[voiserPlayer]
24 Haziran Çarşamba günü, İran siyaset arenası acı ve korkunç bir haberle sarsıldı.
27 yaşındaki Sait Temciti ve 25 yaşlarında olan Amir Hüseyin Muradi ve Muhammet Recepi adlı aktivistler için geçen yıl Kasım ayında gerçekleştirdikleri protestolardan dolayı verilen idam kararı İran Divan-i Ali Mahkemesi’nce (Yüce Mahkeme) onandı. Aktivistlere isnat edilen suçlar “siyasi düzeni değiştirmek amaçlı provakatif eylemlerde bulunma ve kasten yangın çıkartma” olarak ilan edilmişti. Ancak, Uluslararası Af Örgütü’nün 28 Şubat 2020 tarihinde yayınladığı rapora göre, 19 Kasım’da tutuklanan Amir Hüseyin Muradi ve 28 Aralık’ta tutuklanan Sait Temciti ve Muhammet Recepi’ye adil yargılanma kriterlerden faydalanma imkanı sağlanmamıştır. Raporda söz konusu şahısların ifade ve itiraflarının işkence altında alındığı, avukatlarıyla görüşme haklarının engellendiği, İran Devletinin, emniyet güçlerinin, polisinin ve İstihbarat Bakanlığı’nın bu vatandaşlar hakkında insan hakları, temel özgürlükler ve adil yargılanmaya aykırı olan bir çok davranışlarda bulunduğu belirtilmektedir.
Haberin başka bir şok edici yönü de var! Özgür Avrupa Radyosunun raporuna göre Muhammet Recepi ve Sait Temciti, arkadaşları Amir Hüseyin Muradi ile birlikte protestolardan hemen sonra İstihbarat Bakanlığı tarafından tutuklanmaktan korkarak 2019’un Kasım ayı sonlarında Türkiye’ye kaçıyorlar. Türkiye’de bir şehirde (bazı kaynaklara göre Antalya olabilir) göç idaresine müracaatta bulunup iltica başvurusu yaptıktan sonra gözaltına alınıp İran Devletine teslim ediliyorlar. Genç aktivistlerin ailelerine aktarmış oldukları bilgilere göre söz konusu teslimat, onların yetkililere ülkelerine döndükleri taktirde idam cezasıyla karşılaşma ihtimalinin yüksek olduğunu vurgulamalarına rağmen yapılmış.
İranda 1979’da gerçekleşen İslamcı devrimden itibaren Türkiye İran muhalefeti için her zaman Batıya doğru bir kaçış noktası olmuştur. Bu vesileyle, İran’ın seküler toplumu ile Türkiye’nin seküler kesimleri arasında iyi ilişkiler kurulmuştur. Hatta 1980’li yıllarda İran solu bile ülkeden kaçmak için Sovyet ve Sovyet kontrolünde olan Afganistan’ı değil Türkiye’yi tercih ederek oradan Avrupa ve ABD yolculuğuna devam etmiştir. Bu insanlar, hiçbir zaman Türkiye’ye minnettar olduğunu unutmamıştır ve unutmayacaktır. Ayrıca, İranlı seküler, eğitimli ve genelde orta sınıftan oluşan göçmenler hiçbir zaman Türkiye’de kalma niyeti ile bu ülkeye gelmemiş, Türk toplumuna yük olmamış, diğer göçmen gruplar gibi kültürel anlaşmazlık yaşamamış ve hiç bir sorun çıkarmamışlardır.
Ama ne yazık ki, son zamanlarda, Batı’ya gitmek üzere Türkiye’de bekleyen İranlı göçmenler için koşullar her gün daha fazla zorlaştırılmaktadır. Eylül 2018’de, Birleşmiş Milletler Mülteciler Komiserliği Ankara ofisi kapatılmış ve mültecilerle ilgili tüm yetkileri hükümetin kontrolüne alınmıştır. Bu değişiklikten sonra kişilerin üçüncü ülkeye sevk edilme işlemleri dahil pek çok işlemde, özellikle İranlı mülteciler üzerinde, zorluklar artmış, çok fazla sayıda sınır dışı kararı verilmeye başlanmıştır. Hatta Eylül 2019’dan itibaren İranlı mülteciler için genel sağlık sigortasından faydalanma hakkı kaldırılmış, İranlıların resettlement veya tekrar konumlanma sürecinin kontrolü BM’den alınmıştır. Bu işlemin fiilen durması anlamına gelmektedir.
Bu uygulamalar özellikle İranlı mültecilere karşı uygulanmakta, Suriye’den gelen ve İslamcı kesimlerle yakın ilişkileri olan mülteciler ise genelde çok rahat bir şekilde Türkiye’de yaşamaktadırlar! Şimdi akla gelen, “neden böyle oluyor?” sorusuna cevap vermek ama bu asla kolay değil! Cevapların birisi belki şu olabilir: Türkiye’de AKP iktidarı son zamanlarda mülteciler meselesine insani bir mesele olarak değil, siyasi amaçlara ulaşmanın aracı olarak bakmaya başlamıştır. Bu tür bir yaklaşım her şeyden önce Türkiye’nin imzaladığı 1951’deki Cenevre antlaşmasına aykırıdır. Dahası, etik ve ahlaki kriterlerin, bir medeniyet iddiasına sahip olduğunu belirten bir iktidar tarafından daha fazla dikkate alınması beklenir.