[voiserPlayer]
Ne zamandır geldi, geliyor diye beklediğimiz S-400 krizi sonunda kapıya dayandı. Şam’da namaz kılma hayalleriyle başlayan Suriye macerası kıbleyi Moskova’ya dönerek sonlanan ve Batı’yla köprülerini birer ikişer atıp nihayet uçurumun beri tarafında mahsur kalmak üzere olan Ankara’nın S-400’lerden vazgeçme şansı yok gibi görünüyor olabilir. Halbuki tüm bu meseleyi hemen bugün çözmek mümkün. Macron’un da daha yakın zamanda dillendirdiği üzere Avrupalılar Eurosam’ın SAMP/T Aster sistemini hemen bugün, üstelik teknoloji transferi ve ortak üretim konusunda halihazırda Rusya’yla sahip olunandan çok daha cazip şartlarla teslime hazırlar. Esas trajedi, Ankara’nın da, Washington’ın da derdinin üzümü yemekten çok bağcıyı dövmek olması. Karşı bağın bağbanı Rusya içinse bu vaziyet seyrine doyum olmayacak cinsten.
Türkiye’de genelde Batı, özelde ABD karşıtlığı öyle bir düzeye ulaştı ki S-400’lere karşı çıkmak hem sağda, hem solda kimi çevrelerce “vatana ihanet” sayılır hale geldi. Biz “füzeyle Rus ruleti oynanmaz” dedikçe, sayısı hiç de azımsanmayacak bir güruh Ankara’nın tetiği yine yeniden çekmesi için alkış tutuyor.
Halbuki S-400 seçeneğinin Türkiye’ye faydadan çok zarar getireceği Türkiye’nin bölgesel güvenliğine ve savunma sanayisinin geleceğine kafa yoranların çoğunun ortak görüşü. Peki neden? S-400’ü alırsak ne olur?
S-400’ün Türkiye’nin menfaatlerine aykırı bir seçenek olmasının sebebi bu alımla karşımıza çıkacak üç önemli mesele: CAATSA, savunma sanayi, ve silah tedariği.
CAATSA ya da tam adıyla Amerika’nın Düşmanlarıyla Mücadele Ambargoları Yasası önümüzdeki en ivedi ve girift sorun. S-400’ün alt yüklenici ve tedarikçilerinin pek çoğu doğrudan ambargoya tabi Rus devlet şirketleri. Yörük Işık tüm bunların listesini, ürettikleri parçalara eşleyerek Türkçe de yayınladı. Bu şirketlerle her türlü ticari ilişki yasak. “Füzeleri alalım ama açmayalım; Katar’a koyalım, Bakü’ye gönderelim” filan gibi şark kurnazlıklarının pek oluru olmaması da bundan. Yasanın metni ve müeyyideleri çok açık. Paketi teslim aldığınız an ambargo altındasınız. Lamı, cimi yok. Siyasetin şartları değişik olsa belki başka çözümler bulunabilirdi. Örneğin, İran’a mali ambargolar uygulanırken aralarında Türkiye’nin de olduğu kimi müttefik ülkelere İran’la enerji alışverişi sekteye uğrayıp zora düşmesinler diye geçici süreliğine para yerine emtiayla ödeme imtiyazı sağlanmıştı. Nitekim Zarrab skandalıyla patlak veren altın ticaretinin dayanağı da bu istisnaydı. Tabii bugün durum çok farklı.
CAATSA, insan hakları ihlallerine yönelik uygulanan (ve son günlerde Türkiye’ye yönelik olarak sıklıkla gündeme getirilen) Magnitsky Yasası’yla beraber ABD’nin repertuvarındaki en ağır yaptırımlardan biri. Yıkıcı gücünün etkilerini öngörmek dahi çok zor. Ucuz hamasetle ne ithal ettiğimiz petrolün faturasını azalır, ne vakti gelen borcumuzun vadesini ertelenir. Sırtımızı dayayacak gazımız ya da petrolümüz yok. Varoluşu ticarete dayanan bir ülkeyiz biz. CAATSA cenderesiyle küresel pazarlardan koptuğumuz bir ekonomik gelecek yıllarca sürecek bir buzul çağından farksız. Bu ağır bedeli kimin ödeyeceği de, kimin ödemeyeceği de hepimizce malumdur zannederim.
