İhsan Fazlıoğlu, yakın tarihte katıldığı bir televizyon programında sunucunun millet olmakla ilgili bir sorusu üzerine şu mealde cümleler kurmuştu:
“Türkiye’de bugün iki ayrı millet var. Bu durum aktüel politika ile alakalı bir şey değil; iktidarlar değişir, o gider bu gelir ama anlam – değer dünyası ayrışmış iki farklı milletten kimse söz etmiyor, herkes bu sorunu görmezden gelip halı altına süpürüyor. Ancak bu politik bir yarılma değil daha derinlerden gelen bir ayrışma; anlam-değer dünyası yani geçmiş – gelecek algısı, duyguları, hayatı kavrayışları, anlayışları başkalaşmış iki millet.”
Bu sözleri duyduktan sonra uzun zamandır üzerinde düşündüğüm belki tam olarak netleştiremediğim ve fakat söylemeye de pek cesaret edemediğim bir şeyi söylemişti İhsan Fazlıoğlu. Bir anda tüm fotoğraf zihnimde oturuvermişti. Türk modernleşmesi üzerinde uzun zamandır çalıştığımdan olsa gerek; odak noktama oturan bu sözler üzerinde epey derinlemesine düşünme fırsatı buldum.
Türk Modernleşme serüveni şüphesiz siyasal hayatımızı ve sosyal değişimleri dünden bugüne, bugünden yarına anlamamız için eşsiz bir rehber niteliğindedir. Bu rehberden yola çıkarak, Türk Modernleşmesinin yarattığı siyasal kırılmaları, politik fay hatlarını ve sosyal dönüşümü topyekûn masaya yatırdığımızda karşımıza anlam – değer dünyası ayrışmış iki ayrı millet çıkıyor. Bu ayrışmış milletlerin sosyal hayat, siyasal tecrübe ve hayatın içindeki en önemli aktör olarak devlete bakış ve devleti konumlandırış biçimleri bu ayrışmanın tespit edileceği en temel noktalardır. Devlet kavramı ve politik yarılmanın aktörü olarak modernleşme süreci, bu ülkede temelde “gelenekçiler ve modernler” olarak iki ayrı fay hattı üretmiştir. Tabii ki bu fay hatları arasında onlarca geçişkenlik ve yüzlerce ton farkı vardır. Ancak hiç şüphe yok ki; ana hatlarıyla bu sosyal ve siyasal kimlikler artık geçmiş bakiyenin izlerini taşıyan sembolik uzlaşmalardan çok uzak ve fakat gelecekteki yeni bir mutabakatın da bir o kadar yakınındadır. Bu yazıda bütün bu süreci gözlemlemeye çalıştık.
Türk Modernleşme Serüveninin Tarihi Yükü
Türk modernleşmesi, Batı dışı modernleşme tecrübesinin en kalifiye örneklerinden biri olarak gelenekselden günümüze pratikte de oldukça ağır yüklere sahiptir. Türk modernleşme tecrübesi, Batı dışı toplumlardaki modernleşmeye uyum krizini elbette diğer toplumlara göre çok daha derinden yaşadı. Bunda geleneklerin ağır yükü kadar, şanlı bir mazi ve şanlı bir görkemli devlet gerçeğinin yenileşmeye direnç üreten sosyal – psikolojik tarafı da var. Bu durum toplumu yeniliğe direnmek konusunda retrospektif biçimde geçmişe saplanışa da beraberinde götürüyor. Bu en büyük ve en ağır bagajlarımızdan biri diye düşünüyorum. Bu tarihi tecrübeden önce ortada ne gibi bir tablo vardı, biraz yakından bakalım.
