Daktilo2 için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşide, İstanbul Aydın Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 18 Eylül 2025’te önerdiği Türkiye-Rusya-Çin (TRÇ) ittifakı önerisinin perde arkasını konuştuk.
Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, önerinin Türkiye’nin çok kutuplu dünyada büyük güçler arasında denge kurma çabasının bir yansıması olduğunu savunurken, Rusya ve Çin ile daha derin bağların risklerine ve sınırlamalarına da dikkat çekiyor. Prof. Dr. Tarık Oğuzlu’nun, Daktilo2’nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 18 Eylül’de yaptığı yazılı açıklamasında yer alan Türkiye-Rusya-Çin (TRÇ) ittifakı önerisi, Türkiye’nin dış politikasında yeni bir dönemin habercisi mi, yoksa pragmatist bir siyasi hamle mi? Bu önerinin Ankara’nın stratejik hedefleriyle ne kadar örtüştüğünü düşünüyorsunuz?
Bence stratejik bir dönüşümün habercisi değil. Çok uzun zamandan beri zaten Türk dış politikasında görmekte olduğumuz stratejik yeniden ayarlanışın tekrardan ifade edilmiş hali. Türkiye çok uzun yıllardan beri özellikle 2008 küresel finansal krizinden bu yana stratejik otonomiyi merkeze koyan, Ankara merkezli olduğu iddia edilen çok boyutlu, çok taraflı ve stratejik yumurtaları farklı stratejik sepetlere dağıtmayı öngören bir dış politika çizgisi izliyor. Bu bağlamda ara ara ABD ve AB üyesi ülkelerle yaşadığımız krizlerden sonra Rusya’nın, Çin’in ve Küresel Güney ülkelerinin önemi hatırlatılıyor. Ne zaman Batıyla bir sıkıntı yaşasak, Doğu Blokunun da olduğu, Batıya karşı alternatifsiz olmadığımız noktasında mesajlar veriliyor. Geçmişte bunların çeşitli örneklerini görmüştük zaten.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ifadelerinde kendini göstermişti ama aynı şekilde şunu da gördük: Yakın geçmişte Türkiye’nin NATO üyesi olduğu ve bunun Türkiye’nin stratejik çıkarı için önemli olduğu, Avrupa Birliği üyelik sürecinin bütün sıkıntılarına rağmen bir devlet politikası olduğu ve bunun da Türkiye’nin çıkarına olduğu şeklinde yapılmış sayısız açıklama da var Dışişleri Bakanları tarafından.
Dolayısıyla yaşadığımız şudur: Çok merkezli, çok aktörlü, kimilerine göre esnek iki kutuplu, kimilerine göre dengesiz çok kutuplu bir sistem var şu an dünyada. Türkiye de orta ölçekli bir aktör olarak bu yeni ortaya çıkan düzende kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Türkiye’nin bu anlamdaki refleksi birçok farklı ülkeyle benzer açıkçası. Hindistan da buna benzer bir yol izlemeye çalışıyor, Brezilya ve Güney Afrika Cumhuriyeti de öyle. Güney Kore ve de Avustralya gibi nispeten liberal demokrasi olup Batıyla aynı kamp içerisinde düşünülen ülkeler dahi böyle takılıyorlar. Hatta biraz daha ileri gidip şunu bile söyleyebiliriz: ABD bile dünyanın en önemli, en güçlü ülkesi olmasına rağmen dış politikasında böyle bir stratejik ayarlama içine girmiş durumda. Uluslararası yapıda ortaya çıkan değişikliklerin dayattığı bir şey bu.
Şunu da söyleyeyim: Devlet Bahçeli’nin yapmış olduğu bu açıklamanın Erdoğan’ın Amerika ziyaretinin öncesinde yapılmış olması zamanlaması noktasında bir anlam ifade edebilir. Çünkü Erdoğan’ın Trump’la, hem Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kapsamında hem de ikili anlamda Washington’da, Beyaz Saray’da görüşeceği biliniyordu. Bu görüşmeye giderken belki eli biraz güçlensin diye düşünülmüş olabilir. Pazarlık noktasında Amerika’nın karşısında ülkenin daha güçlü bir konumda durmasını hedeflemiş olabilirler.
