Geçtiğimiz hafta Manifest Grubu’nun konser görüntüleri medyaya yansıdı. Özellikle muhafazakarlar, grup üyelerinin sahne şovlarından oldukça rahatsız oldular ve sosyal medya üzerinden hızlı bir şekilde örgütlendiler. Anladığım kadarıyla bu grup, genç kızlar tarafından oldukça seviliyor. Muhafazakarların ise kendi çocuklarını koruma refleksiyle akıllarına ilk olarak çevrelerini düzenlemek, yani kamu gücüyle bu grubun konserlerini yasaklatmak geliyor.
Bunu ilk defa yaşamıyoruz. Senelerdir, kampüslerde bahar şenlikleri ve içki satışı yasak. Her sene, Anadolu’nun bir vilayetinden, cüretkar kıyafetleriyle sahne alan bir şarkıcının konserinin valilik kararıyla iptal edildiğine dair haberler alıyoruz. Bütün bu yasaklar, kamusal alanı arındırma amacı taşıyor.
Her ne kadar bu durumu, mevcut iktidarın ideolojik yaklaşımı çerçevesinde açıklayabiliyor olsak da, bence salt iktidarın ya da ondan cesaret aldığını düşündüğümüz toplum kesimlerinin ötesinde bir dönüşümü de yaşıyoruz. Günümüz muhafazakarlığının daha agresif ve kuşatıcı olduğunu düşünüyorum, çünkü siyaset yapma sürecinin dijitalleşmeyle birlikte değişen doğasının artık muhafazakar seçkinlere makul davranma alanı tanımadığı kanaatindeyim.
Siyasetin daha çok performans yönünün ortaya çıktığı, sosyal medyada toplanan kurgusal kalabalığın halk zannedildiği, arındırma arzusu içindeki kalabalıkların linç sürüleri oluşturduğu ve kendilerine iştirak etmeyenleri tekfir ettikleri, dolayısıyla onlar için aciliyet arz eden bir mevzuya sessiz kalan siyasi elitin temsil samimiyetinin sorgulandığı bir dönem bu. Bu yüzden Kadir Gecesi’nde rakı içen ya da kurum içi yazışmalarda dini günlerin tebrik edilmesini istemeyen özel sektör çalışanları anında savcılık soruşturmasına tabi tutuluyor ve işsiz kalabiliyor. Bu dijital linç sürüsünün, muhafazakar siyaseti agresifleştirdiği kanaatindeyim.
Bununla birlikte, kamusal alanda cereyan eden ancak kişilerin orada gönüllü bir şekilde bulunduğu, yani mekanın kamusal olduğu ama kişiler arası bir rıza ile gerçekleşen özel ilişkiler var. Konserler mesela. Sadece bilet alanların gidip dinleyebileceği ticari bir ilişki aslında. Ya da, insanların sosyal medya iletileri. Sadece takip edenlerin görebileceği fotoğraflar veya beyanatlar. Akıllı telefonların ortaya çıkması ile birlikte, bu özel ilişkilerin de hızlı bir şekilde kamusallaşması söz konusu. Yani, hayatınızın herhangi bir anında, eşinizle dostunuzla sohbet ederken, kamusal personanızdan sıyrılmış ve rahatlamış bir halde konuşurken, birisinin sizi akıllı telefon ile kaydetmesi ve bunu yayınlaması, özel alanda suç veya kabahat olmayan bir eylemin sanki bütün kamuya açıkmış gibi yapıldığı zannını uyandırıyor. Manifest Grubu’nun konserine giden birisi, akıllı telefonuyla sahne şovunu kaydedip yayınladığı zaman, konser özel bir toplantı olmaktan çıkıyor ve kamusal alana intikal ediyor.
Muhafazakarlar, yoz buldukları sahnelerle bu ülkede ilk defa tanışmıyorlar. Efsanevi bir magazin kültürü olan Türkiye’de, sanat ve sosyete camiası hep var oldu ve hep toplumun genel değer yargılarının dışında bir hayat yaşıyormuş gibi gösterildi. Magazin basını için halk ile yozlaşmış sanat ve sosyete hayatı arasındaki gerilim ciddi bir ekmek kapısı oldu. Bu gerilim arttıkça herhangi bir haberin sansasyon yaratma gücü de arttı. Bu yüzden, Anadolu’da her cumartesi bayiilerde olan Haftasonu Gazetesi’nin okurları, ya da tüplü televizyonlarda mankenler ile futbolcuların aşk hayatını takip eden Televole izleyicileri aslında asla ait olamayacakları, belki bu yüzden korkmadan takip ettikleri ve yaşadıkları hayatın düzenine ve sıradanlığına şükredecekleri bir psikoloji içinde bu renkli dünyayı takip ediyorlardı. Halkımızın Bülent Ersoy ve Zeki Müren vakalarına karşı kayıtsızlığı ve ilginç bir şekilde bu insanların cinsel tercihlerine saygı duymaları, kendileri ile magazin dünyası arasındaki geçişkenliğin sınırlı olmasındandı. İstanbul, ya da büyük kentler diyelim, Anadolu taşrasının dışında dokunulmaz ve korunaklı bir alanı temsil ediyordu.