Geleneksel toplum, tarihi tecrübeden gelen ağır ve hayatın tüm kılcallarını kuşatan kutsal ve görkemli bir devlet otoritesinden söz ediyorum. Bu otorite, sivil serbest piyasayı ve cılız da olsa müteşebbis ruhu ve sermayedarı asırlardır tamamıyla kuşatmış. Ticaret yolları elinden çıkmış bir toplum, aydınlanma ve sanayileşme hamlesini kendisi yaratamamış, serbest piyasada görece mülkiyete dayalı rekabet; piyasadaki ağır devlet aktörü sebebiyle ve sınıfsal rekabetin ortaya çıkmayışıyla belki de hiç yaşanmamış bir toplum. Dolayısıyla hayata dair bu aktüel mücadele enstrümanlarının olmayışıyla beraber; millet olmanın tabii süreci adına ve modernleşme için toplumsal bir hareket veya ekonomik, siyasal, hukuki bir endişe de ortada görünmüyor. Bunun sonucunda, millet ve milletin çıkarlarını doğrudan ilgilendirecek bir milliyetçilik krizi yaşanmıyor, bu krizden millet lehine bir mutabakat doğmuyor. Yaşanan tüm modern milliyetçilik tecrübeleri bizde, devlet ve otorite merkezli ortaya çıkıyor. Milliyetçilik ve modernleşme millet lehine asla doğrudan gelişmiyor; bu kamusal menfaat hep devlet üzerinden yapılan yenilik hamleleriyle dolaylı ve kısıtlı şekilde devletin müsaade ettiği ölçüde millete yansıyor. Dolayısıyla ne devlet sınırlarını öğrenebilmiş ne de millet hakkından hukukundan haberdar olabilmiş oluyor. Bu durum bizde milliyetçiliğin ve akabinde modernleşme sancılarının sadece dış güvenlik ve dışarıya intibak kaygılarıyla devlet üzerinden örgütlendiği ve devletle özdeşleştiği reaksiyoner bir tutumu ifade ediyor. Böylece son dönemde, I. Cihan Harbi’nden ve savaş sosyolojisinden arta kalan güvenlikçi ve devletçi milliyetçilik ile modernitenin geleneksele ikamesindeki topluma karşı cebri devlet tavrı ana karakter olarak modernleşme serüveninde karşımıza geliyor. Sonrasında ise elbette; ne bu devleti sınırlayacak bir Liberal Demokrasi serüveni ne de milletin kamusal menfaatini savunan bir “milletçi milliyetçilik”ten söz etmek mümkün olmuyor. Taşlar baştan yanlış dizilmeye mecbur kalınca oyun da yeniden kendi dinamiklerinizle kurgulanıyor. Bizdeki modernleşme hikâyesi belki pratik olarak böylece özetlenebilecek acı bir serencamdır.
Türk Modernleşme Serüveninde Devlet
Türk modernleşme serüveninin on dokuzuncu asrın sonunda ve yirminci yüzyılın başında daha çok Meşrutiyet hareketleriyle ortaya çıkan ve Kemalizm’le devam eden sürecin en acıklı yanı nedir diye soracak olursanız şunları söyleyebilirim. Modernitenin gerektirdiği değerlere dayanan yeni bir devlet ve toplum yaratma arzusunun; geleneksel toplumun normatif değerleriyle çatışmasından doğan ‘siyasal kin ve kimliksel hesaplaşma’ diyebilirim. Tabii ki, bu siyasal dönüşümün en temel enstrümanı olarak Metin Heper’in deyişiyle; “araçsallaştırılmış sınırsız devlet” ve “en görkemli aktör olarak devlet” siyasal serüvenimizin özeti mahiyetinde olacaktır.
