Daktilo 1984Daktilo 1984
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • E-Bültene Abone Ol
    • Destek Ol
    Facebook Twitter Instagram Telegram
    Twitter Facebook YouTube Instagram WhatsApp
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Destek Ol Abone Ol
    • İZLE
      • Çavuşesku’nun Termometresi
      • 2’li Görüş
      • İki Savaş Bir Yazar
      • Cumhuriyet’in Edebiyatı
      • Varsayılan Ekonomi
      • Yakın Tarih
      • Tümünü Gör
    • OKU
      • Yazılar
      • Röportajlar
      • Çeviriler
      • D84 INTELLIGENCE
      • Asterisk2050
      • Yazarlar
      • Kitap Yorum
    • D84 FYI
      • Hariçten Gazel
      • ABD Gündemi
      • Avrupa Gündemi
    • daktilo2
    • Project Syndıcate
    Daktilo 1984Daktilo 1984
    Anasayfa » Belki de O Kadar Suçlu Değiller: Sosyal Bilimlerde Tarihi Konuşturmak
    daktilo2

    Belki de O Kadar Suçlu Değiller: Sosyal Bilimlerde Tarihi Konuşturmak

    Birol Başkan14 Aralık 202510 dk Okuma Süresi
    Paylaş
    Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp

    Batı/Latin Avrupası ortaçağlara Müslüman ve Yahudi azınlıklarla girdi: Macaristan’da bir dönem 2 ila 15 bin civarında, Portekiz’de otuz yedi yerleşim yeri, Sicilya’da 300 bin civarında, İtalya’nın güneyinde 20-40 bin civarında, İspanya’da ise 5.6 milyon civarında Müslüman yaşıyordu. İngiltere’de bir dönem 15 bin civarında, Fransa’da 100 bin civarında, Macaristan’da yüzlerce, Portekiz’de 30 bin civarında, İtalya’nın güneyinde 150 bin civarında, İspanya’da ise 150-200 bin civarında Yahudi yaşıyordu. Batı/Latin Avrupası ortaçağlardan bu dini azınlıkları tamamen yok ederek çıktı: 1526 yılı itibariyle ise mezkur coğrafyada ne Müslüman nüfus kalmıştı, ne de Yahudi.

    On altıncı yüzyılın Batı/Latin Avrupa-dışı coğrafyalarda durum tamamen farklıydı. Osmanlı İmparatorluğu’nda, Bağdat, İstanbul, Şam ve Selanik gibi kentlerde büyük Hristiyan ve Yahudi nüfus yaşıyordu. Öyle ki 1520’lerde İmparatorluğun nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ını Hristiyanlar oluşturuyordu. Daha doğuda Hindistan’daki Babür (Mughal) İmparatorluğu’nda nüfusun yaklaşık yüzde 80’i Hindulardan, yüzde 20’si Müslümanlardan oluşuyordu. Yüzyıllar sonra, Britanya idaresi altında yapılan ilk Hindistan nüfus sayımı da bu genel tabloyu doğrulayacaktı: nüfusun yüzde 73’ü Hindu, yüzde 21,5’i Müslümandı; geri kalanı ise Budist, Jain ve Sih’ti. Rus İmparatorluğu da Osmanlı ve Babür imparatorlukları gibi çok dinli ve çok mezhepli bir imparatorluktu. 1552’de yaklaşık 400.000 nüfuslu Kazan Hanlığı Rus egemenliğine girdiğinde Tatar soyluları din değiştirmelerine gerek kalmadan Rus soyluluğuna kabul edilmişti.

    Bir coğrafyada dinsel ve mezhepsel tek tipleşme, geri kalan coğrafyalarda çoğulculuk. Bu çarpıcı farkı nasıl açıklayabiliriz? Batı/Latin Avrupa’da ne oldu da Müslüman ve Yahudi azınlıklar bu coğrafyada acı bir yokoluşa maruz kaldılar.

