Pandemi günlerinin tam ortasında vizyona girmiş Geçen Yaz filmi. Benim bu filmi fark etmem için ise ikiz bebeklerimin büyümesi ve bir nebze de olsa uyku düzenlerinin oturması gerekti. Böylece, gece herkes uyuduktan sonra film izlemeye başlayabildim. Bu filmi önce tek başıma, ardından Melike ile birlikte ve en nihayetinde, kallavi içki sofralarında otururken bir yandan da Türk sinemasının nadide eserlerini izlemek, durdurmak, yorumlamak ve tekrar izlemeye geri dönmek gibi bir rutinimizin olduğu eski bir arkadaşımla izledim.
Filmi her izleyişimde sevdim ama hepsinde de mutsuz oldum. Ya da şöyle söylemek lazım, filmi sevdiğim için mutsuz oldum. Filmin ıskaladığı gerilimleri, olması gereken ama olmayan diyalogları, izleyiciden lüzumsuz olduğu inancıyla saklanan, muhtemelen kurgu da kesilen sahneleri düşündükçe filmin yönetmeni Ozan Açıktan’a da açıktan kuruldum.
Filmi niçin sevmiş olabilirim? Eğer 43 yaşındaysanız, aslında özlediğiniz ve nostaljik duygularla yaklaştığınız, uzakta kalan ve erişemediğiniz bir tarihiniz oluyor. Bu tarihi anımsıyor ve seviyorsunuz. Aslında, burada özlem duyulan tarihin bizzat kendisi değil. Yaşanmış ve geride bırakılmış dönemden çok o dönemde yaşayan insanı özlüyorsunuz. Yani kendinizi, genç halinizi arzuluyorsunuz. Bu orta yaşın bütün yorgunluğu, mızmızlığı ve memnuniyetsizliğinin getirdiği bir şey.
Geçenlerde, benim yaşlarımda olan iki arkadaşımın sosyal medyada karşılıkı yazışmalarına denk geldim. Yeni yeni meşhur olan bir aktris üzerine konuşuyor ve kadının alışılmadık bir güzelliği olup olmadığı üzerine kafa yoruyorlardı. En nihayetinde, biri diğerine “azizim, artık genç olanı güzel zannettiğimiz yaşlardayız” dedi. Diğeri de “maalesef” diyerek sohbeti bitirdi. Tam da bu yüzden insan, kendi gençlik dönemi ile arasına giren mesafeyi nostaljik hislerle ve eski günleri güzel anımsama refleksiyle kapatmaya çalışıyor.
Özlenen o günlerin kendisi mi, yoksa bizzat genç olma hali mi? Elbette ki genç olma hali ve şu anda içinde bulunulan durum ne denli sıkıcıysa gençlik günleri de o denli görkemli gözüküyor. Geçen Yaz filmini de benim kuşağımın sevme sebebi muhtemelen filmin 90’lı yılların sonuna doğru Bodrum’da yazlık bir sitede geçen bir aşk hikayesini anlatması. Tam karşılamasa da bir nevi “Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikayen” gibi bir durum.
90’lı yılların müzikleri, şakaları, şimdilerde muhafazakar kabul edebileceğimiz ama 90’lı yılların toplumu için avant garde denebilecek kadın erkek ilişkileri, o dönem gençliğinin içlerinde köpüren hormonlarını hayatın sırrını çözmek için harcamaları ve birbirlerine sakin bir akşam serinliğinde derinlikli şeyler söylemenin havalı olması, elbette hamburgere saygı duyulması ve dudaktan öpüşmenin, bekaretin, karanlık bar erotizmininin aşılmaya çalışılması… Film böyle bir evren yaratıyor. Yaşamayanın ne anlatabileceği ne de anlayabileceği bir şey bu. Film bu şekilde, yakanıza yapışıyor ve sizi kendisine çekiyor.