Bu aslında muhafazakarlık için işlevsel bir şeydi aynı zamanda. Bir yandan muhafazakar edebiyat, sosyetik ve yozlaşmış Beyoğlu alemini, Türk modernleşmesini karikatürize etmek için kullanırken muhafazakar siyaset ise milli kültür ve milli ahlak doktrinlerini ailelere ve gençlere aşılarken kendi kök değerlerinden kopmuş sosyete dünyasının yaşadığı ahlaki bunalımlarla insanları korkutuyordu. Bu yüzden Türkiye’de cemiyet hayatı aslında mistik ve fantastik bir hal almıştır. Bunu 18. yüzyıl başlarında İngiltere’de oldukça popüler olan ve Versailles sarayındaki aşk skandallarını ballandıra ballandıra anlatan roman türüne çok benzetirim ben. İnsanlar, arkasını göremediği yüksek duvarları olan bir saray varsa eğer o duvarların arkasında ne olduğuna dair anlatılarını kendi fantezileri üzerinden kurarlar. Anlatılan, saraydakilerden çok saraydakileri yazanların fantezilerinin hikayesidir.
Doğrusu, Anadolu halkı için yoksulluk İstanbul’da ve büyük kentlerde yaşanan eğlence hayatı ile aralarındaki duvardır. Yozlaşmaya karşı duydukları tiksinti ve kendi mütevazı, geleneksel yaşantılarına duydukları sevgi ise bu yoksulluğun avuntusundan başka bir şey değildir. Zira, ideolojik bir muhafazakarlık ile tanışmamış ancak geleneksel hayat yaşayan Anadolu’nun eski kuşakları magazin sayfalarında rastladıkları ahlaksızlıkların benzerlerinin Anadolu’nun en ücra köylerinde bile yaşandığının elbette ki farkındadır. Onlar ki Kemal Tahir okumamışlardır.
Kızılcık Şerbeti dizisinde Kıvılcım karakterini oynayan (muhtemelen babasının solculuğuna ve kızına koyduğu ismin Hikmet Kıvılcımlı’dan mülhem olduğuna bir gönderme yapmış senarist) Evrim Alasya, haklı olarak hükümet yanlısı kanallarda yer alan gündüz kuşağı programlarında türlü ahlaksızlıklar ifşa olurken Manifest Grubu’nun ahlaksızlıkla suçlanıp haklarında soruşturma açılmasına itiraz etmiş. Muhafazakarlığın beslendiği dünya tam da bu zaten Evrim Hanım. Dışarıyı oldukça kaotik ve yozlaşmış olarak görmek, içeriyi daha baskıcı ve otoriter yönetmenin yolu. O programlar, ailelerin çocukları üzerinde daha fazla kontrol sahibi olmasının yolunu açıyor ve gelenekten sapanların ibret verici hallerini gözler önüne seriyor. Üstelik bunu yaparken, halkımıza kendilerine benzeyen insanlar sunarak yapıyor bunu. Bir nevi meşhur olmayan kişilerin magazini gibi düşünün. Size muhafazakarlık açısından ne denli kullanışlı bir enstrüman olduğunu anlatamam.
Ancak Evrim Hanım’ın sorusu gayet meşru. Halkımız niçin bu programlar yerine Manifest grubuna tepki veriyor? Çünkü reşit olmayan bir çocuğun mahallenin sabıkalı ve uyuşturucu müptelası bitirim delikanlısına kaçma ihtimali bir kültür savaşını, sınıfsal bir öfkeyi veya siyasal açıdan iktidarsızlık hissini tetiklemiyor. İnsanlara ibretlik vesikalar sunarak onları geleneğe bağlanmaya çağırıyor sadece.
Öte yandan muhafazakar bir ailenin liseye giden kız çocuğunun Manifest Grubu’nu dinlemesi, aslında seküler hayat tarzının normalleşmesi ile sonuçlanabilir. Yani, aslında ne geçmiş dönemlerdeki halkın uzağındaki ucubeleştirilen magazin aktörleriyle ne de Anadolu köy ve kasabalarındaki yerel skandallarla alakalı bir durum var ortada. Tamamen yeni ve muhafazakarları tedirgin eden bir dalga. Bu yüzden bir muhafazakar, Bülent Ersoy’dan ya da Palu ailesinden rahatsız olmazken kendisine yönelen tehdidin daha sıradan aktörlerden gelmesine tepki gösterebiliyor.
