Daktilo 1984Daktilo 1984
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • E-Bültene Abone Ol
    Facebook Twitter Instagram Telegram
    Twitter Facebook YouTube Instagram WhatsApp
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Destek Ol Abone Ol
    • İZLE
      • Çavuşesku’nun Termometresi
      • Varsayılan Ekonomi
      • 2’li Görüş
      • İki Savaş Bir Yazar
      • Yakın Tarih
      • Mayhoş Muhabbetler
      • Tümünü Gör
    • OKU
      • Yazılar
      • Röportajlar
      • Çeviriler
      • Asterisk2050
      • Yazarlar
    • DİNLE
      • Çerçeve
      • Zedcast
      • Tuhaf Zamanların İzinde
      • SenSensizsin
      • Tümünü Gör
    • D84 FYI
      • Hariçten Gazel
      • Avrupa Gündemi
      • ABD Gündemi
      • Altüst
    • D84 INTELLIGENCE
      • Kitap Yorum
      • Göç Sorunu
      • Başkanlık Sistemi Projesi
      • Devlet Kapasitesi Liberteryenizmi
      • Herkes için Siyaset Bilimi
      • Yapay Zeka
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Anasayfa » Demirtaş’ın Leylan’ı ve Barış Akademisyenleri
    Forum

    Demirtaş’ın Leylan’ı ve Barış Akademisyenleri

    Ferda Fahrioğlu Akın24 Haziran 20208 dk Okuma Süresi
    Paylaş
    Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp

    [voiserPlayer]

    Eserlerine ilk başladığım her yazara karşı önyargı ile başlarım okunmaya. Her cümlesini, kelimesini didiklerim durmadan; kurgusunda hata var mı, dili akıcı mı, yazarlık mayası mı var mı hamurunda diye. Bu yüzden yeni yazarın ilk kitabından pek zevk alamam didiklemekten. Kötü huy işte. Demirtaş’ın “Seher”i bir yazma denemesiydi hem yazarı için hem de okurları için. “Devran”ından daha çok zevk aldım bir okur olarak, belki de ilk kitabı yeterince didiklediğim için artık yeni yazar gözüyle bakmadığımdan. Ama hem dili daha akıcıydı hem de rahatlamış gibiydi. Ürkekliğinden yavaşça sıyrılmışa benziyordu ama hala temkinli adımlar attığı belliydi. Öykü yazmak mı daha zor yoksa roman mı bilemem, ikisini de savunan kişiler var. Ama ben dar zamanlarda öykülerle nefes alan uzun zamanlarda ise bir solukta romanı bitirmeyi sevenlerdenim.

    Kürt coğrafyasını Türkçe anlatmanın en büyük handikabı dili kurgulamak olsa gerek. İsimler bile Türkçe söylenince sıcaklığını kaybeder adeta. Bir de buna küfürleri, sokak dilini, aile içi dili ekledin mi Kürtçe her fikir Türkçe’ye aktarılınca dayak yemiş gibi olur. Demirtaş bunu aşmak için araya Kürtçe konuşmalar, isim kısaltmaları (ki biz Kürtlerde aile ya da arkadaş içinde kısaltılmayan isim yoktur), küfürler ekleyip tatlandırsa da yine de okuduğum her cümleyi içimden Kürtçeye çevirdim. Bunu en fazla kitabın birinci kısmında hissettim. Söz konusu bir Diyarbekir kırığı olunca (Kudret-Kudo) o delikanlının arada söylediği bir iki küfür dışında iç sesinin dil bilgisi kurallarına uyarak konuşması beni rahatsız etti. Bu yüzden çoğu yerde içimden Kudo’nun konuşmalarını Diyarbekir “kuçe” diline çevirmeden edemedim. İlk bölümü okurken Kudo’nın çocukluğuna dair anıları bana Sandy Tolan’ın “Limon Ağacı”nı anımsattı. Romanın içinde karakterler olayın arka planında kalır. Tolan, Filistin meselesini bir aşk öyküsü üzerinden anlatırken, Demirtaş da Kürt meselesine az da olsa bir kırığın aşkı  üzerinden değiniyor. Olayların karakterlerin önüne geçmesi zaman zaman didaktik dili ön plana çıkarsa da kitap asıl sürprizi ikinci bölümünde yapıyor ve romanın içinden bir Barış Akademisyeni’nin yazdığı ikinci bir roman çıkıyor. E bu akademisyen hem çocukluğunu Xançepek’te yaşamış hem de İstanbul’daki bir üniversiteden ihraç edilmiş bir akademisyen olunca, haliyle kişisel bağ kuramadan da edemedim. Romanın içindeki “Hayat Hep Yarımdır” romanının başlarında “tamam olayı çözdüm, çok klasik bir hafıza kaybetme öyküsü” derken faka bastım. Demirtaş’ın bu kısımdaki kurgusu çok iyiydi. Hem olay hem de karakterler birlikte dört nala koşarken benim en fazla duraksadığım yerler haliyle Barış Akademisyenleri ile ilgili kısımlar oldu.