Ama şu da var. Özellikle MHP kanadında benim gördüğüm, (AK Parti’de bu kadar görmeyeceğimiz bir şey bu) Rusya, Çin gibi ülkelerle daha yakın stratejik ilişkiler içerisinde bulunması. Bu refleks MHP’de güçlü gibi geliyor. Avrasyacı ekolün de tabii etkisi var MHP’de.
AK Parti nispeten daha Amerikancı, nispeten yerine göre bazen daha Avrupacı, daha Batıcı olabiliyor. Pragmatik dönüşleri, pragmatik duruşları söz konusu olabiliyor. Tabii onun Batıcılığı da romantik bir kimlik temelli Batıcılık değil daha pragmatik bir bakış açısı. Bunun farkındayım ama yine de AKP’nin Batıya yönelik eğilimi daha fazla MHP’ye kıyasla.
Amerika ile bazı noktalarda ciddi anlamda stratejik bir zıtlaşma içinde olduğumuz, çıkarlarımızın çatışması gibi bir durum olduğu belli. Özellikle Orta Doğu coğrafyasında yaşananlar bunu gösteriyor. Hem Gazze örneği hem de Suriye olayı… Batının gerektiğinde Türkiye’nin stratejik anlamda yalnızlaşmasına hizmet eden dış politikalara destek veriyor olması, Doğu Akdeniz’de, Orta Doğu’da yaşananlar MHP’yi daha da rahatsız ediyor. Bu da bir sebep gibi düşünülebilir.
Türkiye, NATO üyesi bir ülke ve aynı zamanda Rusya ve Çin’le enerji, ticaret ve savunma gibi pek çok alanda da işbirliği yapıyor. Sayın Bahçeli’nin TRÇ ittifakı önerisi, Türkiye’nin uyguladığı bu denge politikasını nasıl etkiler?
Açıkçası az önce de söylediğim gibi bu politika uzun zamandan belli izlenen bir politika. Yeni bir politika değil bu denge politikası. Özellikle büyük güçler arasında denge kurma Atatürk’e kadar, Osmanlı’nın geç zamanlarına kadar gider bu düşünce yapısı. Burada değişik bir şey yok. Ben olumsuz şekilde etkileyeceğini düşünmüyorum.
Türkiye’nin ne NATO’dan çıkmak gibi bir niyeti olabilir ne de Avrupa Birliği üyelik sürecine resmi anlamda son vermek isteyebilir. İkisi de mümkün değil. Trump’ın başında olduğu Amerika ile Erdoğan Türkiye’sinin arası nispeten iyiymiş gibi gözüküyor. Biden Amerika’sıyla kıyaslandığında Trump Amerika’sıyla daha iyi bir stratejik işbirliği yapıyoruz. Hepimiz görüyoruz hem o ziyaret sırasında yaşananlar, Gazze’deki ateşkesin ilan edilmesinde Amerika’nın Türkiye’den beklentileri ve bu savaş uçağı projeleri bildiğimiz hikaye yani. Dolayısıyla NATO’dan çıkmak AB’ye veda etmek şeklinde yorumlanamaz.
Hükümet şunu da söylüyor: NATO sadece Türkiye’yi NATO dışı aktörlere karşı koruyan bir yapı değil, NATO içindeki aktörlere karşı da koruyor. NATO içinde olması Türkiye’nin öyle ya da böyle Batılı hatta Avrupalı kimliğinin bir şekilde tescil edilmesi anlamına da gelir ve NATO dışı bir Türkiye olmuş olsa bu NATO’nun üyeleri tarafından kendi güvenliklerine yönelmiş bir tehdit olarak bile algılanabilir. Böyle bir riski Türkiye almaz, almak da istemez. Bunlara gerek yok zaten.
Buna ek olarak, askeri kapasite noktasında hâlâ bazı noktalarda açığımız var. Hava savunması gibi. Nükleer korumamız yok mesela kendimize ait. NATO’nun içinde olmak dışında olmaktan daha iyi. Avrupa Birliği için de öyle.
