[voiserPlayer]
Kısa bir süre önce Hacettepe Üniversitesi’nde tamamladığım doktora tezimden sonra Dersim’e dönerek, ildeki üniversitede göreve başladım. Bu yazıyı gerek kendim gerekse yakın çevremden edindiğim deneyimlerime dayanarak kaleme alıyorum…
Yaşamın kendine has birçok güçlüğü var. Hele ki Türkiye’de yaşıyorsanız bu güçlükler daha da katmerli. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da ifade ettiği gibi bu ülke “evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânı tanımıyor.” Yani mesele doğanın yarattığı sıkıntılardan ziyade insanın insana çektirdiği zulümle alakalı. Bu da bilhassa ideoloji, sınıf, etnisite, din, inanç ve cinsiyet gibi muktedirin benimsediği kimliklere mensup olmamaktan kaynaklanıyor. Anlayacağınız el âlem, kendisi ile aynı düşünenlerden müteşekkil bir dünya oluşturmanın sapkın fantezisiyle yanıp tutuşuyor. Onların dünyasında bırakın farklı renklere siyah ve beyazın kesiştiği gri renge bile yer yok!
Anlattıklarımın çoğu zaten tecrübe ettiğiniz şeyler. Bu faslı geçelim…
Coğrafya Kaderdir!
14. yüzyılın mühim düşünürlerinden İbn-i Haldun, coğrafyanın insan ve toplumsal yapı üzerinde belirgin bir etkiye sahip olduğunu düşünerek, bunu da günümüzde artık motto haline gelen “coğrafya kaderdir” sözüyle dile getirdi. Fakat çoğu söz gibi bu söz de zaman içerisinde bağlamından koparak, yorum farklılıklarına uğradı. Yani Haldun’un ifade ettiğinden ziyade bugün artık çağrıştırdığı anlam daha çok şöyle: Doğduğunuz, yaşadığınız yer, size yaşatılan haksızlığın baş mimarıdır!
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de olduğunuz kimliğin bir “kabahati” varsa bu da daha çok doğduğunuz yerle alakalı. Misal Osmanlı’nın Kürdistan olarak adlandırdığı (ki 1847’de bu adla bir eyalet de kurdu) coğrafyada bir Kürt olarak doğmuşsanız vay halinize! Ama durun onun da bir çaresi var: İslamcı ya da iktidarla paralel düşünüyorsanız makulsünüz!
Kürtlerin aksine Kızılbaşların yani Alevilerin kendileriyle özdeş, meskûn bir “Alevistanı” hiç olmadı. Aynı şey Türkiye’deki sol, sosyalist ve komünistler için de geçerli. Burada gerek Aleviler gerekse söz konusu gruplarla özdeş kılınan Cumhuriyet tarihinin belirli mekânlarını elbette göz ardı etmiyorum. Ama öyle bir yer var ki adı “belirli” bir sağcı, İslamcı ve sırf çıkarları için devletçiliğe soyunan çevrenin algısında adeta doğrudan nefret unsuru: DERSİM! Neden mi? 3K olmasından ötürü! KÜRT, KIZILBAŞ, KOMÜNİST!
Mesele Dersim ve Dersimlilerin gerçekten de bunlar olup-olmadığından ziyade, dışarıdan nasıl göründükleriyle alakalı. Anlayacağınız sevgili okur, Dersim denilen coğrafya da doğmuşsanız vah halinize! Doğmakla da kalmayıp, bu kimliklerin tarihsel muhalifliklerinden birini, bir kaçını ya da üçünü giyinmişseniz bu kez vah, vahlar olsun! Yani kendilerini daru’l-İslâm olarak görenlerin ezeli düşmanları olarak ehl-i küfr, daru’l-harbsiniz. O nedenle size her türlü zulüm mubah olup, dillere pelesenk edilen “kul hakkı yemeyin” sözünün bu topraklarda pek bir kıymeti yoktur.
