Giriş
[voiserPlayer]
Geçen yıl 20. yüzyılın önde gelen iktisatçı ve sosyal teorisyenlerinden Friedrich A. Hayek’in ünlü The Road to Serfdom[1] (1944, Kölelik Yolu) adlı kitabının ilk yayımının 75. yılı idi. Bu vesileyle, başta ABD ve İngiltere’de olmak üzere düşünürün görüşlerini takdir eden çevrelerde kendisi eseri hakkında kimi anma ve saygı yazıları yayımlandı. Bana da bu yazıyı yazma konusunda ilham veren, Bruce Caldwell’in “The Road to Serfdom after 75 Years”[2] başlıklı makalesi benim görebildiklerim arasında en dikkat çekici olandı.[3] Kitabın yayımından yıllar sonra bile bu konuda yazı yazmayı benim için hâlâ anlamlı kılan iki husus daha var. İlk olarak, aradan geçen 76 yıl boyunca Kölelik Yolu birbirinden çok farklı yorum ve değerlendirmelere konu olduysa da kitabın tezinin genellikle doğru anlaşıldığı şüphelidir. İkinci olarak, polemikçi yanı belirgin olmakla beraber, Hayek’in daha sonraki yıllarda geliştireceği fikirlerin birçoğunun özlü bir anlatımını vermesi veya bunları nüve halinde içinde barındırması bakımından da Kölelik Yolu önemini korumaktadır.
Gerçekten de Hayek bu ilk “politik’’ kitabında, aslında daha sonra Özgürlüğün Anayasası (The Constitution of Liberty, 1960)[4] ve Hukuk, Yasama ve Özgürlük’te (Law, Legislation and Liberty) (1973-76-79)[5] daha ayrıntılı olarak geliştireceği sosyal ve siyasal teorisinin ana hatlarını toplu bir şekilde ortaya koymuştu. Daha İkinci Dünya Savaşı devam ederken kaleme alınan Kölelik Yolu yayımlandığında geniş yankılar uyandırmış, entelektüel ve siyasî çevrelerde farklı tepkilere yol açmıştı. Sağ ve sol kolektivist-totaliter eğilimlere karşı bir uyarı niteliğinde olan kitap, tahmin edilebileceği gibi, öncelikle sol entelijansiyanın büyük ve şiddetli tepkisini çekerken, kitabın tezi klasik-liberal ve muhafazakâr çevrelerde genel bir hüsnü kabul gördü. Sosyalist solun Kölelik Yolu’ndan duyduğu rahatsızlığın derinliğini göstermesi bakımından, Herman Finer’ın başlığı ona nazire olan Gericilik Yolu (The Road to Reaction, 1945) adlı kitabıyla hemen ertesi yıl sert bir karşılık vermiş olduğunu belirtmek anlamlı olabilir. Hayek’in eseri üretim araçlarının devletleştirilmesine dayanan merkezî-planlamacı bir sosyalist sistemin hem iktisadî olarak etkin olmayacağını, daha da önemlisi, uzun vadede özgürlüklerin yitirilmesiyle sonuçlanmak suretiyle demokrasi ile bir arada yürütülemeyeceğini öngörmesi bakımından sosyalistlerin tepkisini çekmişti.
Kölelik Yolu Nasıl Bir Düşünce İkliminde Yazıldı?
