Türk modernleşme serüveninin uzun soluklu hikâyesinin kimilerine göre sosyal hayatta bir kırılma yarattığından kimilerine göreyse zaten Meşrutiyet hareketlerinden beri süregelen mevcut fay hatlarını derinleştirdiğinden söz edilebilir. Bu durum “merkez” kavramını da bu modernleşme meselesi etrafında ele almayı, modernleşme krizinin “merkez” ile ilişkisini masaya yatırmayı hak ediyor.
Merkezin Politik Süreci
Merkez tanımı itibariyle, toplumun siyaset aracılığıyla hayat ile ilişkisinin en geniş kamusal menfaatini ifade ediyor. Gökalp adı konmamış bu kavrama o dönem yazdıklarında “halka doğru” ifadesiyle can veriyordu. Halka doğru programının temel taşını ise “amme menfaati” oluşturuyordu. Bu amme menfaatini siyaset yoluyla tesis etmek, “hayata doğru” programına tahvil edebilmekse merkeze talip olmak demekti. Hayat yani ekmek ve güven; çağdaş demokrasilerdeki karşılığıyla refah ve istikrar.
Merkez, bu açıdan siyasetin doğal seyrinde halkın, iktidar yani devlet aracılığıyla hayatı kurtarma arayışının en geniş tabanlı ifadesi de sayılabilir. Bu topraklarda siyasi ve iktisadi hayatın en büyük aktörü asırlardır devlet olduğundan; devleti gündeme almadan hayatı güven ve istikrara kavuşturmak hiç akla gelmiş değildir.
Türk milleti birey adına mülkiyet hakkının ve şuurunun yeterince gelişmediği bir gelenekten geliyor. Bu coğrafyada bugünlere kadar zenginliğin ve otoritenin yegâne kaynağı topraktı, onun sahibi de devlet. Hâl böyle olunca devlet, hayatın tek ve görkemli aktörü oluyordu.
Devletin yegâne aktör olduğu bu tip verili bir dünyada millet de boş durmuyordu. Hayatın içinde devletin sürekli artan bu dominant ve mütehakkim rolü, sadece hayatın olağan seyrini aksatmadı, piyasa ilişkilerini de baltaladı. Dahası, bilinç dışının tercihlerini bilincin tercihleri hâline getirdi. Bilinç dışındaki güven ve refah kaygısı, politik bilince evrimsel süreçte merkez ile hayatı kurtarmak şeklinde evrildi.
Bilinç, her ne kadar yüzyıllar içinde bilinç dışının etkisinde gelişse de, zamanla kendi özerkliğini kazanma yoluna girdi. Bu yol öyle anlaşılıyor ki politik anlamda siyasi merkezin önünü açmak ve bunu kurumsallaştırmaktı. Böylece hem devletle ilişkiler rayına girecek hem de hayatın üzerindeki yük kalkacaktı. Halk, devlete böylece ortak olacak ve onu merkez yoluyla en geniş kamusal mutabakata zorlayacaktı. Bu vaziyet, hayatta kalabilmek adına bir denge arayışıydı.
Bu hâl aynı zamanda bir tür “optimum denge” demekti. Ne devlet ne de piyasa lehine bir fedakârlık değil, ikisi arasında rasyonel ve âdil bir denge. Mamafih, merkez kelimenin hakiki anlamında hayatı odağa almak, onu kurtarmaktı. Bunun da yolu makuliyetten, uzlaşma ve müzakereden geçiyordu.
Bu millet esasında yıllardır bunu yapar, aktüel siyasette merkez kavramı ile böyle bir optimal denge gayesi güder. Türk toplumunun yıllardır aradığı şey de budur: İstikrar ve güvenlik. Halk siyasi tercih ve davranışlarıyla yıllardır bunu yapmaya çalışmıştır. Fakat rayından çıkan şey, gerçekte halkın tercihleri değil siyasi gücü ele geçiren siyasetçinin kendisidir. O yüzden merkez sürekli kabuk değiştirmiş ancak merkez kurma gayesi değişmemiştir.