    “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisine imza atalı dört yılı, ihraç edileli üç yılı aşınca haliyle Celal ve Bedirhan’a daha çok odaklandım. Kürt aydını olan Celadet Bedirxan’ın ismi ile olan bu fonetik uyum da yazarın bize göz kırpması olsa gerek.

    Yazarın 4 Kasım 2016’dan beri mahpus olduğu düşünülünce Barış Akademisyenlerine dair sürecin çoğuna dair bilgisi içeriden takip ettikleri ile sınırlı. Gerçi dışarıda olanlar hatta en yakınlarımızdakiler bile ne kadar duruma vakıflar orası tartışılır. Romanda Celal imzasını üniversiteden atılma korkusu ile geri çeken, zamanında hak ettiği halde alamadığı profesörlük unvanını ödül niyetine alan, hatta üstüne bir de dekanlıkla şereflendirilen ama içten içe hep vicdan azabı çeken biri olarak tasvir edilmiş. İmzasını geri çekmeyen Bedirhan ise en yakın arkadaşını bu tavrından dolayı affetmeyip onu hayatından çıkaran biri olarak. Zaten Celal’in mayası bozuktur ki, yıllar önce de sevgilisi hamile diye onu terkedip arkasına bakmadan hayatına devam edebiliyordur. Celal, dostu Bedirxan’ın kendisini affetmesi/iyileşmesi için Başbakan’ın da bulunduğu uluslararası bir konferansta dekan sıfatıyla yaptığı konuşmada, imzasını çektiği için pişman olduğunu haykırır ve polisler onu zorla götürürken üniversite binasından “SAVAŞA HAYIR” pankartını açtırır. Ne hayal ama. Peki gerçekler?

    Celal gözaltında serbest bırakılır, toplumsal baskı korkusu ile. Halbuki hükümet o toplumsal baskıyı ne zaman umursadı ki? Bildiri metnini okuyan dört akademisyen hapishanede tutulduklarında da Füsun Üstel Anayasa Mahkemesi Barış Akademisyenleri hakkında “fikir özgürlüğü” kararını verene kadar mahpus olduğunda da toplumsal baskı vardı. Ama kimin umrunda! Tam tersine hem ilk imza metni kamuoyu ile paylaşıldığında hem de Anayasa Mahkemesi kararını açıkladıktan sonra hemen bir grup akademi-memuru üstten gelen emirle karşıt imza kampanyaları düzenlediler. Hele ikincisini 1071 ile sınırlamaya çalışmaları ayrı bir komediydi.

    Beni romanda asıl rahatsız eden, imzasını çeken Celal’in karaktersizliği ve çevresindekiler tarafından dışlanması kurgusu oldu. Muhakkak ki, bu tepkiyi alanlar olmuştur. Ama kaç tanesi? Barış Akademisyenleri homojen bir grup değildi ve değil. Sadece bir bildirinin altında çeşitli sebeplerle imzası yer alan (mail atmış olan) heterojen bir grup. Yani tek ortak payda belki de imza metni. Grup böyle renkli olunca süreç de çok renkli oldu. Yani kitaptaki gibi siyah beyaz değil. Mesela, imzasını çekmeyen Bedo’nun eşinin özel bir hastanede beyin cerrahı olması, kendisinin ihraç edildikten sonra Taksim gibi bir yerde bir kafeyi devralıp işletmesi, yani maddi anlamda tuzunun kuru olması ilginç!