Aslına bakılırsa, Hayek’in bu kitapla merkezî planlamacılığa yaptığı saldırı sadece Solu rahatsız etmiyordu, o zamanlar Avrupa’da ve bu arada -Hayek’in yaşadığı- İngiltere’de hâkim olan pozitivist bilim anlayışıyla tutarlı olarak, aklın ve bilimin gücüne aşırı güveni yansıtan genel entelektüel iklime de pek uygun değildi. O dönemde İngiltere’de toplumun “bilimsel olarak” planlanabileceğini ileri süren bilim adamları, bu arada toplumun planlanmasının bilimsel bir zorunluluk olduğunu düşünen “fen bilimciler” bile vardı. Hatta, bunlardan biri kapitalizmin devam etmesinin bilimin “hayal kırıklığı” anlamına geleceğini savunan bir kitapta, bilimin gelişebilmesi için “irrasyonel ve müflis” kapitalizmin boyunduruğundan kurtulmasının şart olduğunu yazmıştı (Caldwell 2019: 23, 14-15).[6] Oysa, Hayek aklın sınırları olduğunu ve ister bir kişide isterse bir heyette temsil edilsin, hiçbir tekil aklın piyasada işlem yapan milyonlarca iktisadî aktörün eylemlerini koordine edecek bilgi stokuna sahip olmadığı ve esasen merkezden yapılan kapsayıcı bir planın iktisadî ilişkilerin dinamizminin yol açtığı adaptasyon ihtiyacını karşılayacak milyonlarca farklı bireysel kararı ikame edemeyeceği yolundaki teziyle tam da bu güvene meydan okuyordu. Hayek açıkça, merkezî-planlamacılık ve benzeri yollarla toplumun planlanmasının “bilimsel” bir zorunluluk olduğuna ilişkin düşüncenin aslında “aklın kötüye kullanılması” anlamına geldiğini söylüyordu.
O zamanki İngiltere’deki hâkim düşünce ikliminin başka bir özelliği de pozitivist anlayışla da tutarlı olarak, liberalizm karşıtı kolektivist eğilimlerin yaygınlığı idi. Bunların başında hararetli bir sosyalizm taraftarlığı geliyordu. Nitekim, 1930’ların ortalarından itibaren İngiliz entelijansiyası arasında liberalizmin iflas ettiği ve bundan geri dönüşün olmadığı düşüncesi yaygındı. Bu görüşe göre, liberalizmi devam ettirmeye çalışmak Kıtada faşizmle sonuçlanmıştı, onun için eğer aynı akıbetten kaçınmak ve daha iyi bir geleceğe doğru yürümek istiyorsak bunu ancak sosyalist planlamaya geçerek yapabilirdik (Caldwell 2019: 20). Özetle, aydınlar kurtuluşun sosyalizmde, sosyalist planlamada ve üretim araçlarının devletleştirilmesinde olduğunu, ayrıca Sovyet tecrübesinin “başarısı”nın da bunu gösterdiğini düşünüyorlardı. Sözgelişi, liberalizmin yerini sosyalizme bırakmasının kaçınılmaz olduğuna inanan diğer sosyalistler gibi, Harold Laski de 1942 yılında, sosyalist çözüm için önce “savaş sona ermeden hayatî üretim araçlarının devletleştirilmesi” ve savaştan sonra da devletin “üretim ve dağıtım üzerindeki kontrolünü devam ettirmesi” gerektiğini yazıyordu (Caldwell 2019: 10, 26).
Hayek, Kölelik Yolu’nun işte böyle bir fikrî ortamda, hem bu fikirlere bir cevap olarak hem de muhtemel totalitarizm tehlikesine karşı genel bir uyarı olmak üzere kaleme almıştı. Aksi halde liberalizm karşıtlığının Almanya’yı sürüklediği sonun İngiltere’nin de kaderi olabileceğinden, hatta Batı uygarlığının sonunu getirebileceğinden endişe ediyordu. Nitekim, Hayek İngiltere’de fikir hayatının 1940’ların başlarındaki durumunu Almanya’nın 1920’ler ve 30’lardaki durumuna benzetmektedir. Ona göre, Almanya’da özgürlüğü tahrip etmiş olan faktörlerin en azından bir kısmı burada da etkili olmaktadır ama bu tehlikenin niteliği ve kaynağı Almanya’da olduğundan bile daha da az anlaşılmaktadır (RS: 3-4).