Burada sırası gelmişken belirtmek lazım ki, merkezin devletle ilişki kurduğu politik zemin gelenekten bu yana sağlam bir norma ve denetlenmeye bağlanamadığı için, kurallı ilişkilere müsait değil. Dolayısıyla, siyasi aktörler önce en geniş kamusal menfaati vadederek makul bir merkezin aktörü olarak iktidara gelir; sonra zeminin pragmatik muğlaklığından hareketle menfaati kendi mahallesine çalar, radikalleşir ve marjinalleşir, nihayet gider. Millet marjinale ve radikale giden aktörü iktidardan alır zira ekmek ve güvenlik ya da refah ve istikrar yani merkez ve hayat çökmüştür, ardından yeniden bir merkez kurmaya yeltenir.
Siyasi merkez bu topraklarda böyle bir döngüde biteviye kurulur ve çöker. Merkez ve makulün siyasi aktörleri sürekli tükenir ancak merkez her daim yaşar ve yeniden kurulur. Bu bir diyalektik halinde devam eder durur.
Türkiye’de Merkez
Bugüne kadar, modernleşme serüvenimizin bu uzun soluklu süreciyle beraber memlekette iki ayrı merkez türünden söz edebiliriz. Birincisi yenileşme döneminin bağlamıyla gelişen aktörü asker, bürokrat ve aydınlar olan, devlet aracılığıyla halkı ve hayatı kurtarmayı hedefleyen “aksiyoner merkez”; ikincisi buna tepki olarak çok partili hayatla gelişmiş, aktörü doğrudan halk olan, meşru demokratik yollardan siyaset aralığıyla hayatı kurtarmaya çalışan “reaksiyoner merkez”.
Böylelikle merkez, siyaset tabii seyrindeyken bazen tabandan tavana rıza yoluyla geniş bir mutabakat arayışında, halkın meşru siyaset aracılığıyla hayatı kurtarmaya çabasında kendini gösteriyor; bazen de olağanüstü hallerde olduğu gibi tavandan tabana rızaya dayalı olmayan bir biçimde devlet aracılığıyla halkı ve hayatı kurtarmaya çalışan bir şekilde üretiliyordu. Metotları, aktörleri ve bağlamları farklı olsa da hedefi aynı oluyordu: Devleti meşru yada gayrı meşru yollardan ele geçirerek halkı ve hayatı kurtarmanın aracısı olan merkez, nihayet hayatı refah ve güvene, sulh ve istikrara kavuşturmanın en kestirme ve en geniş toplumsal menfaatini ifade ediyordu.
Kurucu Aksiyoner Merkez
Merkezin bu türü önce Meşrutiyet hareketlerinin mimarı İttihat ve Terakki ardından Cumhuriyetle birlikte erken ve geç dönem Kemalizm’le anılmayı hak ediyor. Burada karşımıza çıkan tablo, merkezin fonksiyonunu da anlamamıza yardımcı olabilir. Merkez bu dönemde, yegâne zenginlik kaynağı toprak ve tarım olan, özel mülkiyet süreçleri, tüzel ortaklıklar ve sınıfsal rekabetin yeşermediği, sanayileşme sürecinden, modern kurum ve kavramlardan kopmuş bir geleneksel toplumu diriltme mücadelesinin de özetidir.
Metodu tepeden inkılaplara, aktörlüğü asker, bürokrasi ve aydına dayanır. Kurucu vasıfta gelişir ve inşa edicidir. Nihayet bu topraklarda yeşermiş her merkezde görüldüğü üzere devlet aygıtıyla halkı ve hayatı refah ve güvene kavuşturmayı hedefler. Bu merkezin aktörü halk olmadığı gibi halkın rızasına da dayanmaz hatta halka rağmen kurulmuş bir merkez de sayılabilir. Dönemin bağlamı göz önüne alındığında bu merkezde, halkın yenileşme yetkinsizliği ve noksanlığına bağlı olarak, bu süreçte halk rızasının tabii bir dışarda kalış olduğu da görülebilir. Merkezin yaratıcısı inkılaplar ve devrimlerde elbette tabii ve zaruri alanın dışına çıkan keyfi tercihler de mevcuttur. Ancak bugüne kadar ortodoks sivil yorumda, sanki keyfi tercihle mündemiç bir yenileşmenin yine keyfi şekilde dini ve kültürel sembollere indirgenmiş ana çatışma hattı ürettiği varsayılmıştır. Oysa vaziyetin ana omurgası olarak okunabilecek zaruri ve tabii hâllerin tamamı, bağlamsal ve yapısal olanda gizlidir.