Bir de şunu söyleyeyim: Bu bağlamda Türkiye’nin Batılı ülkelerle olan ilişkileri, özellikle ticari ilişkileri çok daha dengeli. Amerika ile ticaret fazlamız bile var 2 milyar dolar civarında. Avrupa Birliği ile ise de %50-%50 ithalat ve ihracat dengesi, üç aşağı beş yukarı var. Ama Rusya ve Çin ile karşılaştırıldığında çok acayip bir manzara. Rusya ve Çin’e karşı çok dengesiz bir ekonomik iş birliğimiz var. Onlar 9 birim mal bize satıyorlarsa biz onlara bir birim mal satıyoruz. Türkiye’ye gelen dış yatırım Avrupa kaynaklı %70 oranında. Ticaret, teknoloji ve sermaye oradan geliyor. Doğu’dan aldığımız, Rusya ve Çin’den aldığımız kayda değer tek şey herhalde enerji. Rusya söz konusu olduğunda doğal gaz ve petrol. Çin’in ise Türkiye’deki yatırımları çok fazla değil açıkçası. Turist de pek fazla göndermiyor Çin Türkiye’ye.
Özetle Batı Bloku, Doğu Bloku ile karşılaştırıldığında, daha doğrusu Küresel Batı, Küresel Doğu ile karşılaştırıldığında ülkemiz için Küresel Batı’nın ağırlığı askeri, ekonomik ve jeopolitik açıdan çok daha fazla bence.
Fikir Turu’nda yayımlanan bir yazınızda son yirmi yıldır uluslararası düzenin “esnek iki-kutupluluk” ya da “dengesiz çok-kutupluluk” temelinde değiştiğine dikkat çekmiştiniz. Diğer taraftan son dönemde Türk dış politikasını şekillendiren olgu “stratejik otonomi” kavramı idi. Bahçeli’nin TRÇ ittifakı önerisi bu otonomiyi güçlendirmek için bir fırsat mı?
Bloklar arası, farklı güç merkezleri arası dengeli bir siyaset gütmek burada hedeflenen şey. Birinde sıkıştığında diğerini alternatif olarak görmek ve kendi göbeğini aslında kendin kesmek anlamına da geliyor.
Stratejik otonomi kavramının özünde bir aktör olma kapasitesi var. Aktör olmak, başka aktörlerin oynadıkları oyunlarda bazen kullanmak isteyebilecekleri bir araç ya da o oyunları oynadıkları bir alandan ziyade sizin kendinizin oyuncu olması demek. Eğer buna hizmet ederse TRÇ ittifakı önerisi bence değerli bir şey olur. Ama Bahçeli’nin kastettiği artık bu yumurtalarımızı Küresel Batı sepetinden çekelim de Küresel Doğu sepetine koyalım. Rusya ve Çin’le NATO benzeri bir işbirliğine girilecekse eğer, bu stratejik otonomiyi zedeler. Buna hizmet etmez.
Türkiye’nin Rusya ve Çin’le ekonomik ilişkilerinde büyük bir ithalat-ihracat dengesizliği var. TRÇ ittifakı, bu asimetriyi düzeltebilir mi, yoksa Türkiye’yi ekonomik olarak daha kırılgan bir konuma mı iter? Örneğin, enerji bağımlılığı veya savunma sanayisinde Rusya ve Çin’e yönelim, uzun vadede ne tür riskleri beraberinde getirir?
Açıkçası bu ekonomik ilişkilerdeki dengesizlik, Rusya ve Çin’in lehine olan aşırı dengesizlik hiçbir şekilde kapanacak gibi durmuyor. Çünkü ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi özellikle Rusya’dan alıyoruz. Bu enerjiyi başka yerlerden alamadıkça ya da kendi enerji kaynaklarımızı keşfedip onları pazara sunacak kapasiteyi geliştirmedikçe bu bağımlılık ilişkisi bence enerji noktasında devam eder.
Askeri ekipman, askeri teknoloji gibi noktalar söz konusu olduğunda kayda değer bir şey de almıyoruz açıkçası biz ne Rusya’dan ne de Çin’den. S400 olayını hatta kötü bir örnek olarak bile verebiliriz. Yani S400’ler geldi Türkiye’ye ama 5 yıldır açılmadığı, hangarlarda durduğu biliniyor.