Totalitarizme Hazırlık: Liberalizm Karşıtlığı
Hayek’e göre, liberalizm karşıtlığı ve kolektivizm sempatisi en başta bu uygarlığın bireyci temellerine saldırıda kendisini gösteriyordu. Oysa, Hayek’e göre bireycilik Batı uygarlığının temellerinden biri idi. Bireyciliğin zayıflamasının bir yönü, onun gitgide bencillikle eş anlamlı olarak kullanmaya başlanması (RS: 14) idi ki, bu da kolektivist eğilimleri cazip hale getiriyordu. Bireycilik elbette sosyal amaçların -veya daha doğrusu bireysel amaçların örtüşmesinin- kabul edilmesini dışlamaz, ki bu da söz konusu amaçların izlenmesi için insanların birleşmesini tavsiyeye edilebilir kılar. Fakat o bu gibi sosyal faaliyeti bireysel görüşlerin örtüştüğü durumlarla sınırlar. Böylece, ortak faaliyet insanların ortak amaçlarda anlaştıkları alanlarla sınırlıdır. Çok sık olarak, bu ortak amaçlar bireyler için nihaî amaçlar olmayacak fakat farklı kişilerin farklı amaçlar için kullanabilecekleri araçlar olacaktır (RS: 63). Kolektivizmin bütün türleri bütün toplumu ve onun kaynaklarını tek bir amaç için organize etmek istemeleri ve içinde bireylerin amaçlarının en üstün olduğu özerk alanları tanımayı reddetmeleri bakımından liberalizm ve bireycilikten farklılaşırlar (RS: 60).
Ayrıca, bireysel özgürlük ve inisiyatife dayalı tedricî ve kendiliğinden gelişmeci bakışın yerini zamanla doğa bilimcinin ve mühendisin toplumu istendiği gibi kurgulanacak bir obje olarak gören bakışının alması ‘’Batı medeniyetini yaratmış olan bireyci geleneğin tamamen terk edilmesi’’ anlamına geliyordu (RS: 17-20).
Hayek Almanya’da faşizmin yükselişinin, sosyalistlerin iddia ettiğinin aksine liberal kapitalizmin değil, liberal değerlerden uzaklaşmanın sonucu olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ona göre, düşünce ve ifade özgürlüğü ve hoşgörü gibi liberal değerlerin zayıflamasının totaliter bir rejimin doğuşu için uygun bir zemin oluşturduğunu Almanya örneğinden çıkarabilirdik. Nitekim, Almanya’da yaygınlaşan liberalizm karşıtlığı faşist totalitarizmin doğuşunu hazırlamıştı. Hayek’in endişesi, anti-liberal, kolektivist eğilimlerin bir kere yerleşince etkisini belli bir alanla sınırlı tutmanın mümkün olmayacağı ve kolektivizmin mantığının kaçınılmaz olarak baskıcı rejimlere götüreceği idi (Caldwell 2019: 10).
“Nazizm’in Sosyalist Kökleri”
Kölelik Yolu’nda Solu en fazla rahatsız eden, Hayek’in fikrî kökleri bakımından sosyalizmle nasyonal-sosyalist ve faşist hareketler arasında var olduğunu iddia ettiği benzerlikti. Ona göre, çoğu kişi kabul etmek istemese de Faşizm ve Nazizm’in yükselişi önceki dönemin sosyalist eğilimlerine karşı bir tepki olmayıp, bu eğilimlerin zorunlu bir sonucuydu (RS: 4). Almanya’da nasyonal-sosyalizmi hazırlayan ve onu liberal olan her şeyden uzaklaştıran düşünce değişimi esas olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra gerçekleşmiştir. Bu düşüncelerin Almanların büyük çoğunluğunun ve özellikle de gençliğin desteğini kazanmasına ve onları başarıya götürmesine yol açmış olan sadece savaştaki yenilgi ve acının tetiklediği milliyetçilik dalgası değildi. Bunun nedeni, pek çok kişinin inanmak istediği gibi, sosyalizmin ilerleyişine karşı kapitalist tepki de değildi. Aksine, bu fikirleri iktidara getiren destek sosyalist kamptan gelmiştir (RS: 172-73). Nitekim, Nasyonel-Sosyalizm’in Fichte ve Lassal gibi en önemli ataları aynı zamanda sosyalizmin tanınmış üstatlarıdır (RS: 173). Kölelik Yolu’nun “Nazizm’in Sosyalist Kökleri” başlıklı bölümünde Hayek sayfalarca (ticaret ruhuna karşı savaşçı ve kahramanlık ruhunu öne çıkaran) Werner Sombart, (özgürlük idealine karşı organizasyoncu düşünceyi vurgulayan) Johann Plenge yanında, Wilhelm Ostwald ve Oswald Spengler gibi örneklerde, eski Alman sosyalistlerin nasyonal-sosyalizmin doğuşuna katkılarını anlatmaktadır (RS: 173-84).