Haksızlık etmeyelim, ulu’l emre itaat eden, dalga kıran Dersimlilerdenseniz reklam kokulu şefkat dokunuşlarından mahrum kalmazsınız… Çünkü her yerde olduğu gibi burada da bilhassa “devletini en çok seven, onunla özdeş kılınan hükümeti hiç eleştirmeyendir” ilkesi geçerli. Oysaki ne kadar kötü ve büyük bir yanılgı değil mi? Zaman içinde, gayri makbul görünen kimliklerinizin panzehiri olarak içinde yaşadığınız siyasal toplumun baskın söylemini benimser, onun hayatın her alanına sirayet eden politikalarını ve dilini desteklemek zorunda hissedersiniz. Sonrasında, varoluşunuza dair her şeyi inkâr eder ve bu inkârın radikalleşmeye karşı ılımlı bir noktaya tekabül ettiğini düşünürsünüz. Kötü olan budur, yanılgı ise bu iki karşı kutup arasında hiçbir gri zeminin, üçüncü yolun olmadığını düşünmektir.
Genç’in mirası
Hayatımın hiçbir döneminde Kamer Genç ile ideolojik olarak tamamen aynı düşünmedim. Hatta geçmişimde kendisine çok defa kızdığım da oldu. Bu kültürü ise daha çok bizlere “büyük anlatının” saçmalığıyla her şeyi devrim sonrasına bıraktıran Sol’a borçluyum. Genç hususunda, yanıldım ve yanıldığımı da itiraf ediyorum! Türkiye’de siyaset denilen şeyin bir gayya kuyusu olduğunu, en ilkeli görüneninin dahi ne denli kirli olduğunu damıta damıta, bu yaşta kemale ererek tecrübe ettim. Demek ki payımıza düşen de buymuş…
Bu satırlarda Kamer Genç’i size elbette baştan anlatacak değilim. Yaptıkları, söyledikleri ve öngörüleriyle hepinizin malumu… Burada lafım dünyaya hala at gözlükleriyle bakanlardan ziyade daha çok geçmişte benim düştüğüm yanılgılarla paralel düşünen bugünün genç arkadaşlarına. Aman, aman! Bu ülkede bizzat kendisi milletvekili olmak isteyenlerin çoğu yüksek egolu insanlardır! Yani insan doğasında zaten olan ego onlarda daha yüksek. Üstelik bunu parti ayrımı yapmadan söylüyorum. Bakmayın siz attıkları “mütevazilik” taklalarına… Kimse bu işi babasının hayrı için yapmıyor!
Evet, Kamer Genç de egolu bir insandı. Ama onun kalbinin bir yerinde her zaman farklı gördüğüm bir Dersim takıntısı, hissi vardı. Bunu CHP’den DYP’den ve bağımsız milletvekilliği yaptığı her dönemde hissettirdi. Öyle ki bu hususta birkaç anım da oldu. Bakmayın siz “yok 90’larda DYP’den vekillik yaptı” da yok şöyle dedi de yok böyle dedi de martavallarına…
Yani sevgili okur, bu sistemin çerçevesini çizdiği milletvekilliği koşullarını seçildiği ilin insanlarının haklarını yine bu temsiliyet çerçevesinde en iyi o yerine getirdi. Hatta 90 yılı aşkın Cumhuriyet tarihinde Dersim’den seçilen hiçbir milletvekili onun kadar sevilmedi… Sevilseydi şayet onun Dersim tarihinde hiçbir ideolojinin desteğini arkasına almadan, kendi özverisiyle bağımsız milletvekili seçilme başarısını bir kez dahi olsun göstermiş olurdu… Ama nafile…
Peki, bütün bunları ne için yazdım? Aslında daha çok kafamdaki bir soruya cevap arıyorum: Okuma, yazma, eğitim oranı ve sorgulama kabiliyetleriyle övünen Dersimliler nasıl oluyor da bugüne değin Genç’in kalibresinde bir vekil çıkaramadı? Yoksa esas mesele Genç’te olan “Dersim ruhunun” eksikliği mi? Belki de bu sorulara yaşadığımız sıkışmışlıktan bizi çıkartacak üçüncü yolu yeniden tartışarak cevap vereceğiz.