Murathan Mungan’ın 2008 yılında çıkan Kadından Kentler isimli öykü kitabı, 16 farklı kentte geçer ve her biri birbirinden farklı kadınların hikayelerini anlatır. İsminden de anlaşılacağı gibi kadın hikayelerini kentlerle kurdukları ilişkiler üzerinden ele alan kitabı, aslında hem kadınların hem de kentlerin dönüşümü üzerinden modernleşme ile ilişkilendirerek okumak mümkün. Mungan bunu doğrudan modernleşmeyle ilişkilendirmese de kadınların ve kentlerin Türkiye’nin dönüşümündeki iki önemli gösterge olduğunu belirtir. [1]
Öykülerdeki genel kurgu kadın karakterler etrafında şekillenir. Erkek karakterler daha arka planda ama tümüyle kötü karakterler değiller; kendi deyimiyle “kadın problemini erkek zulmü ile açıklama kolaycılığına” yaslanmaz Murathan Mungan.[2] Bunu daha çok sistematik bir sorun olarak görür. Hikayelerde tekrar eden karşılaşma sahneleri ve kadınların aydınlanma, farkındalık, bir şeyleri anlama ya da dönüşme sahneleri bu kadın karakterler üzerinden bir modernleşme okumasını olanaklı kılar.
Modernleşmenin bireyselleşme ve özgürlüklerle ilgisi öykülerdeki kadın karakterlerin bireyselleşme ve özgürleşmesiyle örtüşür. Öykülerde bireyin kendini keşfetmesi ve kadının birey olarak var olması, özellikle kendilerini bütün toplumsal koşulların dışında düşünüp fark ettikleri anlar, kitap boyunca sıkça karşımıza çıkar. Örneğin, kitabın ilk öyküsü olan Kordonboyu’ndaki Ömer Çavuş Kahvesi’nde, Nurhayat’ın bir başına olduğu zamanların az olması anlatılırken aynı zamanda kentte bir başına kaldığı nadir bir zaman diliminde bireyselleşme ve var olma serüveni başlar. Bir başına kaldığı bu anda gördüğü askerlerden biriyle bakışması, kendi olması, kendini ve hislerini fark etmesi Nurhayat’ın tek başına yaşadığı bir özgürleşme deneyimi olarak karşımıza çıkar. Dikkat çeken nokta ise bu anlatıların mekânla bütünleşmesidir. Yine bu öyküde Nurhayat, bu anı yaşadıktan sonra daha önce inmediği sahile doğru yürür. Nurhayat’ın buna cesaret etmesi kentin mekânını özgürleşme alanı olarak kurgular ve karakterin dönüşümünü gösterir. Nurhayat, bu farkındalıkla daha önce düşünmediği evlilik kararını da gözden geçirir ve belki de ilk defa kendisinin ne istediğini fark edip önemseyerek toplumsal olarak “uygun” bulunanların dışına çıkar.
Benzer şekilde “Trabzon Burması” öyküsündeki adli tıp doktoru Sevgi’nin hikayesi de toplumsal olarak uygun görülenin dışına çıkma ve bu sayede yaşanan statüsel değişimi anlatıyor. Sevgi, annesine ve babasına rağmen büyük bir çaba göstererek okumak istemiş olan ve bunu başaran; doktor olduğunda elde ettiği imkânlara, örneğin evindeki güzel eşyalara, şaşıran bir kadındır. Hem mekân hem de karakter, modernleşmenin içerdiği dönüşümü ortaya koyar. Sevgi, Trabzon’da görev yaparken intihar eden bir genç kızın ölüm raporunu yazarken onunla aynı kaderi paylaşabileceğini fark eder.
Öyküde kurgulanan kaderin farklı şekillerde yönlendirdiği iki kadın karakter (biri adli tıp doktoru olmuş, diğeri umutsuzluktan intihar etmiş) modernleşmenin bir başka yüzünü ortaya koyar. Modernleşme, sanıldığı gibi homojen, aynı anda, aynı şekilde, aynı hızda bir ilerlemeyi işaret etmez ve genellikle kendi içinde eşitsizlikleri barındırır. O nedenle Sevgi ile intihar eden genç kız benzer zamanlarda yaşamışlarsa da modernleşmenin semtlerine uğraması farklı olmuştur. Kadından Kentler, bu tür karşılaşmalarla doludur: “Adana Sıcağı’nda Erguvanlar”daki Emine ve Gülsüm, “Samsun Sigarası”, “Tütün Balyaları”, “Tamaron” öyküsündeki birbirinden çok farklı hayatlara sahip iki kardeş olan Şengül ve Songül, “Sinop’a Gelin Giden” öyküsünde Seher ve Yıldız, “Gümüşhane Çok Uzak” öyküsünde Asiye ve Füsun, “Tantunicinin Karısı” öyküsünde Zozan ve Yurdanur, “Diyarbakır Surlarında” öyküsündeki Aslı ve Birsen ve diğerleri… Bu karşılaşmaların bir kısmı, benzer noktalarda başlayıp benzer sonuçlara ulaşabilecekken yaşanılan kırılmalarla farklı yönlere evrilmiş hayatların karşı karşıya gelmesi gibidir. Bir kısmıysa tümüyle farklı noktalarda başlayıp, ilginç bir kesişmeyle karşılaşıp, kırılmanın kendisinin bu kesişmeyle olabileceği izlenimini verir. Ne olursa olsun, yaşanan modernizm süreçlerinin herkes için aynı şekilde ve aynı hızda ilerlemediğini gösteren eşitsiz ve belki çoğulcu bir yanını gösterir.