Bir de tabii bu Rusya ve Çin arasındaki ittifakta yok. Yani öyle bir yanlış anlama da söz konusu olabilir. Özellikle Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığı arttı her anlamda. Hele son 3 senede Ukrayna Savaşı’yla birlikte bu daha da arttı. Bunu hepimiz görüyoruz. Ama iki ülke arasında NATO benzeri bir anlaşma kesinlikle yok. Ne Şangay İşbirliği Örgütü ne de BRICS, Rusya ile Çin arasında stratejik bir ittifak kurulduğu anlamına gelmez Amerika karşısında, Küresel Batı karşısında. İki Doğulu aktörün biraz güçlerini birleştirmesi ve birbirlerine zor zamanlarda destek vermeye çalışmaları şeklinde yorumlanabilir.
Son olarak Bahçeli’nin TRÇ ittifakı önerisi, bölgesel meselelerde Türkiye’nin elini güçlendirebilir mi ve Türkiye’nin yakın zamanda jeopolitik önceliği ne olmalı?
Bölgesel meselelerden kastınız Orta Doğu’da, Balkanlarda ve Kafkaslarda ortaya çıkabilecek problemlerde Türkiye’nin aktörlük kapasitesini arttırmasıysa zaten Rusya’yla Çin’le yakınlaşması çok da fazla bir anlam ifade etmiyor bence. Bilakis, özellikle Orta Doğu’da yaşananları dikkate alacak olursak veya Kafkaslarda Azerbaycan-Ermenistan ilişkisini dikkate alacak olursak burada Rusya’nın kaybetmesi, gücünün erozyona uğraması Türkiye gibi bölge aktörlerine ve Amerika gibi dış aktörlere zemin açması söz konusu. Yani Rusya’yla yakınlaşmanın ortaya çıkardığı bir olumlu sonuç değil.
Dolayısıyla bölgesel sorunlara çok fazla etkisi olacağını düşünmüyorum. Ama Rusya’nın Ukrayna Savaşı nedeniyle içine düşmüş olduğu stratejik yorgunluk birçok farklı bölgede angajmanlarını azaltıp asıl mesaisini Ukrayna’ya vermesi, Türkiye için dolaylı bir fırsat penceresi açıyor anlamında da yorumlanabilir pekâla.
Ben bu Ankara merkezli stratejik otonomi bakış açısını aslında yanlış bulmuyorum. Özünde doğru bir yaklaşım bu, ama bunu sürdürme noktasında belki Türkiye’nin daha hassas olması gerekiyor. Bu bazen şöyle yorumlandı: Türkiye’de son 15 yılda özellikle Arap Baharı’ndan bu yana, Batı ile kavga eden, Batı’ya kafa tutan, Batı’nın bölgesel çıkarlarını çok ciddi anlamda eleştirip sanki Batı buralardan gidiyormuş da buralarda yeni bir düzen kuruluyormuş gibi hissedip bölgede kendisinin patron olmaya çalışması şeklinde yorumlanmış olabilir. Bu da Türkiye’nin özellikle Orta Doğu coğrafyasındaki komşularıyla ve Batılı aktörlerle olan ilişkisini çok olumsuz etkilemiştir.
İmkanları ve kapasitesi çerçevesinde kendine hedefler belirleyip onları gerçekleştirmeye çalışan bir Türkiye daha doğru bir dış politika takip etmiş olabilir. Stratejik otonomiyi bu şekilde yorumlamak lazım. Batı ile kavgalı olup Doğuya yaklaşmaktan ziyade farklı blokları dengelemek. Artık kimlik odaklı bir dış politika veya norm temelli bir dış politika tasavvuru pek kalmadı. Türkiye küresel bloklaşmalardan, kutuplaşmalardan rahatsız. Orta ölçekli bir ülke olduğu için de taraf tutmak istemiyor. Herkesle iyi geçinmek istiyor. Her çiçekten bal almaya çalışan bir arı benzetmesini yapmıştım. Bu şekilde davranmaya çalışan bir Türkiye var. Hiç itirazım yok, eleştirilebilir. Çok pragmatik, çok esnek, çok böyle omurgasız bir şeymiş gibi de algılanabilir, ama dünyanın gittiği yer böyle bir yer. Bütün oyuncular artık böyle bir risk oyunu kurmaya başladı. Türkiye de bunu ne kadar iyi yaparsa o kadar iyi olur.