Hayek’e göre, esasen Almanya’da sosyalizmle milliyetçilik arasında baştan beri yakın bağlantı vardı ve bu esas olarak liberalizm karşıtlığından kaynaklanıyordu. Bütün biçimleriyle liberalizme karşı savaş, sosyalistlerle muhafazakârları aynı cephede birleştiren ortak fikirdi. Sosyalizmle milliyetçiliğin kaynaşması önce Alman Gençlik hareketinde benimsendi; bu arada, “Muhafazakâr Sosyalizm” sloganı altında çok sayıda yazar da Nasyonel-Sosyalizm’in başarılı olduğu ortamı hazırladı (RS:185).
Kölelik Yolu’na Oportünist-Muhafazakâr Sempati
Öte yandan, muhafazakâr çevreler de Kölelik Yolu’nun yayımlanmasını genellikle olumlu karşılamakla beraber gerek İngiltere’de gerekse Amerika’da kimi muhafazakâr politikacı ve gazeteciler onu daha çok sola karşı yürüttükleri güncel siyasî kavgalarının bir malzemesi olarak kullandılar. İngiltere’de muhafazakâr çevreler ve basın RS’nin yayınlanmasını kendi davaları lehine bir destek olarak yorumlamışlardı. 1945 seçimleri arifesinde Muhafazakâr Partililer başında sosyalist Laski olan İşçi Partisine karşı kendi davalarını haklı göstermek için Hayek’i delil gösteriyorlardı: planlama totalitarizme götürecekti. İşçi Partisi aşırı soldu, “kızıl” partiydi (Caldwell 2019: 35-38).
Amerika’da da benzeri oldu, Kölelik Yolu muhafazakârlar tarafından her türlü devlet müdahale veya düzenlemesine karşı bir protesto olarak anlaşıldı veya öyle gösterilmeye çalışıldı. Ayrıca, kimi muhafazakâr çevreler Hayek’e ve kitabına Sol’la ve Sosyalizm ile mücadelelerinin haklılığını onaylayan akademik bir kanıt olarak başvurdular. Kölelik Yolu’nun başına gelen bir talihsizlik, daha sonraki yıllarda da onun sağ-muhafazakâr kesimler tarafından bir “Soğuk Savaş” malzemesi olarak kullanılmış olmasıdır. Hayek bu durumdan hiç hoşnut değildi[7]; nitekim bir grup iş adamı önünde yaptığı konuşmada, “aptalca bulduğunuz veya hoşlanmadığınız hemen hemen her devlet faaliyeti için ‘sosyalizm’ terimini kullanma tehlikeli eğilimi”ne karşı onları uyarmış ve ihtiyaç olanın, “devletin meşru faaliyetleri ile meşru olmayan faaliyetleri arasında ayrım yapmamıza imkân verecek açık-seçik bir ilkeler demeti” olduğunu söylemişti (Caldwell 2019: 39-42).
Yanlış Anlaşılan Tez
İronik olarak, Kölelik Yolu’na Sağın sempatik yaklaşması da Sol’un ona düşmanca tepki vermesi de aslında aynı yanlış anlamaya dayanıyordu: Her iki taraf da Hayek’i devletin ekonomiye müdahalesini kategorik olarak reddeden bir laissez-faire iktisatçısı sanmıştı. Bruce Caldwell’in belirttiği gibi, tam bir devletleştirmeyi benimsemeyen çoğu kişi Hayek’in kitabını bir uyarı olarak değil de en ufak bir planlama ve sosyal hizmetin toplumu tam bir totaliter devlete götüreceğine dair bir kehanet olarak okumuştur. Bu yanlış anlama, Hayek’in laissez-faire iktisatçısı olduğunun sanılmasıyla doğrudan doğruya bağlantılıydı. Oysa, Hayek ne devletin ekonomideki rolünü tümüyle reddediyordu ne de devletin sosyal hizmetler üstlenmesine kategorik olarak karşıydı (Caldwell 2019: 34-35).[8] Ayrıca, Hayek’in karşı çıktığı planlama da bireyler ve firmalar düzeyindeki lokal planlama olmayıp, üretim araçlarının devletleştirilmesiyle birlikte giden bütün bir ekonominin tek merkezden planlanması idi.