Bu farklılık şehir karşılaştırmalarında da görülür. Adana’ya iş gezisine giderken Gülsüm’ü ziyarete giden Emine, Gülsüm’ün Adana’yı anlatma biçimine tanıklık eder. Adana’da artık her şeyin bulunabildiğinden, hatta bazı şeylerin İstanbul’da bile olmadığından övünerek bahseder Gülsüm. Şehirlerin de aynı zamanlarda farklı modernleşme öyküleri vardır. İstanbul-Adana karşılaşması, Emine-Gülsüm karşılaşması kadar çarpıcıdır. Örneğin, Adana’da iç mekân anlatısı görülür, evdeki eşyalar, eşyaların özeni ve seçiminden, nereden alındıklarından bahseder Gülsüm, en başından beri de zaten Emine’yi evinde ağırlamak istemektedir. İstanbul’daki anlatım ise dış mekân anlatımıdır. Çiçeklerden uzun uzun bahsedilir, özellikle erguvanların anlatıldığı an bir kırılma anıdır. Burada ilk defa hayatından çok memnun görünen Gülsüm’ün alternatif bir hayatının olmasını isteyip istemeyeceğini düşünürüz. Acaba Gülsüm, çalışmayan, hizmetçileri ve gösterişli bir evi olan, eşinin dışarıda eğlenmesine engel olmak için oryantal dansı öğrenen bir kadın olmak yerine Emine gibi kariyer sahibi, vejetaryen, iş hayatında yükseldikçe evliliğinde sorunlar yaşayıp evliliğini sonlandıran ve yalnız yaşayan bir kadın olmak ister miydi? Bu soruyu öykülerinde sık sık sordurur Mungan. Bir karşılaşmada bir olay ya da bir obje anlatılırken farkındalık kazanan karakterler, içince bulundukları durumu ve yaşadıkları hayatı sorgulamaya başlar. Bu sorgulamalar, aynı anda farklı şekillerde yaşanan modernleşmenin getirdiği dönüşümlerin çelişkisiyle ilgili bir soru işareti bırakır.
Benzer bir karşılaştırma “Sinop’a Gelin Giden” öyküsünde de yer alır. Seher’in evlendikten sonra yaşadığı Sinop’taki evi detaylı bir şekilde anlatılır, Seher için bu evin ve bu evdeki her bir objenin ne kadar önemli ve yerli yerinde olduğunu düşünürüz. Özenle kurulmuş ideal bir yuva vardır burada. Hukuk okumuş ve çalışan bir kadın olan Yıldız, Sinop’a Seher’i ziyarete geldiğinde bu özenle döşenmiş evdeki cam kuğuyu kırar ve bu da tıpkı Gülsüm’ün erguvanlardan bahsedilirken yaşadığı kırılmaya benzer bir kırılma anı olur her iki karakter için. Bu her şeyi yerli yerinde olan “ideal yuva”da ilk defa bir nesne kırılmıştır ve artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını hissederiz okurken. Eşyalarla, kurulan daha doğrusu hayallerde, tam da olması gerektiği gibi kurgulanan hayatlar, bir kırılma, bir hatıra veya bir karşılaşma ile tıpkı cam kuğu gibi tuzla buz oluverir. Bu karşılaşmaların sonrasını bilemesek de tıpkı Nurhayat’ın hikayesinde olduğu gibi buradan birey olmaya, özgürleşmeye ve toplumun beklentileriyle çelişse bile bireyin kendi olabilmesine dair bir farkındalığı görürüz.
Sonuç olarak, Murathan Mungan’ın Kadından Kentler isimli öykü kitabı, kadınların ve kentlerin, modernleşmenin getirdiği dönüşümleri nasıl yaşadığının bir anlatısı olarak okunabilir. Tıpkı kitabın son öyküsü olan Esenler Otogarı’nda bütün karakterlerin otogarda aynı anda farklı gündemlerle ve farklı hayatlarla bir arada olması gibi, modernleşmenin çelişkileri, aynı şekilde ve aynı hızda ilerlemeyişi, çoğulculuğu ve farklılıkları Mungan’ın hikâye evreninde somut bir hal alır; her karakter, her öykü ve her karşılaşma modernliğin başka bir yüzünü temsil eder. Böylelikle Türkiye’nin modernleşme sürecinin parçalı ve eşitsiz doğasını görünür kılar.
[1] ‘Murathan Mungan Kadından Kentler’i Anlatıyor’ Bianet.org (31 Ekim 2013) https://bianet.org/haber/murathan-mungan-kadindan-kentler-i-anlatiyor-106298
[2] Ibid.