Diğer sorun, savunma sanayisinin alacağı darbe. Türkiye, F-35 programının önemli katılımcılarından. Milyarlarca dolar yatırdık F-35’e. Orta ve uzun vadeli planlarını F-35’teki üretim rolüne göre yapmış düzinelerce savunma şirketi var. Bu işbirliğinden edinilecek bilgi, beceri, ve kazanımlar da cabası. Hal böyleyken, kalkıp da Çin’in J-31’ini ya da Rusya’nın Su-57’sini alırız demek evde pirinç varken Dimyat’a bulgura gitmek demek. Bu sistemlerin pek çoğunun üretimi, tasarımı, takvimi, becerileri bile henüz belirsiz.
Savunma sanayini Batı’dan kopartmanın daha yıkıcı sistemik sonuçları da var. ABD’nin F-35’i bir düzine ülkeyle birlikte geliştirmesi, sektörün en büyük oyuncularının bile birer ikişer konsolide olması gibi olgular tesadüf değil. Tedarik ağları küreselleşiyor, ar-ge masrafları tek bir şirket ya da ülkenin tek başına üstlenmekten çekineceği ölçülere büyüyor. Çağlar Kurç ve Sibel Oktay bunu yakınlarda yayınladıkları bir makalede etraflıca anlattılar. Özal döneminden beri Türkiye’nin savunma sanayi vizyonu Batı ittifakının üretim ağları içinde merkezi bir tedarik rolü edinmek ve adım adım katma değerli üretimini artırmak. Mantıklı olan da zaten budur.
Selçuk Bayraktar, kayınpederi iktidarda olduğu müddetçe, böyle bir kaygı duymak zorunda olmayabilir ama böyle bir dayanaktan yoksun ve pazar şartlarında kendi başına ayakta kalmaya mecbur bir şirketin ölçek ekonomisiyle üretimi artırıp maliyeti düşürmek dışında çaresi yoktur. Rusya gibi babadan yadigar bir savunma sanayi kompleksimiz ya da her sattığımızı alacak uydu devletlerimiz yok. Çin ya da Hindistan gibi maddi kaynaklarımız da yok. İç pazarımızın imkanları ve ihtiyaçları belli. Ne üreteceğiz? Nasıl üreteceğiz? Kime satacağız? Dünyada verdiğimiz selamı alan bile kalmamışken yerli ve milli silahınızı kim alacak? Savunma sanayimizi yıllarca tuğla tuğla örerek kurduk. Lockheed’den Sikorsky’e, Thales’ten Rheinmetall’e dünyanın dev şirketleriyle ortaklaşa projeler üretecek düzeye getirdik. Bu kazanımları gözümüz gibi koruyacağımız, onlardan övünç duyup ve onların üzerine koymaya çabalayacağımız yerde tüm bu bakiyeyi kendi elimizle sıfırlamak gayretindeyiz. Yarın Türkiye’nin gözbebeği şirketleri bu ekonominin dışına düştüğünde onların yerini Bilal Erdoğan’ın Okçular Vakfı mı dolduracak? Ateş çemberi gibi bir coğrafyada yaşıyorken akıl karı bir iş mi bu?