Hayek’in merkezî planlamanın liberal-demokratik sistemle bağdaşmadığını düşünmesinin elbette haklı nedenleri vardı. Hayek önce sosyalist planlamanın bildik planlamadan farklı olduğuna dikkat çeker: “Planlama”dan söz ettiklerinde sosyalistlerin kast ettikleri, ortak problemlerimizi elverdiğince rasyonel bir şekilde ele almamız gerektiği ve bunu yaparken mümkün olduğunca çok öngörülü bir biçimde yapmamız gerektiği değildir. Farklı kişilerin kendi bireysel planlarına uygun olarak çeşitli faaliyetlerini yapmaları için en rasyonel olan daimî çerçeveyi tasarlamak anlamındaki liberal plan sosyalist plancıların amaçları bakımından, yeterli değildir. Onların istediği, bütün iktisadî faaliyetlerin tek bir plana göre merkezden yönetilmesi/yönlendirilmesi, toplumun kaynaklarının belli amaçlara, belirli bir şekilde hizmet etmek için nasıl “bilinçli bir şekilde yönlendirileceği”nin belirlenmesidir (RS: 36).
Hayek, bireysel tercihler ve planların yerine merkezî tahsis sürecinin geçmesinin planlama otoritesinde büyük bir güç toplanmasına yol açacağını düşünmektedir. Hayek’e göre, başarılı bir planlama, hem öncelikle hangi değer ve amaçların gerçekleştirilmeye çalışılacağını belirleyecek hem de plancıların kaynakların tahsisine ilişkin kararlarına kılavuzluk edecek “tam bir ahlâkî kod”un varlığını gerektirmektedir. Başka bir anlatımla, bütün faaliyetlerimizi tek bir plana göre yönetmek/yönlendirmek, bütün farklı insanî değerlere kendi uygun yerini veren tam bir ahlâkî kodun varlığına bağlıdır. Ne var ki, böyle tam bir ahlâkî kod mevcut olmadığı gibi, varmış gibi davranmak da onun kılavuzluk edeceği bir planlamanın bireylerin farklı amaçlarıyla çatışmasını göze almak demektir (RS: 60-61). Kaldı ki, mesele sadece böyle her şeyi kapsayan bir değerler ölçeğine sahip olmamamız da değildir; esasen, mevcut kaynaklar için yarışan ve her birine belli bir ağırlık veren farklı insanların sınırsız çeşitlilikteki farklı ihtiyaçlarını kavrayacak bir akıl da mevcut değildir (RS: 62).
Ancak, Hayek merkezî planlamanın toplumun ortak faaliyet ihtiyacıyla karıştırılmaması gerektiğine ilişkin de bir uyarıda bulunmaktadır. Yani, iktisadî hayatın merkezden planlanmasının imkânsızlığı ve özgürlük karşıtı oluşu, toplumda ortak faaliyetin mümkün ve istenir olmadığı anlamına gelmemektedir. Hayek bu noktada bireyciliğin sosyal amaçların kabul edilmesini dışlamadığını, dolayısıyla bireysel amaçların örtüşmesi ölçüsünde bu amaçların gerçekleştirilmesi için insanların birleşmesi gerektiğini belirtmektedir. Böylece, ortak faaliyet insanların ortak amaçlarda anlaştıkları alanlarla sınırlı olacaktır. Genellikle de bu ortak amaçlar bireyler için nihaî amaçlar olmayacak fakat farklı kişilerin farklı amaçlar için kullanabilecekleri araçlar olacaktır (RS: 63).