Muhtemelen bu normalleşme de dijital devrimin sonuçlarından. Muhafazakar ailelerin çocukları; kendilerine öcü gibi anlatılan insanlara, hayatlara ve ilişkilere artık bir önceki kuşak kadar önyargıyla, fantezi ile karışık mistik bir tepkiyle yaklaşmıyor. Artık sanatçılarla, influencerlarla ya da sosyetik figürlerle acar ve muzip magazin muhabirlerinin filtresine maruz kalmadan doğrudan muhatap olabiliyorlar. Ana akımda yayınlanan yavan Türk dizilerini izlemeyen, dünyanın geri kalanında yaşayan insanların kendisinden farklı olmadığını short videolar ile keşfeden bir kuşaktan bahsediyoruz. Üstelik, 20 sene öncesine kadar refahın daha da arttığını, üniversiteye giden insan sayısının 20 milyona ulaştığını, bu durumun çocuklarda aileye karşı bir kendine güven mekanizması oluşturduğunu da söylemek lazım.
Şimdi her şey biraz yerli yerine oturuyor. Muhafazakarları daha agresif yapan bir katalizör bulduk. Dijitalleşme hem muhafazakarların yeni kuşaklardan yana tedirginliğini arttırıyor, hem de onları kendileri dışındaki hayatlara müdahale etmeye teşvik eden mekanizmalar sunuyor. Bütün bu olan biten arasında benim üzüldüğüm ise Çıtır Kızlar Grubu. Manifest’i araştırırken, “Yaşanacaksa Yaşanacak” şarkısına rastladım. Bu şarkıyı Çıtır Kızlar 1997’de söylemişti. Manifest, şarkının sadece nakaratını almış, geri kalan kısımlarına yeni sözler yazılmış. Şarkı (bu yazının yazıldığı güne kadar) 17 milyon dinlenmiş YouTube’da. Çıtır Kızlar’ın söylediği versiyon ise sadece 2 milyon dinlenmiş. Büyük çoğunun da Manifest şarkıyı yeniden piyasaya sürünce merak edip gelenlerden olduğunu düşünüyorum.
Halbuki, Çıtır Kızlar bence ıskalanmış bir gruptu. En büyük talihsizlikleri, Yonca Evcimik tarafından 1996 senesinde piyasaya çıkartılan iki gruptan biri olmalarıydı. Evcimik, erkeklerden oluşan “Birkaç İyi Adam”, kadınlardan oluşan “Çıtır Kızlar” gruplarını kurmuştu. Birkaç İyi Adam gerçekten tam bir başarısızlıktı. Bunun sebeplerini başka bir yazımda anlatırım. Ama Çıtır Kızlar devam etti. 1997’de ikinci albümlerini çıkarttılar ve “Yaşanacaksa Yaşanacak” şarkısına ilgi çekici bir klip çektiler. Klipte, meşhur sanat müziği sanatçımız Nurdan Torun’un oğlu oynuyordu ve Bodrum civarında üstü açık bir ciple giderken otostop yapan Çıtır Kızlar Grubu üyelerini otomobiline alıyordu. Klip, üç kızımızın farklı renklerde parıltılı, askılı ve mini etekli elbiseleriyle bir yandan dans ettikleri diğer yandan Cenk Torun’a yürüdükleri bir atmosferde geçiyordu.
Ertesi yıl çıkardıkları albümde ise “Bana mı Sordun?” isimli fena olmayan bir şarkı yaptılar. Solistlerden Deniz Kurtoğlu gitmiş yerine Ebru Kıran gelmişti. Melda Gür ve Serap Türk ise yerlerinde duruyordu. Ben bu grubu buralarda bir yerde kaybettim. Zaten onlar da grubu muhtemelen dağıttılar ve pek sesleri çıkmadı. O yıllarda, Twitter ve Instagram olsaydı, “olay klip sosyal medyada tepki topladı” şeklinde haberler yapılsaydı, muhafazakarlar grubun bir konser görüntüsünü telefonlarına kaydedip linç sürüsü örgütleseydi, iktidarda AKP olsaydı ve hemen soruşturma açılsaydı, muhtemelen Çıtır Kızlar daha bilinen bir grup olarak tarihe geçecekti. Onların talihsizliği kimsenin pek birbiriyle ilgilenmediği eski dünyaya ait olmalarıydı.