Bu merkezin halkın rızasından ziyade devletin kamusal askeri, iktisadi ve siyasi kaynaklarına sahip olmakla malul olduğunu söyleyebiliriz. Ancak halkı merkez sürecine dâhil etme çabasını da inkâr edemeyiz. Köy enstitülerinden, Anadolu ve Fen liselerine, dönemin öğrencilerini yurtdışına göndermekten onları bürokrasiye taşıma şevkine, kalkınma ve istihdam planlarından modern kurumları hızla arttırmaya yönelik teşebbüslere kadar tüm bu sürecin amacı, halkın merkez sürecine belirli bir modern ve medeni dünya terbiyesinden geçirilerek dâhil edilmesidir.
Bu merkezin seçkinlikle malûl en önemli üç esası medeni yaşama dayanan eğitim, liyakat ve görgüdür. Bu seçkinlik bir kast sistemi değildir, soydan da toplumsal sınıflardan da gelmez. Bu merkezin anahtarı olan seçkinlik; eğitim ve liyakata dayalı toplumsal geçişkenliği, kurum ve kurallara entegre bir bürokratik görgüyü bekler. Bu kriterler merkezin yüksek kalitesini koruduğu gibi halkı da modern devleti asgari ehliyetle işletecek bir merkeze davet eder.
Özetleyecek olursak ana vasfını “dışlayıcılıktan ziyade kısıtlayıcılık”la anabileceğimiz kurucu bir aksiyoner merkezden söz ediyoruz. Buraya intibak edemeyişin gerek maddi gerek manevi zemininden doğan direnç, memlekette çok partili hayata geçişten beri uzun soluklu bir reaksiyoner merkez arayışını da beraberinde getirmiştir.
Reaksiyoner ve Rövanşist Merkez
Kurucu aksiyoner merkeze duyulan çok yönlü ve çok boyutlu bu tepki, çok partili hayata geçişle birlikte iyiden iyiye alternatif bir “reaksiyoner merkez” üretmeye başladı. Esasında çok partili hayattan önce de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda izlerine rastladığımız reaksiyoner merkez, bu girişimlerin kurucu aksiyoner merkez tarafından halı altına süpürülmesi ve cebri usûllerle bastırılması sonucu çok partili hayata kadar yer altında birikmişti.
Çok partili hayata geçişle birlikte kurucu aksiyoner merkezin bu kısıtlayıcı zemini; çevre diye yorumlanan geniş kitlelerde biriken büyük bir tepkiyi de gün yüzüne çıkardı. Yeraltından meşru siyaset zeminine evrilen büyük bir reaksiyoner merkez doğdu. Tarihi ve siyasi bağlamıyla düşünüldüğünde bu merkez “rövanşist” bir karakter de taşıyordu. Kurucu Cumhuriyetin akabinde şekillenen erken ve geç dönem Kemalizm’in yarattığı imkânların iktisadi ve siyasi olarak dışında kalan muhafazakârların, serbestiyetçilerin hatta rejime alternatif İslamcılar ile Türkçülerin ürettiği rövanşist bir merkezdi.