Hayek’e göre, üretim araçlarının belirli amaçlar için kullanılmasını bireyler yerine hükümetin yöneteceği merkezî-planlamacı sistem, ayrıca “hukukun üstünlüğü”yle de bağdaşmaz. Çünkü, iktisadî faaliyetin merkezî bir otorite tarafından yönetilmesi, önceden ilân edilmiş genel-formel kurallar çerçevesinde yürütülebilecek bir iş olmadığı için, bu ister istemez keyfî yönetimle sonuçlanacaktır. Planlama otoritesi önceden kendisini keyfiliği engelleyen genel ve formel kurallarla bağlayamaz. Onun insanların güncel ihtiyaçlarını ortaya çıktıkça karşılaması ve onlar arasında bilinçli olarak tercih yapması gerekir. Başka bir anlatımla, merkezî otorite sürekli olarak sadece formel ilkelerle cevaplandırılamayacak soru(n)lar hakkında karar vermek ve bu kararları verirken farklı insanların ihtiyaçları arasında ayrımlar yapmak zorundadır. Dolayısıyla, nihayetinde kimin çıkarlarının daha önemli olduğu tek bir görüş açısından kararlaştırılmak zorundadır (RS: 76-77). Başka bir ifadeyle, devlet bireylerin eylemlerini belirli amaçlara ulaşacak şekilde yönetirse, faaliyetlerini anlık şartlara göre kararlaştırılmak zorunda olacaktır ki bunun ifade ettiği belirsizlik ve öngörülemezlik hukuk devleti ile bağdaşmaz. Devlet daha fazla “planladıkça” birey için planlamanın daha zor olması da bu bundan ileri gelir (RS: 79).
Öte yandan, Hayek’e göre, bütün iktisadî sistemi yöneten bir otorite düşünülebilecek en güçlü tekel olurdu. Böyle bir otorite özel tekelci gibi gücünü kötüye kullanmayacak olsaydı bile, neyin hangi şartlarla bize verileceğini kararlaştırmak konusunda tam güce sahip olacaktı. Bu tekelci otorite sadece hangi mal ve hizmetlerin ve ne miktarlarda hazır edileceğine karar vermeyecek, fakat aynı zamanda bunların bölgeler ve gruplar arasındaki dağılımını da belirleyebilecek ve eğer isterse kişiler arasında istediği kadar ayrım yapabilecektir (RS: 96).
Kanaatimce, Hayek’in merkezî-planlamacı bir kolektivist sistemin özgürlükle bağdaşmayacağını göstermek için başvurduğu en güçlü argüman, iktisadî hayatın kontrol edilmesinin aslında bütün hayat alanlarının kontrol edilmesi anlamına geldiğine ve dolayısıyla nihayetinde totaliterizme götüreceğine ilişkin görüşüdür. Çünkü, “iktisadî kontrol, insan hayatının geri kalanından ayrılabilen kısmının kontrolünden ibaret değildir; o bütün amaçlarımızın araçlarının kontrolüdür”. Hayek’in özellikle kitabının “İktisadî Kontrol ve Totalitarizm” başlıklı yedinci bölümünde geliştirdiği bu argümana göre, modern dünyada “hemen hemen her şey için diğer insanların temin ettiği araçlara bağımlı olduğumuz için, iktisadî planlama hayatımızın neredeyse tamamının yönetilmesiyle” sonuçlanacaktır. Planlama otoritesi bireylerin amaçlarını gerçekleştirmek için ihtiyaç duydukları bütün araçları da kontrol edecek ve hangi amacın karşılanıp hangisinin karşılanmayacağına da kendisi karar verecektir. Düşünürün kendi anlatımıyla, “araçların kontrolüne her kim sahipse, hangi amaçlara hizmet edileceğini, hangi değerlerin daha yüksek hangilerinin daha aşağı olarak dereceleneceğini, kısaca insanların neye inanıp ne için mücadele edeceğini de kaçınılmaz olarak o belirleyecektir”. Böylece bütün iktisadî faaliyeti yöneten otorite aynı zamanda genel olarak bireylerin hayatlarını da kontrol eder hale gelecektir (RS: 95).