Filmi eleştirenler, Türkiye’nin 90’lı yıllardaki boğucu atmosferine vurgu yapıyor. Bir yandan PKK ile yaşanan kanlı savaş diğer yandan yükselen siyasal İslam ve askerler, ve koalisyonlar, ve ekonomik krizler, 5 Nisanlar, kapkaç çeteleri, gecekondular, Televoleler, Mehmet Ağarlar, Çatlılar, Susurluklar… Olacak iş mi şimdi memlekette bütün bunlar yaşanırken yaşları 16 ile 19 arasında değişen kızlı erkekli bir grup beyaz Türk’ün, Bodrum’da bir yazlık sitede yaşadığı karmaşık aşk ilişkileri ile ilgili bir film yapmak? Filme yönelik bu sosyal gerçekçi ve ideolojik aşağılamanın hedefindeki apolitizmin ve refahın da aslında beni çektiğini söylemem gerekiyor. Zira, bir şekilde organik varlığı sürekli reddedilen ve kendisini gerçek halk ve onun sorunlarıyla meşgul kesimlerin sürekli hedefinde bulan bu “şuursuzluk” aslında bu memleketin evrensel olana duyduğu iştahtan başka bir şey değil bana göre.
Öyle ki, Bodrum’da bir yazlık sitede, Eskişehir’de bir Anadolu Lisesi kantininde, Gaziantep’te bir orduevi kafeteryasında kutlanan doğum gününde, aslında şimdilerde sesi daha çok duyulan kentli, eğitimli, Türk orta sınıfının ve onun kültürel iktidarının temelleri atılıyordu. Geçen Yaz filminde izlediğimiz orta sınıf imajı aslında yerelden, yerelin dertlerinden ve sıkıntısından kurtulmak isteyen, evrensele bağlanmak isteyenler için normatif bir duruma işaret ediyordu. Yani bir azınlığın hayatından kesitleri değil, hatırı sayılı bir insan kitlesinin yaşayamasa dahi gizli gizli arzu ettiği bir hayatı anlatıyor film.
Hâlâ konudan bahsetmedim. Bodrum’da bir yazlık site var, gençler var ve bir aşk hikayesi var. Onu biliyoruz şu ana kadar. Ama mevzu biraz daha çetrefilli. 16 yaşına yeni girmiş Deniz’in ablası, annesi ve babasıyla yazlıklarına gitmesiyle başlıyor hikaye. Anlıyoruz ki aile sitenin eskilerinden. Deniz mesela, eskiden “dobiş” imiş ama o yaz bir hayli büyümüş, serpilmiş. Bunu kim söylüyor? Ablasının en samimi arkadaşı Aslı. Onlar eve gelir gelmez damlıyor ve Deniz’in annesiyle koyu bir sohbete dalıyor. Bence, Aslı Deniz’i gördüğü anda beğendi. Hatta ara ara onu çocuklaştırmak ve bu beğenisini çürütüp gömmek için Deniz’i biraz yokladı. Yani Deniz hâlâ çocuk olsaydı ve sadece vücudu irileşmiş olsaydı Aslı biraz rahat edecekti. Ama Deniz büyüyordu ve aslında büyüme hakkında da düşünmüş olmalıydı.
16 yaşındaydı ama asla ergenleşmeden ve o yaşlardaki erkeklerde sıkça görülen ciddiye alınma arzusunu frijit tepkilerle ortaya koymadan, yani bir hayli ustaca, Aslı’nın etrafında beliriyordu. Deniz hazır cevap mıydı? Hayır. Hormonlarının felç ettiği bir beyinle saçmalıyor muydu? Hayır. Sadece soğukkanlı ve tahmin edilemez cevaplar vermeye alışmıştı. Bu yetenek, ergenlik çağında annesini üzmeden, onunla çatışmaya girmeden bir kişilik inşa etmeye çalışan erkeklerde bulunur genelde. Zaten Deniz’in babası da alfa iticiliğine sahip bir baba değil. Ailenin üzerinde korkulan bir baba gölgesi yok. Sadece çocuklarına sonsuz güven veren, onlarla konuşmaya çabalayan ama pek ortalarda görünmeyen bir baba var. Adeta Norveç refah devleti gibi bir baba yani. Çocukları için endişeli ancak nevrotik olmayan bir anne ile böyle sakin bir babanın oğlu Deniz. Aslı’ya karşı da kendisiyle babası karışımı bir karakter ortaya koyuyor. Bu öyle çekici geliyor ki Aslı’ya, kendi yaşıtları ile tekne turuna çıkmak yerine, sahilde kendisinden 2 yaş küçük Deniz ile kalmayı tercih ediyor. Biraz kırlarda geziyorlar, Deniz erkek dergilerinden okuyup öğrendiği bazı numaraları yapıyor ve yakınlaşma başlıyor.
