an doğru olanı yaptığı fikri, teknik bilginin ve planlamanın önemi kalmıyor. Normatif ve kültürel sütunlar birleştiğinde de liyakatın yerini sadakat alıyor. Bir tek bireyin kurumsallaştırılması hepimizin de yaşayarak gördüğü gibi ülke ve toplum için muazzam sorunlara yol açıyor. Öncelikle bir bireyi kurumsallaştırdığınızda o bireyin kişilik özelliklerini de kurumsallaştırıyorsunuz. Kurumların esasında var olan hareketleri dengeleyicilik faktörü, bu şekilde tümüyle ortadan kalkıyor. Kurumsallaşan bireyin hatalı kararlar almasına sebep olan bütün kişisel özellikler hiçbir dengeleyici faktör olmadan her bireyin hareketlerinde belirleyici oluyor. Erdoğan özelinde, stratejik düşünmemesi; her şeyi kişiselleştiren bir yapısı olması, kendi geçmişinden gelen ideolojik kısıtlamalar, kendi önyargılarını incelememe isteği; IKEA etkisi denilen, kendi emeğinin geçtiği her şeyi sonuçlarına bakmadan beğenmeye olan meyli gibi karakter özellikleri kurumun da özelliklerini teşkil ediyor.
Bunun yanı sıra bir bireyin iktidarda kalabileceği veya ömrü ile kısıtlı kurumlar, kurumların kalıcılığı, uzun vadeli yapılar olması mantığına da aykırılık gösteriyor. Yaşanan sorunların yaratılış mekanizmalarına örnek olarak Erdoğan kurumunun, diğerlerine göre daha rahat tespit edildiği için, normatif kısıtlamalarını ve sonuçlarını inceleyebiliriz.
Devlet teşkilatlarında çalışmakta olan bireyler vazifeleri gereği ister istemez karar almak zorundalar. Normalde bu kararlarını alırken kendilerine yakın pozisyonlardaki bir sosyal ağın tepkilerini gözeterek hareket ederlerken, kurumun bireye dayandığı bir mekanizmada sadece “acaba Tayyip Ney ne düşünür” kaygısı ile hareket etmeye başlıyorlar. Fakat, Erdoğan’a sürekli erişimleri olmadığı için bunu tam olarak kestirmeleri asla mümkün olmuyor. Bunun da birkaç sonucu oluyor.
Öncelikle insanlar sürekli olarak Erdoğan’ı takip etmek zorunda ve ondan gelecek sinyalleri doğru olarak okumaya çalışmaktalar. Bu durumda sinyalleri doğru okumamış olmaktan doğabilecek sorunları azaltabilmek için ya karar alışlar erteleniyor ve sistem yavaşlıyor (duruyor) veya Erdoğan’a direkt erişimi olduğu düşünülen aracı şahısların sistem içerisindeki değerleri artıyor. Erdoğan’ın hoşuna gidebilecek fakat sonuçları itibariyle yıkıcı olabilecek kararlar da hiçbir denge olmadan bu şekilde alınıyor. Devlet kurumları dışında, örneğin medya kuruluşlarında da aynı “acaba Tayyip Bey ne düşünür” sorusu tek normatif kısıtlama olduğu için, gazeteciler kendi meslektaşlarının ne düşüneceğini umursamadan, “gazetecilik etiği” denen olguyu düşünmeden hareket ediyorlar. Sinyallerin yanlış okunduğu veya bireylerin “insanlar ne düşünür” kaygısıyla Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek kararları alması gibi durumlar tabii ki kaçınılmaz. Çünkü karar alıcılar, günün her anında kurumsal kısıtlamaları o anın gereklilikleri ile kıyaslamak ve onları anın gerekliliklerine uydurmak zorundadırlar. Böyle durumlarda alınan kararların bizzat Erdoğan tarafından fark edildiği zamanlarda da Erdoğan aynı vakanın tekrarlanmaması için regülatif, yani yazılı kısıtlamaları (kanunları) değiştirerek önlem almaya çalışıyor. Bu sebeple her gün artan şekilde regülatif kısıtlamalar bireyleri Erdoğan’ın isteyebileceği şekilde kısıtlamak ve onu kurumlaştırmak için arttırılıyor. Fakat, başta da belirttiğim gibi, kurumlar üç sütunun birbirleri ile ilişkilerinden ve bireylerin bunları günlük hayatın gereklerine uygun hale getirecek şekilde esnetmeleri şeklinde çalışır.