Sonuç
Kısaca, Hayek Kölelik Yolu’nu, liberal Batı uygarlığının da sonunu getirebileceğinden endişe ettiği muhtemel bir totalitarizm tehlikesine karşı, İngiltere başta olmak üzere Avrupa’yı uyarmak için kaleme almıştı. Bruce Caldwell’in belirttiği gibi (Caldwell 2019: 45), Hayek bu kitabı İngiltere’nin savaştan sonra üretim araçlarının tamamen devletleştirilmesi anlamında “sıcak Sosyalizm”i benimseyeceğinden endişe eden bir liberal olarak yazmıştır. Bu arada belirtmek gerekir ki, Kölelik Yolu’nda Hayek söz konusu tehlikeye totaliter bir sosyalizm örneğinde dikkat çekmiş olsa da onun asıl dikkat çekmek istediği, daha genel olarak doğası icabı bireysel özgürlük karşıtı olan kolektivist öğretilerin yarattığı tehlikedir. Hayek’e göre, sosyalizm bireyin değerini ve bireysel inisiyatifi reddeden kolektivizmin bir türü olduğundan kolektivizm için doğru olan her şey sosyalizm için de geçerlidir (RS: 35).
Yukarıda Hayek’in Kölelik Yolu’ndaki tezinin genel olarak yanlış anlaşıldığını ve refah devletini hedef aldığının sanıldığını belirtmiştim. Oysa, Hayek’e göre, toplumları “kölelik yolu”na sokacak olan şey, refah devleti veya iktisadî hayata devlet müdahalesi değil, üretim araçlarının devletleştirildiği merkezî-planlamacı iktisadî sistemdir. Yoksa, Hayek ekonomik ve sosyal hayata devlet müdahalesine kategorik olarak karşı değildir. Bu elbette, onun refah devletinin ilkesiz bir şekilde genişlemesini onayladığı anlamına gelmiyordu. Aksine Hayek belli bir sınırı aşmayan ve doğru ilkelere dayanan devlet müdahalesi ve sosyal hizmetlerin özgür toplum anlayışına ters düşmeyeceğini düşünüyordu. Nitekim bugün de John Tomasi (2012) ve Matt Zwolinski (2019) gibi kimi liberal teorisyenler Hayek düşüncesinin bu sosyal yanına dikkat çekmişler ve hatta Zwolinski herkes için “temel gelir”i garanti eden bir düzenlemenin Hayekçi bir savunusunu geliştirmiştir.
Ancak Hayek elbette devletin sosyal ve ekonomik alandaki muhtemel rolünün sınırsız olmasından yana da değildir. O bu sınırı iki liberal ilkeyle çizmiştir: hukukun üstünlüğüne uyum ve rekabetin korunması. Hukukun üstünlüğü, devletin sosyal görevlerinin, keyfiliğe yer bırakmayacak şekilde, önceden belli edilmiş ve ayrımcı olmayan genel bir hukukî çerçeveye dayandırmasını gerektirmektedir. Öte yandan, mal ve hizmet üretiminde devlete tekel verilmemeli, devlet işletmeleri bu faaliyetlerini özel firmalarla rekabet içinde yapmalıdır.[9] Aksi halde, yani sadece merkezî planlamacılık değil, bu ilkeleri ve sınırı gözetmeksizin ilkesiz bir şekilde genişleyen devlet müdahaleciliği (refah devleti) de sonunda toplumu totalitarizme götürebilir.
Hayek’in, üretim araçlarının devletleştirilmesine dayanan merkezî-planlamacı güdümlü ekonomik sistemin hem sürdürülebilir bir refah üretme model oluşturamayacağı, hem de aynı zamanda sivil toplumun ve özgürlüklerin tahribiyle sonuçlanacağına ilişkin bu dramatik uyarısı 20. yüzyılın sonuna doğru büyük ölçüde doğrulanmıştır. Gerçekten de 1980’lerin sonlarında, ya yoksulluk ve baskının bunalttığı kitlelerin baş kaldırmasıyla ya da sistemin artık sürdürülemez bir şekilde tıkandığını fark eden yönetici elitlerin inisiyatifiyle, totaliter sosyalizm büyük ölçüde tasfiye edilmiştir.
