[voiserPlayer]
Bu yıl Mart ayında sinemalarda gösterime giren Her Şey Her Yerde Aynı Anda (Everything Everywhere All at Once) adlı bilimkurgu filmi izleyicilerin çoğu tarafından beğenildi. Yaşam ile ilgili temel varoluşsal problemlere göndermelerle dolu film, izleyiciyileri oldukça şaşırttı. Bütçesi düşük olmasına rağmen birçok yönden başarılı bir yapım olduğunu söyleyebiliriz.
Film, Asyalı bir ailenin Amerika’da çamaşır işletmesiyle bitişik olan evinde başlıyor. Bu küçük ailenin bir çamaşır makinesi işletmesi vardır ve buradan gelen gelirle geçinmeye çalışıp bir yandan da vergilerini ödeme çabasındadırlar. Ancak özellikle son dönemde vergi ödemeleri iyice zorluk çıkarmaktadır.
Filmde Evelyn isimli bir anne karakter, Waymond isminde baba karakter ve bu çiftin kızı olarak Joy vardır. Film aslında bu üçünün ilişkileri arasında geçmektedir. Yan karakterler de filmin akışına göre birçok sahnede yer alıyor. Aile küçük işletmelerinin içinde hayatlarına devam etmektedir. İşletmenin vergi borçları vardır ve bunun için vergi dairesine giderler. Vergi dairesine geldiklerinde bir şeyler değişmeye başlar. Burada Evelyn alfa evren ile iletişime geçer, kafası karışmış ve ne yapacağını bilmez bir hale gelmiştir. Waymond’un alfa evrendeki kişiliği şimdiki kişiliğine geçiş yapmış ve Evleyen’e karanlık bir gücün tüm evrenlere yayılmakta olduğunu ve durdurulmazsa çok büyük bir tehlike yaratacağını söylemiştir. Evelyn bu söylenenlere bir anlam verememiştir.
Bu karanlık güç Jobu Tupakidir. İşler Evelyn için giderek daha da karmaşıklaşmaktadır. Vergi dairesinde yanlış anlaşılmadan dolayı karışıklık çıkar. Bundan yararlanan Jobu Tupaki isimli karanlık güç Evelyn’in karşısına çıkar, Jobu Tupaki Evelyn’nin kızı olan Joy’dur. Joy, annesi Evelyn’e her seçimin sonucunda farklı bir hayatın olduğunu gösterir. Evelyn gördükleri karşısında büyük bir aydınlanma yaşar. Kavrayamadığı kadar farklı olasılıkların olduğunu anlamaya başlar.
Filmde Jobu Tupaki, Evelyn’e şunları söyler: “Her şeyin, aslında birbirinin üstüne binen parçacıkların hareketlerinden ibaret olduğunu anlıyorsun. Peki ya yaptığımız her şeyin diğer bütün olasılıklar denizinde sürüklendiğini anlıyor musun?”
Filmde işlenen bu farklı evrenler konusuna, gündelik hayatımızın bir fenomeni haline gelmiş sosyal medya üzerinden bakmak geniş bir perspektif sunabilir bize. Sosyal medya sayesinde bugün pek çok insanın hayatını ve yaşadıklarını bir tuş hareketiyle görebiliyoruz. Diğer insanların yaşamları hiçbir zaman diğeri için bu kadar görülebilir olmamıştı. Kendisinden daha iyi şartlara sahip insanların yaşamlarını izleyenler, kendilerinin de o hayatı yaşayabileceklerini düşünüyor. Ya da dünyanın dezavantajlı yerlerinde doğanlar daha iyi şartlarda doğanları gördükçe kıskanma duygusuna kapılıyor. İnsanlar, var oldukları bugünkü dünyada kendisini diğerlerinden yetersiz görüyor ya da daha üstün görüyor. Bu haliyle kendisini bir performans nesnesi haline getiriyor. Hayali ben’ler yaratmaktan gerektiğinde çekinmiyor. Ancak kendisiyle baş başa kaldığında büyük bir boşluğun içinde buluyor çoğu zaman kendisini. Performans öznesi olarak kendisini isteyerek sonuna kadar sömürmekten alıkoyamıyor. Öteki karşısında hep daha başarılı, daha zengin, daha mutlu olmak istenciyle yaşıyor. Mutlu olmak, mutlu gibi görünmek artık bir yarış halini alıyor.
“Hepimiz küçük, aptal insanlarız. Bizi biz yapan bu. Tarih boyunca dünyanın, evrenin merkezinde olduğunu biliyorduk. Sırf aksini iddia ettiler diye insanlara işkence edip öldürdük. Dünyanın Güneşin etrafında döndüğünü keşfedene kadar tabi. O da milyarlarca güneşten yalnızca biri. Şu halimize bak, bütün bunların daha birçok evren içinden yalnızca bir tanesinde gerçekleştiğini anlamakla cebelleşiyoruz. Her yeni keşif bize şunu hatırlatıyor. Hepimiz küçük ve aptalız. Kim bilir, daha ne büyük keşifler olacak da kendimizi daha da küçük ve bok gibi hissedeceğiz.”