Sitenin gençleri akşamları toplanıyor, bazıları gürültülü sohbetler eşliğinde bira ve sigara içiyor, bazıları hemen sevgili oluyor ve kuytu bir yere gidip sevişiyor, bazıları yazlık site barlarına gidiyor. Buralarda bir yerde, Burak çıkıyor karşımıza. Sevsek mi acısak mı bilemediğimiz bir karakter. Aslı da tam olarak böyle görüyor anne ve babasını trafik kazasında kaybeden Burak’ı. Yaşı Aslı’dan büyük, ölen ailesinin yazlık evinde kalıyor, arabası var, motorsikleti var, muhtemelen varlıklı, yakışıklı sayılır, muhitte tanınıyor, seviliyor, bara geçip kokteyl hazırlamasına ve kızlara kendisini bu şekilde göstermesine izin veren bir esnaf arkadaş çevresi var. Burak da Aslı’ya yaklaşıyor ama Aslı’nın Deniz’e olan yakınlığı sürekli kafasını kurcalıyor. Burada bir aşk üçgeni kuruluyor, üçü artık birlikte gezip tozmaya başlıyorlar. Her diyalog imalı laflar içeriyor, gülümsetiyor.
Deniz burada Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ın daki Julien Sorel’dir, Dickens’ın Büyük Umutlar’ındaki Philip, Hamsun’un Benoni’sidir. Gözünü zirveye dikmiş, tırmanmaya başlamıştır artık. Aslı artık bir insan olmaktan çıkmış, elde edilmesi gereken ancak niçin elde edilmesi gerektiği bilinemeyen Hollanda menşeili bir lale tohumuna dönüşmüştür. Burak ise Aslı’ya sadece olması gereken bir ilişki vaat eder. Arkadaş grubunun en havalı erkeği ile elde etmesi en zor kızı tabii ki birlikte olmalıdır. Barda ilginç kokteyller hazırlayan ve sosyal çevresi muazzam bir erkek olarak, yani aslında alfa olarak, elbette ki en güzel kız onun hakkıdır ve her şey olması gerektiği gibi ilerlemelidir.
Yine bir üçlü seyahat. Bodrum civarı bir yolda gidiyorlar. Yerel radyoda istek şarkı saati ve Burak, Aslı için Tarkan’ın “Kır Zincirlerini” şarkısını istiyor. O yılların aşırı erotik ve cüretkar şarkısı buydu. Biz daha küçük bir taşra şehrinde yaşıyorduk ve Gülay’ın “Cesaretin Var mı Aşka?” şarkısını isterdik mesela radyodan. Ama Bodrum yöresinde bu tip davetler Tarkan ile yapılıyormuş. Onu anlıyoruz. Aslı yine de çözülmüyor. Aslında morali bozuk, üniversite sınavını kazanamamış. Sebebi ise çok yüksek bir bölümü yazması ve tek tercih yapması. O gece çıkmışlar. Burak çiftleşme öncesi erkek papağanları andıran bir heyecan içerisinde. Araba duruyor ve Burak son kozunu oynuyor. Annesi ve babasının tam kaza yaptığı yerin burası olduğunu söylüyor ve sinir krizine benzer ve o yıllarda kadınları epeyi baştan çıkarıcı olan nihilist bir ruh haline giriyor. Hepsi denize giriyor, sakinleşiyor ve ateş yakıp başında oturmaya başlıyorlar. Burak ile Aslı sevişmeye başlıyor. Deniz uzaklaşıyor. Arabanın yanında ağlıyor, çöküyor, dağılıyor, çözülüyor, parçalanıyor, ufalanıyor. Onu baygın halde buluyorlar sabahın ilk ışıklarında. Denizi eve götürüyorlar. Deniz kapıdan girer girmez annesi kızıyor, Deniz hiç konuşmadan annesine sarılıyor ve üçlü hikaye son buluyor. Anneye sarıldığın an her hikaye biter çünkü. Deniz uzaklaşıyor onlardan, onlar devam ediyorlar. Kendi dünyasına gömülüyor, okuyor, düşünüyor, büyüyor. Bundan sonrasını anlatmayacağım, bu filmi izlemenizi istiyorum çünkü.