Bu dışarda kalışı yazının başında da belirttiğimiz üzere, ne topyekûn bir zaruret ne de topyekûn bir keyfi tercih olarak tanımlayabiliriz. Meselenin zaruri tarafı, geleneksel toplumun büyük kısmında modern hayata ve modern devlete, yenileşmeye adapte olamayacak kadar büyük bir iktisadi, sosyal ve siyasal direnç doğuran yetkinsizlik ve yeteneksizlikti. Bu yeteneksizlik ve yeni olanla rekabet edemeyecek yetkinsizlik, onları dışarda kalmaya tabii biçimde mecbur etmişti. Meselenin keyfi tarafı ise, geleneksel toplumun içinden gelen ve liyakat çemberlerini ehliyetle aşan, istisna sayılabilecek serbestiyetçi, İslamcı, Türkçü ve muhafazakâr aktörlerin sistem tarafından sübjektif bir ambargoya tabi tutulmasıydı. Bu ambargonun sebebi, aktörlerin Kemalist olmayışı değildi hatta inkılaplara muhalif olmaları da değildi. Esas sebep kurucu aksiyoner merkezin kısıtlayıcı seçkin zeminini deforme etme tehditleri, Cumhuriyetin ve devletin modern kazanımlarını örseleme tehlikeleriydi. Zira o dönemde Kemalizm ile ayrışan ancak merkezi ve devleti tehdit etmeyen aktörlerin iktidara dâhil olduğunu da görüyoruz. Bu keyfi bir tercihti muhakkak ancak bugün daha iyi anladığımız üzere bu endişe büyük ölçüde haklı bir zemine dayanıyordu.
Bu dışarda kalışın tabii ve zaruri tarafları resmi tarihe alternatif sivil anlatının mimarı aydınlar, akademisyenler ve entelektüellerce hep örselendi. Sistemin gayrı tabii ve keyfi bir tercihte bulunarak onları dışladığı hikâyesi, resmi tarih tabusuna alternatif bir sivil tarih tabusu yarattı. Bu alternatif bir tabuya dönüşen sivil anlatının, modernleşme krizi ve yenileşmeye direnci yani bu derin, çok yönlü ve uzun soluklu meseleyi dini ve kültürel sembollere indirgemesi sürecin radikalleşmesine büyük bir alan açtı. Büyük ölçüde yenileşmenin tabiatı gereği zaruri ve maddi bir şekilde kurucu merkezden dışarda kalış, yine kurucu merkezi korumak adına keyfi bir endişe de olsa haklılıktan türeyen bir zemin, bir gelenek, kültür ve ahlak savaşının aktörlere ve sembollere bağlı sonucu zannedildi. Kendilerini kurucu merkezin devamı olarak görenlerin, sosyal ve siyasal hayata sistematik ve sembolik gayrı meşru müdahaleleri de süreci geri dönülmez bir noktaya getirdi. Bugün bütün bu sürecin sonuçlarını daha iyi idrak ediyoruz.
Özet olarak bu reaksiyoner ve rövanşist merkez; aktörün doğrudan halk olduğu ve halkın çoğunluğunun rızasına ve mutabakatına dayanan, metodun tabandan ve meşru siyasetten üretildiği, devlet aygıtı aracılığıyla halkı ve hayatı kurtarmanın bir tepkiselliğinden ibaretti.
İktidarın bugün kendine has ürettiği bu merkezin kurucu merkeze kıyasla hiçbir kriteri olmadığı gibi anomi ve nepotizm ile anılmayı bile hak ediyordu. Bu yeni tepkiselliği koruyacak ve yükseltecek özgün kriterleri, kurucu merkeze alternatif biçimde hiç üretilemedi. Ortada sadece yağmaya dayalı bir refah, eğitimsizliğe dayalı örgütlü bir cehalet, görgüsüzlükten gelen devlet nosyonu ve terbiyesinden yoksunluk vardı.