Yıllar evvel düşünürün ölümü üzerine yazdığım gibi: ‘’Onun [Hayek’in] bahtiyarlığı şuradadır ki; biraz geç olmakla beraber, daha sağlığında ömrünce savunduğu fikirlerin doğrulandığını ve on yıllar boyunca süren uyarılarının haklı çıktığını görebilmiştir. Hayek yarım asrı aşkın bir süredir ısrarla merkezî-planlamacı kolektivist sistemlerin hem iktisadî başarısızlığa mahkûm olduklarını söylüyor, hem de özgürlüğü yok edecekleri uyarısında bulunuyordu. “(…) Hayek vaktiyle komünist ve faşist totalitarizmin tanrılarına karşı, etrafını kuşatmış olan ‘entelektüel kirlenme’nin baskısına rağmen yılmadan Prometevari bir mücadele vermiştir”. “İnsanlığın 20. yüzyıldan 21. yüzyıla devredeceği entelektüel miras içinde Hayek’in fikrî ‘tereke’sinin seçkin bir konumu olacağına şüphe yok” (Erdoğan 1993: 138, 142).
Kaynakça
Caldwell, Bruce (2019), ‘’The Road to Serfdom after 75 Years’’, CHOPE Working Paper No. 2019-13, Center for the History of Political Economy at Duke University, Ağustos 2019.
Erdoğan, Mustafa (2018), ‘’Hayek’te Demokrasi ve Özgürlük’’, Özgürlük, Hukuk ve Demokrasi (Ankara: Siyasal Kitabevi) içinde, ss. 13-24.
Erdoğan, Mustafa (1993), ‘’Hayek: Tarihin Doğruladığı Adam’’, Liberal Toplum Liberal Siyaset (Ankara: Siyasal Kitabevi) içinde, ss. 137-42.
Hayek, F. A. (2013), Özgürlüğün Anayasası, Çev. Y. Z. Çelikkaya (Ankara: Bigbang Yayınları).
Hayek, F. A. (2012), Hukuk, Yasama ve Özgürlük, Çev., A. Yayla & M. Erdoğan & M. Öz (Ankara: İş Bankası Yayınları).
Tomasi, John (2012), Free Market Fairness (Princeton University Press).
Zwolinski,
Matt (2019), ‘’A Hayekian Case for Free Markets and a Basic Income’’, SSRN: https://ssrn.com/abstract=3396791
[1] Bundan sora metin içinde RS olarak kısaltılacaktır.
[2] Bkz. Caldwell 2019.
[3] Bu arada, ben de üç yıl evvel kaleme almış olduğum Hayek’in demokrasi ve özgürlük ilişkisi hakkındaki görüşlerini tartışan bir makaleyi, mutlu bir tesadüf eseri olarak, geçen yıl revize etmiştim. Bkz. Erdoğan (2018), ss. 13-24.
[4] Türkçesi: Özgürlüğün Anayasası.
[5] Türkçesi: Hukuk, Yasama ve Özgürlük.
[6] Onlara göre, eğer bilim olması gereken işlevini yerine getirecek idiyse, kapitalist toplumdan planlı sosyalist topluma geçiş zorunluydu (Caldwell 2019: 14).
[7] Nitekim bu durum Hayek’in izleyen yıllarda muhafazakârlarla arasına mesafe koymasına ve bu arada –bilâhare Özgürlüğün Anayasası’na ekleyeceği- ‘’Niçin Muhafazakar Değilim’’ başlıklı denemeyi kaleme almasına yol açmıştır.
[8] Nitekim Hayek Özgürlüğün Anayasası’nda bu yönde önerilere yer vermiştir. Mamafih, düşünürün daha sonra yayımladığı, magnum opus’u sayılabilecek eseri Hukuk, Yasama ve Özgürlük’te laissez-faire’ci liberalizme daha fazla yaklaşmış olduğu söylenebilir.
[9] Ancak, bir önceki notta belirtildiği gibi, Hayek The Constitution of Liberty’de de sürdürdüğü kısmî devlet müdahalesinden yana olan bu tutumunu daha sonraki büyük üçlemesi Law, Legislation and Liberty’de bir ölçüde yumuşatmış görünmektedir.