Nilüfer Göle, Türk modernleşme serüvenindeki bu derin ve uzun soluklu devlet-millet çatışmasının nedenselliği bağlamına tam oturacak şu sözleri yazacaktı: “Batı dışı toplumlarda, özne ve modernite arasındaki ahenksizlik, her ikisinin de kendi içinde bölünmüşlüğüne, parçalanmışlığına yol açmaktadır, yaralı özne ve akortsuz modernlik.”Bu sözlerin memlekette nelere tekabül ettiğine şöyle bir göz gezdirirsek eğer karşımıza; yaralı özne olarak Türk milleti, akortsuz modernitenin aktörü olarak önce İttihat Terakki sonrasında Kemalizm çıkacaktır. Zira tüm bu serüvenin zemini, kendi iç dinamiklerimizden çıkmamış hatta çıkamamış bir yenileşme yani Batı dışında bir özgün hikâye yazamamış olmamız meselesidir.
Türk Modernleşmesindeki Mecburiyetler ve Tercihler
Türk siyasal hayatı üzerine çalışan değerli mütefekkirlerin modernleşmenin tarihsel serencamında iki ayrı hatta toplandığını da ilave etmeliyim: Tüm bu olan biten siyasal modernleşme tecrübesinin tarihsel bir mecburiyet olduğunu söyleyenler kadar; burada siyasal inisiyatif ve politik tercihlerin belirleyici olduğunu söyleyenler de elbette var.
Ben bu konuda her iki tarafa da hak verenlerdenim. Türk modernleşmesi, temelde modernleşmenin iç dinamiklerini doğuramamış bir toplum olarak tepeden devlet eliyle modernleşmeye mecbur olduğu kadar; politik bir aksiyon halinde kurucu kadronun tercihleriyle özgünleşmiş ve bir o kadar da toplum adına travmatik hale gelmiş en önemli politik tecrübemizdir. Bu konuda en temel dayanağımı Şerif Mardin’den alıyorum.
Şerif Mardin, Kemalizm’in toplumla gerilim yaratan en temel ve en zorlu meselesinin devleti modernleştirmenin yanı sıra toplumun yaşam tarzını da modernleştirmeye cebri yollarla tevessül etmiş olduğunu söyler. Bunu elbette dayanaksız söylemiyor. Yani inkılaplar ve inkılapçılık meselesi… İnkılapları devrimlerden ayıran en temel şey; devrimlerin siyasal ve bürokratik olmasıyken; inkılapların bu siyasal alanı sosyal dönüşüme ve bu dönüşümün sürekliliğine evriltmesidir diyebilirim.
Mustafa Kemal’in herkesçe bilinen şu sözleri zaten Mardin’in tespitine dair açık seçik bir beyan niteliğindedir: “Uçurumun kenarında yıkık bir ülke. Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet. Ve bunları başarmak için arasız devrimler.” Bu sözlere derinlemesine baktığımızda “yeni vatan” ve “yeni devlet” kavramının modernleşmenin tarihsel mecburiyet ekseninde bir zaruret olarak gerçekleştiğini ancak “yeni sosyete” kavramının bir tercih olarak karşımıza geldiğini görebiliyoruz. Tabii ki, aralıksız devrimlerden kastın da yeni sosyete inşası için gereken cebri inkılaplar olduğunu pek kolay anlayabiliyoruz. Özetle bir metot tespiti yapacak olursak; mecburiyetlerle tercihlerin modernleşme hikâyemizde adeta iç içe olduğunu söyleyebiliriz. Elbette mecburiyetlerin politik tercihlere göre çok daha geniş bir alan kapladığını da belirtmeliyiz ve tercihlerin de mecburiyetlerden doğduğu gerçeğini de bilmek zorundayız.