Kurucu merkezin yarattığı seçkinliğin eğitim, liyakat ve görgüye dair kısıtlayıcı tüm çeperlerini yıktı. Hayatı kendi cephesinden kendi eliyle kurtarmıştı artık, devlet aygıtının kamusal siyasi ve iktisadi tüm kaynaklarına da erişmişti. Merkezi üretmişti üretmesine ancak çevrenin merkeze yürüyüşü diye tarif edilen bu reaksiyon, bir Moğol istilasını andıracak kadar vulger bir vandallığa dönüşmüştü. Eline geçen tüm kurucu yüksek merkez esaslarını yıkmakla kalmıyor; yerine alternatif bir merkez modeli de koyamıyordu. Nihayet kurucu merkezin yıkımıyla sonuçlanan bu süreç, demokrasi ve modernleşmeye dair tüm kazanımlarıyla birlikte devletin kurumlarını da tarih mezarlığına gömdü. Hatta öyle ki kurucu merkezin yıkımı devletin yıkımı gibi bir beka sorununu da önümüze getirmişti. Zira devlet kurucu merkezin seçkin karakteri üzerine oturuyordu; bu zemin çökünce devlet de çökme tehlikesi yaşadı.
Reaksiyoner Merkezin Çöküşü
Türkiye AK Parti iktidarının uzun süredir muhafazakâr demokrat cepheden kurduğu, hayatı iktisadi ve siyasal olarak üreten, kritersiz ve menfaata dair yayılmacı bir merkezin gölgesinde yaşıyordu. Bu merkez son on senedir giderek marjinalleşme alametleri gösteriyorsa da muhafazakâr seçmene sunduğu hayat konforu sayesinde ayakta kalmayı başardı. Son beş senedir yeni sistemle beraber şiddeti giderek artan iktisadi kriz, başkanlık sisteminin getirdiği hayata dair geniş mutabakatı zedeleyen siyasi krizle birleşerek merkezin ürettiği geniş refahı ciddi anlamda örselemeye başladı. Nihayet son iki senedir, merkez siyasi ve iktisadi olarak iyice refah ve güvenle yani hayatla bağını kopararak marjinalleşti. Halk da hayatla yani refah ve güvenle bağını koparan bu merkeze desteğini büyük ölçüde çekti ve bugün büyük bir merkez boşluğu doğdu.
AK Parti ile erken dönemde demokrat karakter taşıyan ve fakat bir o kadar hesaplaşma iddiasıyla bilenen bir merkezden söz ediyoruz. Bu reaksiyoner ve rövanşist merkezin tabiatı gereği alanı sınırlıydı, çünkü tek taraftan menfi biçimde üretiliyordu.
Memleketin tamamını kuşatacak refah, hukuk ve demokrasi imkânı iktidarın erken dönemlerde bu iddiası olsa da, bu merkezin hesaplaşmacı ve intikamcı bağlamı gereği zaten mümkün olamazdı. Öyle de oldu. Bağlam kendini hayata ve siyasete dayattı. Kurulan bu merkez, tek taraflı bir imkânın tek taraflı bir menfi faydaya dönüşmüş şekline büründü.
Bugün hesaplaşma, intikam ve öfke duygularının beslediği toplumsal bilinç dışının; bilincin imkânlarıyla şekillendirdiği sınırlı reaksiyoner ve rövanşist bir merkezin çöküşünü seyrediyoruz. Önümüzde ise kaba hatlarıyla tanımlarsak, gelenekçilerle yenileşmecilerin kavgasından yorulmuş bir memleket, kurumları enkaza dönmüş bir bürokrasi, iktisadi ve siyasi kamusal tüm kaynakları kayırmacılıkla heba edilmiş bir toplum duruyor.
Bu durum aslına bakarsanız, son on yılda askeri vesayet gibi demokrasi dışı gayrı meşru vesayetten temizlenerek önü açılmış bir toplumsal siyasi tecrübenin, toplumun gelecekte daha iyiyi daha geniş bir mutabakatla üretebilmesi adına yaratılan büyük bir imkân da doğurdu. Toplumsal tecrübenin hem bir tarafında birikmiş siyasi enerjisi boşaldı hem de bu tarafın siyasi tercihlerinin sonuçlarını aracılardan arınmış biçimde doğrudan görme imkânı doğdu.
