[voiserPlayer]
Barack Obama, 2008 yılında ABD başkanlığına seçilirken, 70 yıllık Amerikan müdahaleciliğinin mirasını da devralmıştı. Pearl Harbor Baskını ile 2. Dünya Savaşı’nı uzaktan işleyişine son veren ABD; Afrika, Avrupa ve Asya’da savaşa dahil oldu. Bu dönem, Almanya ve Japonya’ya karşı kazanılan zaferin hemen ardından başlayan Soğuk Savaş ile devam etti. Dış müdahalelerin ismi 11 Eylül saldırıları ile Terörizmle Savaş olarak güncellendi ve yeni başkan süreci bu isimle ele aldı.
8 yıllık başkanlık sürecinin ilk yıllarından itibaren Obama, seleflerinin aksine, Amerika’nın hem komutan hem asker olduğu bu düzeni değiştirmek istediğini göstermeye başladı. Afganistan ve Irak’ta yerel orduların eğitimi hızlandırıldı. Normalde topyekûn işgale girişebileceği Yemen, Suriye ve Libya’da sadece küçük özel birlikler ve hava kuvvetleri ile yerel güçleri desteklemekle yetindi. Askeri yönden geri çekilen ABD, politik olarak da gücünü coğrafyadaki yerel müttefik ülke ve örgütlere devretmeyi planlıyordu. Bu plan kağıt üzerinde işleyebilecek gibi görünse de pratikte pek böyle olmadı. Hem Obama yönetiminin kararsız ve yavaş hareket edişi, hem de dini, etnik ve siyasal olarak çok parçalı olan Ortadoğu’nun yerel güç merkezlerinin birbirleriyle paylaşıma gitmeye yanaşmaması, sürecin istendiği gibi pürüzsüz yürümesini engelledi.
Suriye İç Savaşı başlangıcında Suriye Arap Ordusu’ndan ayrılıp, Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kuran eski Baas rejimi askerleri, ABD tarafından destekleneceklerine inanıyorlardı. Türkiye dahil birçok aktör buna göre pozisyon aldı ve ABD’nin Esad rejimini devirmek için askeri müdahalede bulunmaktan çekinmeyeceğini düşündü. Ne var ki, ABD bu konuda çekimser kalınca, bu görevi Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi bölgesel güçler üstlendi ve Suriye devrimi Ortadoğu jeopolitiğinin alışılmış bir sahnesine dönüştü. Bu sahneyi daha da renklendiren Esad yönetimini destekleme kararı alan İran ve Hizbullah oldu. Herkes göklerden gelecek olan o karara, yani ABD’nin askeri müdahalesine hazırlanıyordu. Türkiye-Katar-Suud ekseni rejimi yıpratmak İran ve Hizbullah ise rejimi olabildiğince ayakta tutmak için çabalıyordu.
Beklenen ABD müdahalesi geciktikçe Suriye Devrimi kirli bir iç savaşa dönüştü ve kendi piyasasını oluşturdu. Bölgeye silah, militan ve para akmaya başladı. Suudi Arabistan ve Katar fonları muhaliflerin içindeki radikal grupları güçlendirdi ve ÖSO içindeki ılımlıve alternatif sesler tedrici olarak etkisiz hale gelmeye başladı. Buna Suriye hapishanelerinden salınan ve kaçırılan El Kaide üyeleri de eklenince (kimilerine göre bunlar Esad tarafından bilinçli bir şekilde bırakılmıştı), ÖSO artık radikal bir cihatçı örgüte dönüştü. Esad’ın arzu ettiği sekülarizm ile cihatçılık ikilemine dayanan eksen oluşmaya başlıyor, ÖSO hızla batının sempatisini kaybediyordu.
Bugün yaşadığımız YPG sorunu da tam olarak burada başladı ve muhalefetin radikalleşmesinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Radikalleşme Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) doğuşunu beraberinde getirdi. 2014 senesinin yaz aylarında örgüt muazzam bir çıkış yaptı ve hem Irak hem de Suriye’de egemenlik sahasını kurmayı başardı. Bazı yorumcular, bunun bir de facto devlet olduğunu, kurumsal açıdan Irak’tan da Suriye’den de daha kuvvetli bir yapı olduğunu iddia ettiler. Öyle ki, IŞİD, kurduğu İslam devleti yapısıyla, dünyanın dört bir yanından gelen cihatçıları bir mıknatıs gibi kendisine çekerek güçleniyor, güçlendikçe de sınırlarını genişletiyordu. BU durum ABD politikası açısından iki tepkime doğurdu. Birincisi, IŞİD tehdidi Esad rejiminin devrilmesinden daha öncelikli bir tehdit halini aldı. İkincisi ise IŞİD’in ilerlemesini durdurmak için yeni partnerlere ihtiyaç duydu ve bu kesinlikle Özgür Suriye Ordusu değildi. YPG’nin bir anda sahneye çıkması ABD’nin politika değişikliğinin sonucuydu. IŞİD’in genişlemesine karşı bölgedeki Kürt gruplar ile ABD’nin işbirliği yapma süreci bu şekilde başladı.