    Şener Aktürk’ün International Security’de yayınladığı makalesinin sorusu bu. Aktürk’ün cevabı kabaca şöyle: Müslüman ve Yahudi azınlıklar için Batı/Latin Avrupa’da “sonun başlangıcı” 1059’da Katolik Kilisesi’nin papa seçiminin seküler iktidarların müdahalelerinden kurtarılması ve tamamen Kardinaller Koleji’nin tekeline verilmesi. Bu adım aslında takiben olacak olanların habercisi niteliğinde: Kilisenin seküler iktidarlar karşısında özerkliğini ilan etmesi, kendi üstünlüğünü ilan etmesi, bu üstünlüğü teyid ve hayata geçirme adına seküler iktidarlara karşı kullanabileceği dini enstrümanları çeşitlendirmesi: dinden çıkarma (excommunication), dini ayinleri yasaklama (interdict), ticaret yasağı (papal embargo), kutsal savaş çagrısı (crusade), günahların affı (plenary indulgence), inanç sorgulaması/yargılaması (inquisition) gibi. Kilisenin kendi iç birliğini ve hiyerarşisini tesis etmesi, Dominikenlar ve Fransiskenlar gibi misyoner tarikatlar ile Templars ve Hospitallers gibi askeri tarikatları harekete geçirebiliyor hale gelmesi Kilise’nin gücünü daha da artıracaktı. Ancak yine de Kilise’nin gücü 1059 sonrası dönemde dalgalı bir seyir izledi, sadece bazı dönemler zirveye ulaştı, ancak erken on altıncı yüzyıla kadar hiçbir zaman önceki düzeyine geri düşmedi.

    Papalığın güçlenmesi, kilisenin Yahudiler ve Müslümanlara yönelik söyleminin sertleşmesi, hatta onları insandışılaştırmasıyla paralel ilerledi. Kilise bu iki azınlığı sapkın ve tehlikeli gruplar olarak kodladı. Mesela, 1215 tarihinde toplanan IV. Lateran Konsili, Yahudi ve Müslümanların Hristiyanlardan sadece kendi mahallelerinde yaşamalarını ve giysilerinde dinlerini gösteren bir işaret taşımaları yönünde karar aldı. Takip eden dönemde Kilise’nin Yahudi ve Müslümanlara karşı duruşu daha da sertleşti, dinlerini değiştirmelerini, aksi halde güç kullanılarak sürgün, hatta katledilmelerini talep etti. Ancak Kilise’nin bunu Batı/Latin Avrupa çapında örgütleyebilecek ve hayata geçirebilecek askeri ve polis gücü yoktu. Bu yüzden seküler iktidarları, geliştirdiği dini enstrümanlarla tehdit ederek harekete geçirdi. Netice ise Batı/Latin Avrupa boyunca Yahudi ve Müslüman azınlığın tamamen tasfiyesi oldu.

    Kilise’yi bu yola iten sebep aslında özünde Yahudilik ve Müslümanlık karşıtı olması değildi. Stratejikti. Nitekim kendine ait topraklarda aynı politikaları Yahudilere karşı hayata geçirmedi. Kilise’yi bu yola iten sebep seküler iktidarlarla giriştiği güç mücadelesiydi. Yahudiler ve Müslümanlar hukuki olarak serf statüsündeydiler ve bu halleriyle rakiplerinin ekonomik ve insan gücünü oluşturuyorlardı. Kilise, Müslüman ve Yahudileri hedef alarak aslında rakiplerinin güçlerini zayıflatmayı umuyordu. Yahudiler ve Müslümanlar Kilise ile seküler iktidarlar arasındaki şiddetli iktidar mücadelesinin kurbanları oldu.

    Pekala seküler iktidarlar nihayetinde kendilerini zayıflatacak bu adımı neden attılar? Kilise’nin talepleri karşısında seküler iktidarların önünde dört seçenek vardı. Birincisi, papalığın taleplerini hayata geçirmek. İkincisi Kilise’ye direnmek. Üçüncüsü , yalnızca uyum göstermekle yetinmeyip, rakip seküler iktidarlardan “daha katolik” görünmek için Yahudiler ve Müslümanlara karşı sertliği bir rekabet alanına çevirmek. Dördüncüsü ise Kilise’nin taleplerini fiilen görmemezlikten gelmek.

