Geçtiğimiz günlerde bir edebiyat öğretmeni, öğrencisinin kendisine, Sabahattin Ali’nin karakterlerinin neden hep yolda öldüğünü sorduğunu yazmıştı.[1] Verdiği örnekler ise Kuyucaklı Yusuf’taki Yusuf, “Ayran”daki Hasan, “Kamyon”daki delikanlı idi. Ama dahası da var: mesela “Kağnı”daki anne, “Yeni Dünya” öyküsündeki öyküye ismini veren Yeni Dünya, “Komik-i Şehir” öyküsündeki jandarmalar… Üstelik sadece hikâye ve romanlarındaki ölümler değil, yazarın kendi trajik ölümü de yolda gerçekleşmişti. Yolda ölümler bir tesadüf mü? Bir süre bunun üzerine düşündüm.
Gerçekten de “yolda ölmek” Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarında sık tekrarlanan bir kurgu. Genellikle yolu gitmek istemeyen ama bir şekilde gitmek zorunda kaldığında da başına ölüm dâhil pek çok şey gelen karakterler var bu metinlerde. Bir mekân olarak yol, bize aslında geçiciliği ifade ediyor. Çünkü yol hem kurmaca metinde hem de gerçek hayatta asıl mekân değildir, arada kalmış bir yerdir ve bir mekândan diğerine ulaşmak için geçici olarak kullanılır; bir araftır. İki mekânın arasındaki bu geçici yer, bazen tüm hikâyenin gerçekleştiği mekâna dönüşebilir. Öyle ki sadece yolculukta geçen filmler ve hikâyeler de vardır.
Sabahattin Ali’de tamamı yolda geçen bir kurmaca yoktur ama yol önemli bir temadır. Bir kere dönemin ekonomik koşullarını ele verir bu yollar; genellikle bozuk, çamurlu, dar ve tehlikelilerdir. Yine de bu zor, tekinsiz ve bazen de belirsiz yollara çıkmak, Sabahattin Ali’nin karakterleri için bir umut arayışıdır.
Örneğin, “Ayran” öyküsünde kardeşlerine bir parça ekmek götürebilmek umuduyla ayran satmaya giden ve soğuk kış gününde çıplak ayakla uzun bir yolu yürüyen çocuk, yolun sonunda önce ekmek götürebilme umudunu sonra da eve varma umudunu kaybeder ve en sonunda bu yolda ölür. Bu koşulların karakterlere ölümden başka sunduğu bir şey yoktur. İzmir’e çalışmaya giden ve kendisinden “delikanlı” diye bahsedilen bir başka karakter de yoksulluktan kurtulma umuduyla yola çıkar, ama otobüs parası olmadığı için bilet soracak olan görevliden korkar ve kendini otobüsten atar. Bu yol da ölüm içerir.
Öldürmeyen yolların sonu da iyiye çıkmaz hatta. “Ses” öyküsünde yolda keşfettikleri muhteşem bir sese sahip karakter de uzun yolların sonunda katıldığı seçmelerde başarılı olamaz ve umudu boşa çıkar. “Uyku” öyküsünde bir an önce gideceği yere varma, hiç olmazsa biraz dinlenme umuduyla bekleyip duran şoförü yollar uykusuzluktan tüketmiştir. Yani karakterlerin hepsi bir umut için yola çıkar ama bu yolun sonu bazen ölümle, bazen kazalarla, en iyi ihtimalle umudun boşa çıkmasıyla biter.
“Asfalt Yol” öyküsü ise yolun başlı başına bir karakter olduğu bir kurgudur. Aslında bu hikaye, yolların neden umuda çıkmadığının sistematik bir açıklaması gibi düşünülebilir. Bozuk bir yolu düzelttirmek için devasa bir bürokrasiyi aşmayı, aşınca da bürokrasinin akılcı gibi görünen akıl dışılığıyla mücadele etmeyi konu alan öykü, en sonunda halkın sorununa yine çözüm bulunamayan bir aşamada son bulur. Bürokrasiyle mücadele etmeye ya da en azından ona ilgisiz kalmaya çalışan karakterler ise kendilerini yine “hükümet kapıları”nın yolunda bulur, bu mücadele ya sonuçsuz kalır (“Asfalt Yol”da olduğu gibi) ya da o kadar korkutucudur ve o kadar çıkmazdır ki o yolda can verilir (“Kağnı”da olduğu gibi).