Temelde tüm bunların etkisiyle, toplumda modernleşme arzusu ve çabasının olmayışıyla beraber; devlet ve asker eliyle modernleşme hikâyemizi tepeden üretmek mecburiyetinde kaldık. Cumhuriyet’in kurucu aktörlerinde sosyeteyi değiştirmek konusundaki radikallik arzusu, toplumun dini ve geleneksel değerleriyle sembolik olarak yaşanan çatışmanın şiddetini de her geçen gün arttırdı. Günün sonunda elimizde modernleşmeye uyum sağlamaya hazır büyük bir azınlık ve modernleşmeye direnen küçük bir çoğunluk kaldı. Büyük azınlık uzun süre Cumhuriyet’in ana siyasal ve güvenlik çerçevesini belirledi. Bununla da kalmadı sosyal alanı da kontrol altında tutmak adına uzun bir mücadele verdi. Birinci Cumhuriyetçiler olarak adlandırdığımız bu gruba karşı; özellikle 1980 sonrası siyasal alanda varlığını arttıran, çoğunluğun desteğini de alarak giderek güçlenen ve 28 Şubat sonrası aktif siyasal hayata doğrudan dâhil olan ve kurucu sistemi değiştiren İkinci Cumhuriyetçiler temel olarak karşımızda duran iki ana fay hattı. Aslında anlam – değer dünyasında ayrışmış iki ayrı millet gerçeği de politik olarak bu fay hattından türüyor.
Durmuş Hocaoğlu’nun “Düşük Şiddetli Devrim” kitabından da hareketle; devlet – millet geriliminin sonucunda kurucu aktörlere karşı yaklaşık yüz yıllık sessiz ama derinden ve yalnızca sandıkta gördüğümüz siyasal bir geleneksel direnişle bugünlere kadar geldik. Bu siyasal direnişin sadece yeni sosyeteye karşı mı yoksa yeni vatan ve yeni devlet mefhumlarına karşı mı işlediğini bugünlerde daha iyi anlayabiliyoruz.
Bu sivil – siyasal – geleneksel millet direnişinin, kurucu aktörlerin inkılaplarıyla ilişkisinde büyük ve şaşırtıcı bir sonuçla karşı karşıya kalıyoruz. Tarihsel bir mecburiyet olarak nitelediğimiz ve bu mecburiyet ölçüsünde görece tabii bir kabulleniş beklenen “yeni vatan ve yeni devlet”e karşı bu sivil-siyasal direnişin şaşırtıcı biçimde çok daha aktif olduğunu söyleyebilirim. Ancak bir tercih olarak nitelediğimiz ve arızaya en açık alan olan “yeni sosyete”ye veya “seküler yaşam tarzına” karşı yine şaşırtıcı biçimde görece büyük bir direniş olmadığını gözlemliyorum. Yani Mardin’in söylediği en temel zorluğun ve arızanın; devletin modernleştirilmesinden ziyade toplumun sekülerleştirilmesi olduğu meselesi bir bakıma tersinden işliyor.
Sekülerleşmeye ve yeni yaşam tarzına karşı toplumda, kentleşmenin ve küreselleşmenin hızıyla görece kolay bir adaptasyon gözlemlenebilirken, devletin modernleşmesine karşı büyük bir mukavemetle karşı karşıyayız. İşte toplumu ayrıştıran en temel gerçeğin, iki ayrı anlam – değer dünyasına sahip millet olduğumuz iddiasının aksülameli bu yeni devlet formunda kendini çok açık gösteriyor. Zira hayatın içinde “devlet”e bakıştan, “devlet”i kavrayıştan ve “devlet”i algılayıştan daha belirleyici bir aktör bizim toplumumuzda ne yazık ki yok. Piyasaya, sivil topluma veya diğer aktörlere bakarak bu saptamayı yapmak bu açıdan anlamlı görünmüyor. Çünkü ortada devletten daha büyük bir aktör mevcut değil. Bu anlamda ayrışmayı politik düzlemde ‘devlet’ üzerinden masaya yatırmamızın daha doğru olacağını düşünüyorum.
Anlam Değer Dünyası Ayrışmış Devlet Algısı
Türk tarihinden bugüne kadar günlük hayatın ve gerçek hayatın en görkemli aktörü “devlet” olmuştur dersem herhalde pek itiraz eden olmaz. Dolayısıyla, devlete bakış ve devleti algılayıştaki bu ayrışma, milletin aslında yaşam tarzında değil; kendi gerçek hayatı içindeki en görkemli aygıtı yani “devlet”i nasıl konumlandıracağında düğümleniyor.