    İmzasını çekenlerden kaç tanesi ekonomik sebeplerden dolayı çektiler bu biliniyor mu? Ya da kaç tanesi dışlandı? Tam tersine imzasını çekenlerle bir olduk, onlar izin verdikçe. Mesela bir arkadaşımın eşi çalışmıyordu, araştırma görevlisiydi yani daha yolun başına ve ikinci çocuklarını bekliyordular. İmzasını çekmesini desteklemiştik bile… Süreç kötüye giderse maddi külfetin altından kalkamaz diye. Ama imzasını çekmesi yetmedi, tam burslu okumuş olduğu üniversite kapatılınca yine de ihraç edildi. Üzüldük. Başka bir arkadaşımız imzasını çekeceğini söylerken çok mahçuptu, “sen bilirsin” dedik. İhraç edildikten sonra üniversiteden ayrıldığımızda yapılan vedalaşma töreninde en çok o ağladı ama vicdanının ağırlığı bizimle görüşmesini kaldıramadı zaar, biz görüşmek isterken o kesti. Sadece İstanbul’da ilk savcılık ifadesinde imzasını çeken 50 kişi vardı diye hatırlıyorum. Kimisi ihraç edilmekten kurtuldu, kimisi ihraç edildi ama sonra imzasını çektiği hatırlatılınca KHK ile iade edildi, kimisi ise hala iade edilmeyi bekliyor.

    Velhasıl, imzasını çekmek bir şahsiyet meselesi değildi bence. Hele tükürdüğünü yalamak hiç. Güç meselesiydi. Olabileceklerle savaşma gücü: ekonomik güç, psikolojik güç, fiziksel güç, direnme gücü. Dört yılda yaşananlar o günden bilinseydi kaç kişi daha imzasını çekerdi acaba? Bu da başka bir muamma. İhraçlardan sonra sanki tek sorun işlerimize dönmekmiş ve biz işe dönünce her şey güllük gülistanlık olacakmış kurgusu ile mücadele eden çok kişi tanıdım bu süreçte.

    Bu yüzden imzasını çeken kimseye bir tavır takınmadık/takınmadım. Zira imzasını çekmeyenlerle de ortak olamadığımız o kadar çok nokta vardı ki. Demirtaş üniversitelerin bittiğini söylüyor ya, aslında tamamıyla bitmedi. İmza atmayıp ya da imza atıp ihraç edilmeyen pek çok kişi de dayanıştı bizimle. Kimisi bağırarak, çoğu susarak kapalı kapılar ardında. Genelde “tepki verirsek biz de ihraç ediliriz, bu yüzden bizi anlayın” mahcubiyeti olsa da “bizim de ihraç edilmemizi mi istiyorsunuz” çıkışı da vardı. Ama tabii selam vermeye bile korkan, kadro almak için en yakın arkadaşının kuyusunu kazan da. Zaten imza atan, imzasını geri çeken, ihraç edilen, ihraç edilmeyen, ihraç edilip hakkında dava açılmayan, ihraç edilmeyip hakkında dava açılan farklı farklı gruplardık. Ha bir de verilen hapis cezaları da mahkeme heyetinin keyfine göre, kraldan çok kralcı olup olmamalarına göre değişiyordu. Şimdi de pasaportu üzerindeki tahdidi kaldırılan da var kaldırılmayan da. Yani hukuk aynı suça (ki bu suç değildi, tam tersine suça ortak olmama bildirisiydi) aynı ceza dese de bizde keyfi oldu her şey.