Gelelim mutsuzluğuma ve filmin neleri ıskaladığına. Hiç uzatmadan söyleyeyim, film Aslı’yı ıskaladı. Yönetmen ve aynı zamanda senarist, muhtemelen kendi gençliğinde yaşadığı tecrübelerden seçerek yarattığı Aslı karakterini seziyor, biliyor, ona aşina, onu anlatmak istiyor ama bencil bir şekilde. Sadece Aslı’nın kendi üzerinde bıraktığı izlenimi paylaşıyor bizimle. Muhtemelen, başka insanların Aslı’yı anlamasından, Aslı’yı sevmesinden veya Aslı’ya düşman olmasından korkuyor. Bu yüzden, Deniz’in ve Burak’ın aile travmaları gözümüzün önünde halay çekerken, Aslı’yı yanlış tercihlere iten, onu kalıcı ilişkiler kurmaktan alı koyan şeyin anne ve babasıyla alakalı olabileceğini bize düşündürmek istemiyor. Aslı, anne ve babası gibi ilişkilenen insanlardan hoşlanmıyor. Muhtemelen annesi olmak istemiyor. Annesinin babasına yaptıklarını sindiremiyor. Ve erkekleri kurtarmaya and içmişçesine hayata karışıyor. Burak’ın hüznünü kustuğu anda onunla sevişmesi de biraz bu. Hatta Deniz, arkadaşlarıyla tartışıp, bir kaldırım taşına oturup ağladıktan sonra artık onu yanından ayırmamaya başlıyor.
Aslı niçin farklıydı? Niçin üniversite sınavında tek tercih yaptı ve çok yüksek puanlı bir bölüm yazdı? Deniz’in ablası, iyi kötü demeden üniversiteye gitmek için düşük puanlı yerleri yazarken Aslı niçin sadece tek bir bölüm yazdı? Deniz’in ablası önüne gelen bir çok erkekle beraber olurken Aslı niçin kendisini o kalabalıktan uzak tutmaya çalıştı? Aslı niçin mecbur olmaktan hoşlanmıyor, niçin edilgenlikten nefret ediyor, niçin sınırlı seçenekleri olduğunda ve birini seçmek zorunda olduğu zaman mutsuz oluyor ve niçin kabullenmek zorunda kaldığı bir hayattan kaçıyor? Aslı niçin elindekiyle yetinmiyor ve kendisine bir misyon yüklenmiş gibi acılı erkekleri tedavi etmeye uğraşıyor?
Ah Aslı, sen bütün bu insana dünyada cenneti vaat eden yakınlığının arkasına ne hüzünler gizlemişsin meğer. Çözmen gereken ne çok düğüm varmış da hepsi Bodrum’da bir yazlık sitenin salaş bir barında önüne serilmiş. Sen acaba annenin babana yaptığını yapsan da sana babanın annene davrandığı gibi davranmayan bir Deniz bulduğun için çok mutlu olmuş olabilir misin? Ya da, annenin babana yaptıkları karşısında biriken bir hınç ile, babana benzeyen bir erkeği diğer kadınlardan korumak için kendini feda etmiş olabilir misin? Hatta Deniz’i kaybetmemek, ona bir telefon numarası verebilmek için gidip alel acele bir cep telefonu almış olmayasın.