Kuşatıcı ve Kapsayıcı Merkez İmkânı
Bu imkân bugün önümüze temiz bir sayfa açma fırsatını da beraberinde getirdi. Bugün önümüzde sınırları çok daha esnemiş ve genişlemiş, kapsayıcılık potansiyeli maksimum seviyeye ulaşmış kuşatıcı bir merkez imkânı duruyor. Bu merkezin imkân genişliği ve derinliği eğer muhalif siyaset bunu heba etmezse tarihte görülmemiş genişlik ve derinlikte bir toplumsal faydaya yani vatandaşlıktan hareket eden kapsayıcı bir amme menfaatine evrilebilir.
İkincil aracı kimliklere ihtiyaç duymayan bu potansiyel kuşatıcı ve kapsayıcı merkez, meseleyi ne bir kültür savaşı gibi ahlaki bir bağlama ne de renksiz kokusuz bir siyasetle malûl, meçhul ve müphem bir geleceğe hapsediyor. Böylelikle toplumun çeşitli saiklerle yarılmış mezkûr fay hattının herhangi bir tarafından üretilen bir merkezi değil; çok aktörlü ve çok çeşitli siyasi temsile dayalı en geniş mutabakatı hedefliyor.
Ben bu potansiyele nihayet “kapsayıcı ve kuşatıcı merkez” tanımlaması yapıyorum. Bu merkez aslında hibrit bir modele de tekabül ediyor. Zira aktörü, metodu, aygıtı ve hedefleriyle kurucu aksiyoner merkez ile reaksiyoner merkezin izlerini beraber taşıyor. Bu yeni kuşatıcı merkez imkânı, tıpkı reaksiyoner merkez gibi aktörü halk, metodu tabandan yükselen meşru bir demokratik ve siyasi zeminden neşet ediyor. Hibrit tarafı ise reaksiyoner merkez gibi tepkisel bir ahlaki bir kültür savaşına hapsolmuyor; merkezi kurucu aksiyoner merkezin daha güncel halleri gibi belirli modern ve medeni kriterlere bağlıyor.
Bu kuşatıcı merkez, hayatı siyaset ve devlet aygıtı aracılığıyla halk lehine kurtarmayı; güven ve refahı yeniden tesis etmeyi amaçlıyor. Ancak bu imkânın konjonktürü ve bağlamı, merkezi yeniden halkla uzlaşık biçimde ve çağın gereği daha güncel belirli eğitim, liyakat ve görgü kriterlerine bağlamayı da öngörüyor. Yağma ve istila kültürünü, örgütlü cehaleti, refahın yağma ve talanla üretildiği düzeni tarihe gömerek; hayatın refah ve güvenliğine dair şeffaf bir liyakat sürecini, yeni siyasete dair tüzel ve gayrı şahsi bir bürokrasiyi, yönetimin kuvvetler ayrılığı gibi erkler arası denge ve denetimden türediği bir bağlamı taşıyor.
Özetleyecek olursak hayatı halk eliyle kurtarmanın, devletin bürokrasisinin yeniden belirli kriterler eşliğinde şeffaflık, denetleme ve liyakata evrileceği bir kuşatıcı merkez imkânı bizi bekliyor. Mamafih bu merkez, tez ve antitezin diyalektiğinden türeyen sentetik bir merkezin potansiyelini ifade ediyor.
Kuşatıcı Merkezi Bekleyen İmkân ve Riskler
Bu kuşatıcı merkezin imkânı, muhalefetin ana aktörleri olan ve nicelik itibariyle öne çıkan CHP ve İYİ Parti ile; yardımcı aktörleri olan nitelik itibariyle öne çıkan Demokrat Parti, DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi ile temsil ediliyor.
Kuşatıcı merkezin en büyük imkânı, gerçekçi bir zemine dayanmasa da kültür savaşlarına dönüşmüş siyasal tarihimizi hayatın merkezine ve dahi toplumun tamamını kapsayacak kamusal menfaate yani refah, hukuk ve demokrasi talebine tahvil edebilmesidir. Aslında söylemek istediğimiz yegâne şey, tarihin önümüze getirdiği iki büyük merkezin tecrübesine yaslanmasıdır. Bu tecrübelerden hareket ederek yeniyi daha iyi daha geniş ve daha derin kurabilme imkânıdır.