    Avrupa’nın çok yapılı ve parçalı jeopolitik ortamında seküler iktidarların büyük kısmı Kilise’nin taleplerine direnemedi. Direnenler ise Kilise’nin harekete geçirebildiği başka seküler iktidarlar tarafından tasfiye edildi. Batı/Latin Avrupa dışı bölgelerde benzer bir dinamik hiçbir zaman harekete geçmedi. İlk olarak sadece Batı/Latin Avrupa’da çok sayıda seküler iktidarın birbiri ile rekabet ettiği bir jeopolitik ortam vardı. Geri kalan coğrafyalarda büyük coğrafyalara yayılan imparatorluklar kurulabilirdi: Haliyle, Batı/Latin Avrupalı seküler iktidarların kendilerini buldukları jeopolitik rekabet ortamını yaşamadılar. Bu ortamda din adamları sınıfları da Kilise benzeri bir güç peşinde olamadılar, imparatorluk yapıları ile uyumlu hareket ettiler. Sonuçta Batı/Latin Avrupa-dışı coğrafyalarda dinî çoğulculuk daha kalıcı oldu.

    Sanırım bu kadar. İlk önce Şener Aktürk’ün hakkını teslim. Makale cevap aradığı soruyu son derece net olarak ortaya koymuş: “Neden burada bu oldu da, şurada olmadı?” Literatür tartışması ideal uzunlukta, ne gereksiz teferruatla boğulmuş, ne de yüzeysel kalmış. Mevcut literatürdeki eksiklik net bir şekilde tespit edilmiş ve çalışmasının katkısı aynı netlikte tartışılmış. Makale sorduğu soruya verdiği cevabı gayet makul nedensel bir mekanizma olarak kurgulamış: Dönemin aktörlerini somut olarak tespit etmiş, onları içinde bulundukları durumda tanıtmış ve aldıkları kararları ve attıkları adımları tarih boyunca sabit bir öze indirgemeden, durumun gereği olarak resmetmiş. Makale ayrıca aynı mekanizmanın Batı/Latin Avrupa dışı coğrafyalarda yokluğunu yeterince ikna edici bir argümanla açıklamış. Kısaca makale, karşılaştırmalı siyaset alanında “üst düzey bir makale nasıl yazılır?” sorusunun adeta uygulamalı cevabı olmuş.

    Şimdi eleştirilerim. Makalenin coğrafi ve zamansal kapsamı fazlasıyla geniş: sadece Batı/Latin Avrupa değil, Osmanlı, Babür ve Rusya İmparatorlukları ve 1059’dan 1529’a tam 470 yıla dair bir iddia da bulunuyor. Bu mekansal ve zamansal geniş kapsam, kendi başına kusur değildir; ama böyle bir kapsam hangi vakaların seçildiği, hangi vakaların dışarıda bırakıldığını açıklamayı metodolojik bir zorunluluk haline gelir. Keyfilik kabul etmez. Metodolojik açıdan sorun oluşturacak şekilde ‘selection bias’e veya ‘seçim yanlılığı’na düşülmemelidir.

    Makalede bu yanlılığa düşüldüğü görülüyor. En basitinden, Osmanlı İmparatorluğu’nun dini çoğulculuğundan bahsedilirken, hemen yanı başındaki Safavi İmparatorluğu’na bakılmıyor, daha da uzaktaki Babür İmparatorluğu’na atlanıyor. Üstelik Safavi İmparatorluğu’na bakılsa, aynı olmasa da, Batı/Latin Avrupa’daki dinamiğe benzer bir tarihi örneği bulacaktı. Zira İran’da merkezi iktidarı Sünni ve Şii heterodoks akımlarına karşı sürgün ve katliama teşvik eden, nispeten hiyerarşik bir ulemanın yapılanmasının olduğunu görecekti. Ancak makale açısından önemli sorun Latin/Batı Avrupa’da işleyen nedensel mekanizmanın önemli bir bileşeninin İran’da olmaması olurdu. Kilise’ye önemli hareket alanı açan parçalı, çok aktörlü siyasi yapının olmaması. Bu durumda Safavi örneği etno-dini homojenleştirmenin olması için ‘çok aktörlü siyasal yapının’ o kadar da önemli olmadığını düşündürüyor.