    Hani dedim ya Bedo’nun tuzu kuruydu diye. İmzasını çekmeyen herkes öyleydi anlamında değildi. Ama imzasını çekmeyenlerin eşit şekilde etkilenmediğini anlatmak isterim. Yıllardır verdiği emek sonucu kıyıda köşede birikimi, evi, arabası, belki kirada mülkü olan, çok titrli olanlar da vardı; bir yandan lisansüstü eğitimine devam eden, akademik hayatın başında, hem ekonomik birikimi hem de titri olmayan genç akademisyenler de. Öyle olunca kimi sosyal hayatını ve konforunu kısıtlamak zorunda kaldığı, öğretme ve akademide olma isteğini/ihtiyacını gideremediği için dert yandı; kimi ise ailesinin yanına taşınmak zorunda kaldığı, ekonomik özgürlüğünü kaybettiği, evde bekleyen çocuklarına ekmek, ev sahibine kira veremediği; tezini yazamadığı, motivasyonu geçtim, ekonomik sorunlar daha elzem olduğundan tezi bırakmak zorunda kaldığı için dert yandı. Yani Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde aynı yerde değildik. Vekil olabildik ama belediye başkanı olamadık. Ağaç kabukları ile karnımızı doyurmaya zorlandık. Küçük illerde olanlar daha çabuk savruldu fırtına ile. Büyükşehirdekiler birbirine tutunmak için örgütlenerek baş etmeye çalıştılar.  Hani Demirtaş sık sık bahsediyor ya sendikadan/sendikacılardan, bizim de arkamızda kapı gibi durdu Eğitim-Sen. En azından, çoğumuz öyle düşünüyor. Bir sürü dayanışma akademisi kuruldu bu süreçte (Kampüssüzler, Birarada, KODA, İDA, ADA, Eskişehir Okulu..). Akademiden ihraç edilenler akademide kalanlarla birlikte buralarda alternatif akademiyi/başka bir akademiyi tartıştılar, tartışmaya devam ediyorlar. Genç akademisyenler bütün o zor koşullara rağmen tezlerini yazdılar, bir sürü kişi Yüksek Lisans ve Doktorasını bitirdi (bendeniz de bu süreçte doktora ünvanı alanlardanım 🙂 Akademik üretim için akademide olmanın zorunlu olmadığını yaşayarak gördük ama kampüslerimizi özlemenin burukluğu ile. Dayanışma yaşatır dedik ve çoğunlukla da yaşattı…

    Velhasıl, hukuksuzca hapishanede tutulan bir yazarın/siyasetçinin/avukatın ilk romanını okurken arka planda tarihe bir not düştüğünü görüyoruz. Kürt meselesine dair bir not. Bu da benim Barış Akademisyenlerine dair açmış olduğum bir parantez olsun. Anayasa Mahkemesi’nin “bu suça ortak olmayacağız” bildirisini “ifade özgürlüğü” olarak tanımladığı kararından (26 Temmuz 2019) bu yana 11 ay geçti ve hala OHAL Komisyonu’ndan karar beklediğimizi ve dosyalarımızın özellikle en sona atıldığının defalarca ifade edildiğini de hatırlatmak isterim.

    Siyaset
    Paylaş Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp
    Önceki İçerikLGBTİ+’lar Yokmuş Gibi Siyaset Yapmak Artık Mümkün Değil
    Sonraki İçerik Ali Babacan, Parmak Şıklatmak ve Kurumsal Değişim

    Diğer İçerikler

    Videolar

    Parlamenter Sistem Nasıl Geri Gelecek? | Çavuşesku’nun Termometresi #252

    8 Mayıs 2025 Melis Konakçı, İlkan Dalkuç ve Burak Bilgehan Özpek
    Yazılar

    Savaşların Kazananı Olur Mu?

    7 Mayıs 2025 Oytun Meçik
    Yazılar

    Türkiye’de Serbest Gazeteciliğin Geleceği: Zorluklar ve Çözüm Yolları

    3 Mayıs 2025 Gökhan Korkmaz

    Yorumlar kapalı.

    Güncel İçerikler

    ABD Gündemi: Trump’ın İlk 100 Günü, Sol Muhalefet Meydanlarda, Kamuda Tasfiyeler, Mineral Anlaşması

    10 Mayıs 2025 Bültenler Emrullah Özdemir

    Turkey and Israel: Intense Geopolitical Rivalry from the Mediterranean to Central Asia

    8 Mayıs 2025 D84 INTELLIGENCE Reza Talebi

    Savaşların Kazananı Olur Mu?