Kuşatıcı merkez belirli riskleri de elbette taşıyor. Bu anlamda muhalefet içinde iki farklı anlayışla karşı karşıya kalıyoruz. Bu durum kuşatıcı merkezi, hayatın gündelik gerçekliğinden ziyade romantik bir kültürel hak arayışına ve aracı kimliklere dayalı marjinalden mi yoksa hayatı sadece vatandaşlık üzerinden hiçbir aracı kimliğe ihtiyaç duymaksızın kendi kaynağından rafine biçimde gündelik ve gerçekçi bir zeminden mi üreteceğimiz ikilemiyle karşımıza getiriyor. Burada muhalif siyasi aktörleri bu bağlama göre ayırmak kolay değil; neredeyse hepsinde bu iki tarafa da yaslanan izler görmek mümkün. Bize sadece dikkatli olmak lazım ihtarı düşüyor.
Ne yazık ki romantik marjinale ve kültür çatışmasına dayanan demokrasi talebi, Bilgehan Özpek’in maksimalistler olarak tanımladığı çerçeveye yani merkezi yeni bir kültürel hesaplaşma ve siyasi ahlakçılığa hapsederken; alternatif gerçekçi bir gündelik hayat üzerine kurulan demokrasi talebiyse bizi yine Bilgehan Özpek’in minimalistler olarak tanımladığı biçimde kuşatıcılığın geniş perspektifine açabiliyor.
Kurucu aksiyoner merkez ile reaksiyoner ve rövanşist merkezin ürettikleri ve tükettikleri, imkânları ve krizleri, sınırları ve aşırılıkları önümüzde ayan beyan dururken; kuşatıcı bir merkezin imkânlarının arifesinde bir muhalefetin hamasi, romantik ve marjinal taleplerle rövanşist bir merkezi tersten üretmesine takatimizin kalmadığı kanaatindeyim. Böylesi bir tercih demokrasiyi de bürokrasiyi de yeni bir açmazla baş başa bırakabileceği gibi kuşatıcı bir merkezin tüm imkân ve bağlamını da hunharca heba edebilir.
Rövanşist merkezin esas özelliği, Cumhuriyetin imkânlarının, ekseriyetle tabii ve zaruri de olsa, dışında kalan kitlelerin iktisadi, tarihsel ve bağlama dair yapısal taraflarını örseleyen; bu çatışmayı kültür, din, siyasi kimlik savaşlarının sembollerine indirgemiş ve bundan ahlaki bir üstünlüğe dayalı popülizm üreten niteliğidir. Bunun nasıl bir açmaz yarattığı da ortada duruyor.
Sonuç
Kuşatıcı merkezin bağlamını hafife alamayız. Bu bağlam yüz elli yıllık politik toplumsal tecrübenin önümüze sunduğu bir imkâna dayanıyor. Burada tüm muhalefetin inisiyatif alacağı yegâne alan hayatın gündelik gerçekliği üzerine kurulmuş bir merkezdir. Kuşatıcılığın sırrı da imkânı da burada gizlidir. Zira rövanşist merkezle kuşatıcı merkezi birbirinden ayıran şey de budur.
Kuşatıcı merkez geçmişten gelen tüm bu hikâyenin yapısal, iktisadi ve tarihsel bağlamını da gözeterek hayatın gerçekliğini hedef alan tarafıdır. Kuşatıcı merkezin çözümü, çatışmanın kültürel ve ahlaki bir tarafı olmak değil; devletin iktisadi ve siyasi kamusal imkânlarından o gün öyle ya da bugün böyle dışarda kalmış, o gün o tarafta ya da bugün bu tarafta harice düşmüş tüm toplumun hayata dair kamusal menfaatini yaratacak geniş bir mutabakat imkânıdır.