Türkiye ise Esad yönetimini zayıflatabileceği öngörüsü ile YPG’ye karşı net bir tavır sergilemedi. Özellikle Davutoğlu döneminde YPG kontrol altına alınabilir bir güç olarak görüldü ve Türkiye ÖSO ile YPG’nin kordinasyonunu sağlayabileceğini, onların Esad karşıtı tutumlarını diri tutabileceğini düşündü. Kobani olayları sırasında her ne kadar tereddüt edilse de Barzani peşmergesinin Türkiye üzerinden Ayn el Arab’ta IŞİD’e karşı savaşmak için geçmesine izin verilmesi bu tezahürün ürünüydü. Aynı günlerde, PKK ile yürütülen çözüm sürecinin de devam ettiğini hatırlayalım. Yani Türkiye YPG ve PKK ile çatışmayı tercih etmedi ve kurduğu diyalog mekanizmasını Esad karşıtı bir enerjiye dönüştürmekte ısrar etti. İlerleyen dönemde bu beklentinin boşa çıkması (Rusya’nın bölgeye gelmesi, ABD’nin isteksizliği gibi sebeplerden ötürü) ve iç siyaset dinamiklerinin de değişmesi ile birlikte YPG bugünkü gibi bertaraf edilmesi gereken bir örgüt konumuna geldi.
Aradan geçen süreçte IŞİD’in görece bertaraf edildi. Bugünlerde ise ABD bu defa yine Afganistan ve Irak’ta yaptığı gibi savaş bölgesinden çekilmeyi tartışıyor. Suriye’de önce ÖSO’yu yalnız bırakan ABD, şimdi de YPG’nin arkasından çekilmek üzere. Amerikan iç siyasetinde büyük bir fırtına koparmış olmasına rağmen, Başkan Trump kararının arkasında görünüyor. Yıllardır kendi ve müttefiklerinin çıkarlarını savunmak adına para, asker ve politik güç harcayan ABD, artık bu eforun getirisini karşılamadığını düşünüyor. Mevcut başkan Donald Trump, ne kadar selefi olan Barack Obama’yı her fırsatta eleştirse de onun başlattığı non-interventionist (müdahaleci olmayan) politikayı devam ettirmekte kararlı. Hatta bunu izolasyonist bir noktaya taşımak istiyor. Bugün için İran ve Kuzey Kore’ye tehditler hala geçerli, ayrıca Çin ile soğuk savaşa girilmiş durumda ama ABD’nin sıcak savaşa girmeyeceği ve halihazırda taraf olduğu çatışmalardan çekileceğini öngörmek zor değil. Yani yeni bir Bush doktriniyle kısa vadede karşılaşmayacağız.
Barack Obama ve Donald Trump arasındaki politika sürekliliğini söylemler üzerinden de görmek mümkün. Tıpkı Obama’nın “ABD dünyanın polisi olmayı bırakacak” dediği gibi, Trump da “ABD, NATO’nun yükünü çekmek zorunda değil” diyor. Yine ikili bölgesel güç çekişmelerinin ABD eliyle çözülemeyeceğine inanıyorlar. 2020 yılındaki başkanlık seçimini kimin kazandığının bu durumu çok değiştirmeyeceği de ortada. Mevcut adaylardan, Amerika’nın eski rolüne dönmesi gerektiğini söyleyen yok. Bu da bizi, şu soruya götürüyor: peki, ABD’nin yokluğunda bu boşluğu kim dolduracak ve ABD’nin oyunda geriye çekilmesi nasıl sonuçlanacak?
İlk sorunun bölgemizdeki cevabını ikiye ayırabiliriz; bölge dışı güçler ve bölgesel güçler. Bölge dışı güçler arasında en aktif olan şu an için Rusya. İngiltere’nin halihazırda bölgede varlığı sürüyor ve gelecek dönemde Amerika’nın boşluğunun yarattığı vakum muhtemelen bölgeye utangaç bir şekilde girmeye çalışan Fransa ve Almanya’yı da daha çok içeri çekecektir. Bölgesel güçler ise Türkiye-Katar, İran-Hizbullah-Esad, İsrail ve Suudi Arabistan-Mısır-Birleşik Arap Emirlikleri olarak 4 cepheye ayrılmış durumda. Bu cephelerin çıkar çatışmalarının yönlendireceği bir gelecek bizi bekliyor.
Yıllardır Ortadoğu’da emperyalizmden dert yanan ve yaşananları, Ortadoğu toplumlarının; moderniteyi yakalayamamış, bireyleşmeyi geçin uluslaşamamış halkları yerine sürekli olarak dış güçlere bağlayanlar için zor günler yaklaşıyor. Çünkü artık bölgemiz, bir nevi, kendi başının çaresine bakacak. ABD’nin Irak’ı işgali sırasında yaşananlar ile Suudi Arabistan’ın Yemen’i işgalinde yaşananları karşılaştırınca, ABD’nin bölgeden ayrılışının, bölgesel güçler için büyük değişiklikler getirse de bu coğrafyada yaşayan siviller için pek değişiklik yaratmayacağını söylemek mümkün.
Fotoğraf: Trent Yarnell