Bugün geldiğimiz durum ise regülatif kısıtlamaların arttırılmasında ulaşılan bir doyum noktasıdır. Bu noktadan sonra Erdoğan’ın regülatif kısıtlamaları arttırarak, her an bireylerin kendi istediği şekilde davranacağı bir sistem kurma noktasında daha fazla verim alması imkânsız. Çünkü regülatif kararların seviyesi, işler bireylerin karar alırken günlük hayatın gerekleriyle karşı karşıya geldikleri sınıra ulaşmış durumda. Kendisinin her bireyi teker teker her karar alış anında bizzat denetleyebileceği ve yönlendirebileceği gibi imkânsız bir sistem kurulmadığı sürece de bugünkü sisteme ne kadar regülasyon eklense de istenen kontrol verimi alınamaz. Ayrıca Türkiye’de bireyler eski kurumsal yapıların yarattığı normatif ve kültürel sütunların kısıtlamalarını hala hissediyorlar ve sadece regülatif kısıtlamalarla hareket etmiyorlar.
Ulusalcı-devletçi yapının kuvvetli şekilde devlette varlığını sürdürüyor olması gibi durumlar bize eski kurumların tümüyle yıkılmadığını işaret ediyor. Regülatif kısıtlamaların, bir gün çıkarılıp, ertesi gün değiştirilmesi de Erdoğan’ın kişisel özellikleri, sistem içerisinde değer kazanmış bireylerin Erdoğan’a ulaşımı gibi faktörlerden etkilenirken, bir yandan da o çıkarılan regülasyonun Erdoğan’ın istediği davranış biçimine tam olarak ve her koşulda sebep olmamasından kaynaklanıyor.
Tabii ki bu sürekli değişiklik, normatif kısıtlamalarla karar almaya çalışan bireylerin sinyalleri okumasını daha zorlaştırıp, durumu içinden çıkılamaz bir fasit daire haline getiriyor. Bugün gelinen durumda, Erdoğan tam olarak kendisini var olan tek kurum haline getirebilmiş ve istediği kısıtlamaları oturtabilmiş değil. Ancak, bu tahribatın boyutunu maalesef azaltmıyor. Öngörülebilirlik ve stabilitenin bu kadar azalması, bugünün muhalefeti ve yarının iktidarına, ekonomi, Kürt meselesi, Suriye ve Libya’dan nasıl çıkılacağı gibi sorunların çözülmesinde muazzam zorluklar çıkaracak. Erdoğan sonrasında tek referans noktasını kaybeden Erdoğan kurumunun, o güne kadar kısıtladığı bireylerin ne şekilde hareket edeceklerini tahmin etmek gerçekten güç.
Uzun süreli saltanat sürerek kurumsallaşan modernite öncesi liderler sonrası toplumlarda bireyler referans noktalarını kaybettikleri için büyük yıkımlar gözlemek mümkün. Bu durumda, bugünün muhalefeti iktidar olduğunda, var olan sorunları yerinde yeller esen kurumlarla çözmeye çalışmak ve aynı zamanda bu kurumları yeniden inşa etmek zorunda. Ayrıca, ayakta kalan az kurumun da Türkiye’yi bugünden bile ötede ekstremlere götürme tehlikesi var. Bu sebeple, eğer enkaz altında kalmak istemiyorsa, bugün fırsatı varken muhalefet, iktidar olursa atması gereken bütün adımları tekrar tekrar gözden geçirip, acil durum planları da oluşturacak şekilde stratejik düşünmek zorunda. Yine de bunu bir fırsat olarak görebileceğimiz, optimist bir yaklaşım da var. Çünkü, içinde yaşadığımız durum, geleceğin iktidarına kurumların yeniden yapılandırılması sırasında daha demokratik sütunlar dikilmesinde rol oynama fırsatı veriyor.
Fotoğraf: Joshua Brown