    Makalenin göz ardı ettiği çok daha önemli başka tarihi örnekler de var: bir bütün olarak Kutsal Roma İmparatorluğu, özel örnekler olarak, mesela, Avusturya, Çekoslavakya ve elbette Almanya. 1059-1529 döneminde İtalya’nın kuzeyi ile birlikte Kutsal Roma İmparatorluğu’nun altında olan ülkeler. Bu ülkelerde yaşayan Müslüman ve Yahudi topluluklarına ne oldu? Onların kaderi farklı ise, makalenin kurguladığı nedensel mekanizma imparatorluğun bünyesi altında neden işlemedi? Malumu üzere bu imparatorluk Osmanlı, Babür ve Rusya imparatorlukları gibi değildi; çok parçalı, çok aktörlü, hakimiyetin merkezi iktidar ve yerel prensler arasında bölündüğü bir yapıdaydı. Üstelik dini olarak doğrudan Kilise’nin otoritesi altındaydı. Yani makalenin etno-dini homojenleşmeye yol açtığını iddia ettiği üç koşulun tamamı burada da mevcuttu. O halde neden makale bu çok kritik örneği göz ardı etti?

    Halbuki Kutsal Roma İmparatorluğu’nda da Yahudilere yönelik şiddet politikaları dönem dönem uygulanmış, hatta toplu katliamlar yapılmıştı. Ancak bu katliamlar Yahudilerin tam tasfiyesi ile sonuçlanmamıştı? Bu yüzden mi makale Kutsal Roma İmparatorluğu’nu örnek olarak ele almadı? Öyleyse makale sadece etno-dini temizliğini tamamlamış örneklere baktı. Ancak bu başka bir metodolojik sorun. ‘Sampling on the dependent variable’ veya ‘bağımlı değişkene göre örnekleme’ adı verilen sorun. Son derece yüzeysel Osmanlı, Babür ve Rusya tartışmaları aşılmaya çalışılmış bir sorun. Daha önemli bir örnek Kutsal Roma İmparatorluğu ise göz ardı edilmiş. Bu metodolojik sorun basit bir sorun değil. Doğrudan makalenin nedensel mekanizmasının geçerliliğini sorgulatacak ciddiyette bir sorun. Zira makalenin baktığı örneklerde Müslümanların ve Yahudilerin tasfiyesine yol açtığı iddia edilen dinamik neden aynı koşulların bulunduğu bu bölgede işlemedi?

    Makalenin bu metodolojik sorunlarının bir neticesi de indirgemecilik. Makalenin çizdiği resimde Batı/Latin Avrupa’da Müslümanların ve Yahudilerin tasfiyesinin tek bir başat aktörü var: Kilise. Alternatif bir dünyada, mesela kilise olmasaydı, veya Ortodoks kilisesi gibi bir imparatorluk çatısı altında olsaydı, Müslümanlar ve Yahudiler tasfiye edilmeyecekti. Hatırlarsak makale üç faktörden söz ediyordu: papalık önderliğinde ruhban sınıfının güçlenmesi, Yahudi ve Müslümanların insandışılaştırılması ve hegemonik bir gücün olmadığı parçalı, çok aktörlü, jeopolitik ortam. Aslında ilk iki unsur fiilen tek bir unsur; aynı aktörün, Kilise’nin farklı yüzleri. Üçüncü unsur ise itici, açıklayıcı bir neden olmaktan çok, bu aktörün tasfiye siyasalarını uygulamasını kolaylaştıran nedene indirgeniyor. Safavi İran örneği parçalı jeopolitik ortam olmadan da mezhepsel homojenleştirmenin pekala mümkün olduğunun örneği. Kutsal Roma İmparatorluğu örneği ise üç faktörün de var olduğu halde dinsel homojenleşmenin olmayabileceğinin. Daha acı bir şekilde ifade edersem: Safavi ve Kutsal Roma vakaları birlikte düşünüldüğünde, hem bağımsız değişkenlerin (kilise + parçalı yapı) ne gerekli ne de yeterli olduğunu, hem de bu tür vakaların örneklem dışına itilmesinin Kilise-merkezli indirgemeci tabloyu yapay biçimde güçlendirme ihtimalini önümüze koyuyor.