Devletin modernleşme hamlesi, kurucu rasyonel metotlarla Birinci Cumhuriyetçi kurucu ekip tarafından büyük ölçüde gerçekleştirildi. Dönem itibariyle bu devletteki modernleşmenin temel unsurları: Türkçülük, laisizm ve medeniyetçilik üzerine bina edilen bir devlet oldu. Tüm modernleşme hamleleri dönem itibariyle büyük ölçüde otoriterlik içeriyordu. Geleneksel direnişe karşı gücü tek elde toplamanız bugünden bakarak modernleşmeyi tamamlamak adına gerekli görülebilir.
Levent Köker, Batı dışı modernleşen devletlerde bir “pre-demokrasi evresi” görüldüğünü söylüyor. Pre-demokrasilerde otoriter rejimin ve otoriter kurumların gerekliliğinin demokrasiye geçiş evresi karakteri taşıdığını belirtiyor. Sürecin demokrasiye evrilmesinin zaman alacağını ancak rejimin yönünün eninde sonunda liberal demokrasiye gitmesi gerektiğini biliyoruz. Ancak bizde işler bu beklenen gidişatın doğal seyrine uymuyor.
Otoriterlik ve sınırsız devlet aygıtı, siyasal aidiyetlerin hesaplaşmasında kullanılan yegane enstrüman ve bir siyasal tabiat halini alıyor. Üstelik Birinci Cumhuriyetçilerde bir zaruret olarak okuduğumuz ve görece tarihsel olarak tabii karşıladığımız bu otoriter devletçi tecrübe; ona esas olarak bu açıdan meydan okuduğu sanılan ve görece sınırlı devlet, sivil toplum ve özgürlüklerin kurumsallaşmasını beklediğimiz İkinci Cumhuriyetçilerde de keyfi bir tercih olarak dozunu arttırarak bugün devam ediyor.
Devletin modernleşmesindeki özellikle kurucu agresif laisizme, kurucu Türkçülüğe ve kurucu Batı medeniyetçiliğine karşı; İkinci Cumhuriyetçilerde beliren bu sivil-siyasal direniş kendini başka bir otoriterlik sarmalına hapsediyor. Üstelik kendini başka formlarda ve zihin altında tarihten çıkagelen geleneksel devlet– kutsal güç istenciyle gösteriyor.
Özetle ayrışmadaki temel faktör; kurucu otoriterliğin zamana, şartlara ve hadiselerin büyüklüğüne bağlı bir meşruiyetinin olduğu ancak bu otoriterliğin her ne olursa olsun liberal demokrasi potansiyeline sahip bir modern paradigma içinde ve modernleşme dairesi sınırlarındayken; kurucu otoriteye muhalif yeni otoriterliğin illiberal demokrasi sınırlarında geleneksel toplum, geleneksel devlet ve geleneksel kutsal güç istenciyle beraber modernleşmeyi reddedişe kadar götürülebilecek bir zihin dünyası olduğudur. Dünyaları ayıran temelde otoriterliğin modern paradigma içinde bir politik zaruret mi yoksa geleneksel akla özlem duyan politik bir vizyondan mı türediği gerçeğidir.
Bu gerçek bizi iki ayrı topluma götürüyor. Modernleşmeye zihnen uyum sağlamış büyük azınlığın zaruri otoriterlik çemberini tarihsel bir realite olarak kavramasıyla beraber bugün pre-demokrasiden modern liberal demokrasiye görece geçiş talebi; zihnen gelenekselde kalan küçük çoğunluğun bizi pre-demokrasiden kutsal, irrasyonel, sınırsız güçle kaim bir kalıcı otoriterliğe mahkûm kılma çabası. İşte yarılmış anlam–değer dünyasında iki ayrı millet.