    7 Mayıs 2025 Yazılar Oytun Meçik

    Dünya Gündemi: İsrail Gazze’yi Kalıcı Şekilde İşgale Hazırlanıyor

    6 Mayıs 2025 Bültenler Bahadır Çelebi

    E-Bültene Abone Olun

    Güncel içeriklerden ilk siz haberdar olun




    Archives

    • Mayıs 2025
    • Nisan 2025
    • Mart 2025
    • Şubat 2025
    • Ocak 2025
    • Aralık 2024
    • Kasım 2024
    • Ekim 2024
    • Eylül 2024
    • Ağustos 2024
    • Temmuz 2024
    • Haziran 2024
    • Mayıs 2024
    • Nisan 2024
    • Mart 2024
    • Şubat 2024
    • Ocak 2024
    • Aralık 2023
    • Kasım 2023
    • Ekim 2023
    • Eylül 2023
    • Ağustos 2023
    • Temmuz 2023
    • Haziran 2023
    • Mayıs 2023
    • Nisan 2023
    • Mart 2023
    • Şubat 2023
    • Ocak 2023
    • Aralık 2022
    • Kasım 2022
    • Ekim 2022
    • Eylül 2022
    • Ağustos 2022
    • Temmuz 2022
    • Haziran 2022
    • Mayıs 2022
    • Nisan 2022
    • Mart 2022
    • Şubat 2022
    • Ocak 2022
    • Aralık 2021
    • Kasım 2021
    • Ekim 2021
    • Eylül 2021
    • Ağustos 2021
    • Temmuz 2021
    • Haziran 2021
    • Mayıs 2021
    • Nisan 2021
    • Mart 2021
    • Şubat 2021
    • Ocak 2021
    • Aralık 2020
    • Kasım 2020
    • Ekim 2020
    • Eylül 2020
    • Ağustos 2020
    • Temmuz 2020
    • Haziran 2020
    • Mayıs 2020
    • Nisan 2020
    • Mart 2020
    • Şubat 2020
    • Ocak 2020
    • Aralık 2019
    • Kasım 2019
    • Ekim 2019
    • Eylül 2019
    • Ağustos 2019
    • Temmuz 2019
    • Haziran 2019
    • Mayıs 2019
    • Nisan 2019
    • Mart 2019

    Categories

    • Asterisk2050
    • Bültenler
    • Çeviriler
    • D84 INTELLIGENCE
    • EN
    • Forum
    • Özetler
    • Podcast
    • Röportajlar
    • Uncategorized
    • Videolar
    • Yazılar
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    İçerik
    • Yazılar
    • Podcast
    • Forum
    • Röportajlar
    • Çeviriler
    • Özetler
    • Bültenler
    • D84 INTELLIGENCE
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    Sosyal Medya
    • Twitter
    • Facebook
    • Instagram
    • Youtube
    • LinkedIn
    • Apple Podcast
    • Spotify Podcast
    • Whatsapp Kanalı
    Kurumsal
    • Anasayfa
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • Yazarlar
    • İçerik Sağlayıcılar
    • Yayın İlkeleri ve Yazım Kuralları
    © 2025 DAKTİLO1984
    • KVKK Politikası
    • Çerez Politikası
    • Aydınlatma Metni
    • Açık Rıza Beyanı

    Arama kelimesini girin ve Enter'a tıklayın. İptal etmek için Esc'ye tıklayın.

    Çerezler

    Sitemizde mevzuata uygun şekilde çerez kullanılmaktadır.

    Fonksiyonel Her zaman aktif
    Sitenin çalışması için ihtiyaç duyulan çerezlerdir
    Preferences
    The technical storage or access is necessary for the legitimate purpose of storing preferences that are not requested by the subscriber or user.
    İstatistik
    Daha iyi bir kullanıcı deneyimi sağlamak için kullanılan çerezlerdir The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
    Pazarlama
    Size daha uygun içeriklerin iletilmesi için kullanılan çerezlerdir
    Seçenekleri yönet Hizmetleri yönetin {vendor_count} satıcılarını yönetin Bu amaçlar hakkında daha fazla bilgi edinin
    Seçenekler
    {title} {title} {title}