Üçüncü sorun ise silah tedariği. Türkiye, bir NATO ordusu. Eğitimi, doktrini, planı, programı NATO’nun temel ilkesi olan üye orduların ortak çalışabilirliği (interoperability) esasına göre. “NATO’dan çıkarsak çıkalım” demek miting meydanında kolay, ama ordu karargahında o kadar kolay değil. Türkiye’yle bölgesel rekabet içinde olan ülkelerin hem ABD’de, hem Avrupa’da her daim kuvvetli bir lobisi vardı. Sözgelimi, ilişkilerin en iyi yıllarında dahi Yunan ve Ermeni lobisinin baskıları yüzünden Türkiye’nin Dış Askeri Satış (FMS) kapsamında satın aldığı uçakların, gemilerin sözleşmelerini Kongre’den geçirtmek deveye hendek atlatmaktan farksızdı. Avrupa’daki Kürt diasporası 90’lı yılların başından bu yana Orta Avrupa ülkeleriyle her türlü savunma ilişkisinin önüne çıkan bir engel. Böyle olması da çok normal zira karşılıklı bir rekabet içindesiniz ve sizin kazancınız bu çevrelerin kaybı. Şimdi bu dirence yakın döneme kadar Erdoğan yönetiminin paralel bir hariciye gibi çalışmasına sadece göz yummakla kalmayıp açıkça teşvik ettiği Gülen Cemaati, durduk yerde boğaz boğaza geldiğimiz Körfez ülkeleri, Kuzey Suriye’de ABD’yle beraber IŞİD’e karşı dövüştüğü imajından ötürü epeyce sempati kazanan YPG lobisi de eklendi. Böyle bir muhasaraya saatlik ücretle çalışan profesyonel lobicilerle ya da tek meziyeti Erdoğan yönetimine sadakati olan SETA’cılarla direnemezsiniz. Üstelik ufukta başka krizler de var: Halkbank soruşturması ve Erdoğan’ın korumalarına yönelik darp davaları akla ilk gelenler.
Hal böyleyken, S-400 sorununu bugün olup yarın bitecek cinsten bir mesele gibi değil Türkiye’nin tarihsel ve stratejik yörüngesinden hızla savruluşunun ilk itkisi olarak görmek lazım ki bence en büyük güvenlik sorunu da zaten budur: Batı’dan koptuğumuz; küresel ekonomiye kapandığımız; medeni dünyanın hak, hukuk, ve hürriyet anlayışından uzaklaştığımız; uluslararası sahnede yalnızlaştığımız bir gelecek.
Son tahlilde, ABD’nin eleştirilecek yanları yok mudur? Saymakla bitmeyecek kadar çok vardır. Henüz birkaç ay önce Foreign Policy dergisindeki bir makalemde tüm bunları alt alta sıralayıp, “Türkiye toplumunun ABD’nin siciline bakınca ‘dostumuz böyleyken düşmana ne ihtiyaç var?’ diye düşünmesine şaşmamak gerekir” yazmıştım. Bu sözümün hala arkasındayım. Ama Batılı müttefiklerimiz de hava sahamızı Rus füzelerine bırakıp aynı göklerde onların uçaklarıyla uçmak istememize, dün PKK’yle müzakere masasında oturanların bugün aynı sebepten söylenmelerine, ya da yıllarca Fethullah Gülen’le iktidar ortaklığı edip şimdi bu geçmiş hiç yaşanmamış gibi yapanlara bakıp afallıyorsa bunda haksız sayılmazlar.
Devletlerin dostları ya da düşmanları olmaz, yalnızca menfaatleri olur. Bunlar siyasetin gündelik menfaatleri değil ülkenin milli menfaatleridir. Menfaatimize olan “küstüm, oynamıyorum” deyip rotayı bize ABD’den ya da Avrupa’dan daha çok dost olmayan Rusya’ya ve Çin’e kırmak değil Kıbrıs’tan Kandil’e, Suriye’den Saylorsburg’a kadar tüm haklı davalarımızda müttefiklerimize derdimizi anlatabilecek ve onlara sözümüzü dinletebilecek güç, etki ve itibarı geri kazanmaktır.
Türkiye diplomasinin yaşayan en değerli isimlerinden Washington eski büyükelçimiz Namık Tan’ın yazdığı gibi: dış politikada bin düşünüp bir adım atmak gerekir. Biz ise yıllardır düşüncesiz koşturmaktayız. Nihayetinde geldiğimiz noktanın pek de hoş olmadığını tarife herhalde ihtiyaç yoktur. İhtiyacımız olan gururumuzu okşayan hayaller ya da kulağımıza hoş gelen hamasi nutuklar değil akılcı, gerçekçi, soğukkanlı yaklaşımlardır. Ve tabii onları üretecek ve yürütecek irade. Ki korkarım en çok yoksun olduğumuz da o.