Kısacası Sabahattin Ali’nin yolları hep zorluklarla dolu ve genellikle sonu mutlu bir yere çıkmayan yollardır. Sabahattin Ali’nin kahramanları o kadar umutsuzdur ki yollardan bir beklentileri yoktur ve yolun sonu çoğu zaman ölümlerine çıkar.
Sabahattin Ali’deki yol imgesini alegorik okumak mümkün mü peki? Burada hemen akıllara Fredric Jameson’ın sert eleştirilere konu olmuş “üçüncü dünya metinlerinin zorunlu olarak alegorik olduğu”[2] tezi geliyor. Bu tez her açıdan tartışmalı, bir kere üçüncü dünya metinlerinin tamamı alegorik mi? Bunu kabul etsek bile Türkçe yazılmış romanları ve öyküleri bu gruba dâhil edebilir miyiz? Peki kabul etmesek bile alegorik bir okuma yaparsak ülkenin tarihiyle gerçekten paralellik kurabilir miyiz?
Her ne kadar tartışmalı olsa da zaman zaman Jameson’ın tezinin Türk edebiyatında uygulanan örnekleri görülür. Örneğin Jale Parla, Babalar ve Oğullar’da Tanzimat dönemi edebiyatına alegorik bir okuma yapar ve Osmanlı’nın son dönemleriyle Tanzimat dönemi romanlarının paralelliğine dikkat çeker.[3] Buna göre Tanzimat romanlarının babasız evlerinde babanın yokluğu siyasi gücü azalmış Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkilendirilir, babasını kaybetmiş oğullar ise ne yapacağını bilemez ve oradan oraya savrulur.
Sabahattin Ali’nin öykü ve romanlarındaki yollar Türkiye’nin o dönemki toplumsal yapısı, siyaseti ve gerçekliğiyle ilişkilendirilebilir mi diye düşündüğümde iki kurmaca mekânı arasındaki yol imgesi benim aklıma; araf, arada kalmışlık ve bir yere varamamışlık gibi çağrışımları getiriyor. Gelişmiş değil, gelişmekte olan ülke anlatısı ya da gelişme yolunda olan ama buraya hâlâ varamamış bir ülke. Ayrıca Türkiye’nin bir zamanlar tanıtımında çok sık kullandığı “köprü” imajı da bir yoldur mesela. İlkokulda öğrendiğimiz “Türkiye’nin stratejik önemi” ile ilgili Doğu ve Batı’yı, Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan bir köprü olduğu argümanıyla çok iyi örtüşür bu imaj. Bu köprü, sonuçta bir yoldur. Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan ve Cumhuriyet döneminde de devam eden Türkiye’nin Batılılaşma “yolculuğu” devam etmektedir.
Tıpkı Sabahattin Ali’nin karakterleri gibi daha iyi bir gelecek, güvenli bir yer, adalet, refah gibi umutlarla çıkılan yolculuğun sonunun kötü bitmesi endişesi ile bunun arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Ya da bu yolun bitmez tükenmez bürokratik engelleri ile? Hedefe bir türlü ulaşamayıp yolun mekân haline gelmesiyle? Bu benzerlik bana pek imkânsız görünmüyor. Ne olursa olsun, Sabahattin Ali’nin bu yolculuklardan pek umutlu olduğunu söylemek de mümkün görünmüyor. Sanki kendi kişisel hayatının, pek çok soru işaretiyle birlikte, meçhul bir yolda son bulması, Sabahattin Ali’yi umutsuz olma konusunda çok da haksız çıkarmıyor. Bilindiği gibi hayatı, hakkında açılan soruşturmalar, davalar, yargılamalar, aldığı hapis cezaları ile geçen Sabahattin Ali’nin ölümü de mücadelesini verdiği hak ve özgürlüklerin kazanılamaması nedeniyle geride hayal kırıklıkları bırakarak çıktığı yolda son buluyor.
Dolayısıyla Sabahattin Ali’de yol, karakterleri bir yere ulaştıran değil, aksine onları tüketen, umudu yutan bir mekâna dönüşüyor. Bu yol imgesi, hem dönemin ekonomik-sosyal gerçekliklerini, hem de Türkiye’nin modernleşme yolculuğunun sancılarını alegorik biçimde görünür kılıyor.
[1] https://x.com/merveladov/status/1968345032609665332
[2] Fredric Jameson, “Third-World Literature in the Era of Multinational Capitalism,” Social Text, No. 15 (1986): 65–88, https://doi.org/10.2307/466493.p.69.
[3] Jale Parla, Babalar ve Oğullar:Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, 7th ed. (İletişim Yayınları, 2009).