Modernleşmenin gereği olarak liberal demokrasi ilkeleriyle tamamlanması gereken devletin belirli özellikleri vardır. Bu ilkelerin başında anayasal demokrasi, hukuk devleti ve yasanın egemenliği, vatandaşın kamu menfaatinden eşit şekilde yararlanabilmesi, kuvvetler ayrılığı, özne konumunda etkin bir parlamento, kişilerden ve keyfilikten arınmış kurumsallığı yüksek bir bürokrasi, liyakatin siyasal kimliklerden arındırılması ve adaletin kimliklerden azade işlemesiyle beraber sınırlandırılmış devlet geliyor.
Oysa geleneksel devletin sınırlanmış güç endişesi, kapsayıcı kurumsal kültür, rasyonel yönetim gibi endişeleri bulunmuyor. Orada kişilerle keyfi ve menfi biçimde yürüyen otoriter sistemin; siyasal, kültürel veya dini aidiyetleri kayırdığı “ilkel ve arkaik bir nepotizm” var. Millet olarak burada bir tercih yapmanın arifesindeyiz. Ayrımın derinleşeceği ya da tekrar bir milli mutabakata gidileceği bahsi bugün ve gelecekte bizi bu dinamiklerle doğrudan kuşatıyor.
İşte bu noktada anlam-değer dünyasının iki ayrı biçimde nasıl ayrıştığını ve bu ayrışmanın “devlet” kavramına nasıl yansıdığını görebiliyoruz. Modern – sınırlanmış – hukuk devleti ile geleneksel – sınırsız – otoriter – kutsal devlet arzusunda iki ayrı millet.
Sonuç
Sonuç olarak; bir milletin bir başka milletten “ayrı” anlam-değer dünyaları olduğunu gösteren sembolik göstergeler vardır: Mezarlıkların ayrılması, mabetlerin ayrılması, savaş hallerindeki pozisyon alışlar, ağır kriz durumlarındaki politik tercihler gibi… Henüz bu son safhadaki sembolik ayrışmalar bu iki ayrı millete kendini göstermiş değil. Belki geleneksel ritüellere saygıdan belki toplumsal cesaretsizlikten bilemiyorum. Ancak aynı mabette ibadet etmemeyi hatta imkân olsa aynı mezarlığa gömülmemeyi içten içe arzulayan milyonlar olduğuna eminim diyebilirim. Artık bu noktadan sonra bir milli mutabakat için bu iki ayrı sosyolojiden birinin gelecekte yeni nesillerin tercihleri doğrultusunda toplumsal hayattan çekilmesinden başka bir seçenek de gözükmüyor. Sosyolojiye güvenmekten başka ve ondan daha tabii bir dönüşüm seçeneğimiz yok, zira kurucu rasyonel akılla tarihi mecburiyetlerle de olsa inşa edilen yeni sosyete, yeni vatan ve yeni devlet yaratma teşebbüsünün sonuçlarını bugünlerde daha yakından gözlemliyoruz. Üstelik acı faturalarıyla birlikte belirli ağır bedeller ödeyerek, bunu doğrudan hayatın içinde yaşayarak öğreniyoruz.
Ben, eğer umut beslemek gerekiyorsa uzun vadede modern hukuk devletine ve onun gereklerine inananların; yeni nesillerdeki bu yönde belki bilinçli belki bilinçsiz, belki politik belki apolitik kaygılarla ama yüksek şiddetli değişim talebiyle birlikte, arzuladığımız düzeyde olmasa da, memleketin sosyal-politik egemen aktörü olarak geleceğimize damga vuracağına inananlardanım. Kentleşme, dünyevileşme ve küreselleşme süreci bunu eninde sonunda dayatıyor. Yeniden tek millet olmanın imkânı varsa o imkânın, ancak bu sosyolojinin modern paradigma içinde bütünleşmesinde saklı olduğunu düşünüyorum.
Fotoğraf: Katie Moum