İnsanın kendisini tek ve biricik bilinç sahibi, düşünebilen bir canlı olduğunu görmesi onu hep daha değerli kılmıştır. Yeri geldiği zaman, kendisi gibi olmayanları “hilkat garibesi” olarak görerek onları ötekileştirmiştir. Kendi gibi düşünmeyene karşı hep bir yok etme içgüdüsüyle hareket ederek benliğini hep güçlendirmek ve tek söz sahibi olarak görme duyularıyla hareket etmiştir.
Her şeyin içinde olmak, her şeyle beraber olmak denen hali deneyimlemiş birinin yaşadıklarını düşünün. Tüm ihtimalleri yaşamış olmanın korkutuculuğunu düşünün. Bunları yaşamış birinin yalnızlığı bulması ve hayatın anlamsız olduğunu düşünmesinden daha normal ne olabilir? Bu kişi Jobu Tupaki’dir. Simit şeklinde bir tür kara delik tasarlar ve her şeyi onun içine yerleştirir. İçerisinde her şey yok olmaktadır. Ancak bir kişinin daha onum yaşadıklarını yaşamasını, onun gördüklerini görmesini ister. Bir tek annesi(Evelyn) vardır bunu yapabilecek. Bunu gerçekleştirir. Artık Evelyn’de Jobu Tupaki gibi tüm ihtimalleri görmeye başlar, gördüklerinden büyük bir dehşet duyar. Ancak yine de hayat karşısında umutsuzluğa düşmez. O şöyle düşünür: Her ne kadar her şey anlamsızlıklardan ibaret olsa da insan, hayat karşısında hep yeni duygular yaşamlı ve hayatını güzelleştirmelidir. Yaşamış olduğu hayatın tek ve biricik olduğu bilinciyle zamanını kullanmalı, olabileceği en mutlu halde olmalıdır.
Youtube’de Kurzgesagt kanalının Optimistik Nihilizm (İyimser Hiççilik) videosunda da değindiği hayat felsefesi, bu filmin ana felsefesine uymaktadır. Optimistik Nihilizm felsefesi, evrendeki her şeyin bizim için olmasının pek mümkün olmadığını ve bu durum karşısında insanın “eğer evrenin amacı yoksa, bu amacı biz belirleriz” felsefesiyle karşılık vermesi gerektiğini söyler. Bir zaman sonra “tüm eylemlerim ve edimlerimin yok olması karşısında şu an yaşadığım hayatın ne anlamı var” diyerek zamanımızı kaybetmek yerine yaşanabilecek güzel duyguları yaşamalı, yeni şeyler keşfetmeli, kitaplar, filmler izleyerek hayatımızı sürdürmemizi hedefler. Kendimizi iyi hissettirecek eylemlerde bulunmamız gerektiğine değinir. Filmde dünyada hiçbir şeyin anlamı olmadığına pek çok kez değinildiğini görmekteyiz.
“ – Hakikat ne peki?
– Hiçbir Şeyin önemi yok.”
“Güzel bir şeyler hissettin. Birden umutlandın. Seni zaman israfından kurtarayım. Er ya da geç hepsi geçip gidiyor.”
İnsan zaman zaman derin bir umutsuzluk kuyusuna düşüyor, oradan kurtulmak kolay olmuyor. Neden umutsuzlandığını da unutuyor bir süre sonra. Hayatta hiçbir şeyden zevk alamamak, her şeyin anlamsızlıklarla dolu olduğunu düşünmek ve bunun sonucunda hayatın çekilmezliğine katlanamayıp hayattan vazgeçmek de bir tercih haline geliyor. Ancak filmde bunu tercih etmek yerine yaşamayı tercih etmemiz gerektiğini, hayattaki birkaç mantıklı anın kıymetini bilerek ve doya doya zamanımızı geçirmemiz gerektiği bizlere son sahnelerde veriliyor.
“Simidi neden inşa ettim, söyleyeyim mi? Her şeyi yok etmek için değil. Kendimi yok etmek için. İçine girersem kaçıp kurtulabilir miyim diye düşündüm. Ölmek gibi.”
Joy, kendisinin kimse tarafından anlaşılmaması, ailesinin kendi isteklerine karşı sürekli olarak önyargı beslemesi ve kendilerince ‘onun iyiliğini isteyerek’ hareket ettiğini ifade ederek onun isteklerine hiçbir zaman önem vermemesi karşısında büyük bir umutsuzluğa düşüyor. Joy aslında bir nebze bundan dolayı kendini bu simidin içine atarak yok olmayı arzuluyor.
Filmden bu alıntıyla yazımı bitirmek istiyorum: “Korktuğunuz ve kafanız karıştığı için dövüştüğünüzü biliyorum. Benim de kafam karışık. Bütün gün neler olduğunu anlamadım bile… Bilmiyorum. Tek bildiğim nazik olmamız gerektiği.”
Fotoğraf: Jacob Granneman