    Makale, Kilise üzerine bu kadar yoğunlaşmasaydı ve dönemin daha geniş bir resmini çizseydi, Müslümanların ve Yahudilerin tasfiyesinde farklı aktörleri ve farklı faktörlerin daha etkin rol oynamış olabileceği ihtimalini göz ardı etmeyecekti. Makalenin göz attığı dönem Avrupa’nın inanılmaz bir dönüşümden geçtiği bir dönemdi. Sadece Kilise’nin güçlendiği bir dönem değil; aynı zamanda feodal yapının hızla çözüldüğü, aristokrasi içi ilişkilerin yeniden tanımlandığı ve bu çözülmenin açtığı alanlarda şehirli tüccar sınıfının filizlendiği bir dönemdi. Müslüman ve özellikle Yahudi azınlıklar bu daha kapsamlı dönüşümün neresinde duruyorlardı? Bu gruplar gerçekten yalnızca seküler iktidarların ‘sadık kulları’ ve Kilise’nin kolay hedefleri miydi, yoksa özellikle Yahudiler (ve bazı yerel bağlamlarda Müslüman topluluklar) devlet maliyesi, kredi ilişkileri, vergi kapasitesi ve yerel–bölgesel ticaret ağları içinde daha karmaşık konumlar mı işgal ediyorlardı? Eğer ikinci ihtimal ciddiye alınırsa, tasfiye süreçlerini sadece Kilise’nin iradesine bağlayan anlatının, dönemin daha geniş siyasal ve iktisadi yeniden yapılanmasını ne ölçüde ıskaladığını da yeniden düşünmek gerekmez mi?

    Halbuki Immanuel Wallerstein, 1974’te yayımladığı The Modern World-System’in ilk cildinde daha farklı bir okuma yapıyordu. Wallerstein’e göre İngiltere ve Fransa’da Yahudilerin sürülmesi güçlenen monarşilerin yerel ticaret burjuvazisiyle aristokrasiye karşı kurdukları ittifakın bir sonucuydu. Ticaret burjuvazisi rakipleri konumdaki Yahudilerden kurtulurken, monarşiler aristokrasiye karşı yeni paralı sınıfın desteğini devşiriyordu. Bu, Kilise’nin Müslümanlar ve Yahudiler üzerindeki baskı ve kampanyalarını önemsizleştirmek değildir; tam tersine, bu kampanyalar krallar açısından idareleri altındaki Yahudileri korumaya yeltenecek ‘itaatsiz’ feodal unsurları dizginlemek için kullanılabilecekleri güçlü bir bahane oluyordu. Burada Wallerstein’i nihai bir alternatif tez sunmak için değil, aynı tarihsel malzemenin Kilise-merkezli anlatıdan farklı olarak çok-aktörlü ve çok-etkenli biçimde de okunabileceğini göstermek için anıyorum.

    Burada Truva filminden bir sahneyi hatırlamadan edemiyorum. Malum, filmde Troya kralının çapkın oğlu Paris, Sparta kralı Menelaos’un karısı Helen’le kaçarak Troya’ya sığınır. Menelaos durumu, ağabeyi, Mykenai kralı Agamemnon’a izah eder ve yardımını ister. Agamemnon da bütün müttefikleriyle Troya’yı kuşatır. Bunun üzerine Paris babasına, “Biz Troya’yı terk edersek, şehir kurtulur,” der ve babasından şehri terk etmek için izin ister. Bu konuşmaya şahit olan ağabeyi Hektor sonraki bir sahnede Paris’in sözlerini karısı Andromak’a anlatır. Filmdeki en keskin siyasî analiz Andromak’tan gelir: “Hiçbir kral sadece bir kadın için bu kadar askeri bir araya yığmaz.”

    Ve Truva filmi ile birlikte Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un Why Nations Fail? ve The Narrow Corridor isimli kitaplarına farklı isimler tarafından dile getirilen temel eleştiriyi hatırlıyorum. Acemoğlu ve Robinson’un tarih okumalarının kafalarında öncesinde kurdukları model veya açıklama veya nedensel mekanizmayı destekleyecek veriler toplamak için olduğu eleştirisini. Aktürk’e de benzer bir eleştiri getirmek mümkün. Tarih okumalarına zaten kafada kurgulanmış bir nedensel mekanizma ile girişilmemeli. Girişilse bile o nedensel mekanizmayı değiştirmeye gönüllü olunmalı. En ideal halde nedensel mekanizma ile tarih okuması diyalektik bir süreçte evrilmeli. Öncesinde kurgulanmış nedensel bir mekanizma tarihi okumayı yönlendirmemeli, nedensel mekanizmaya ters tarihi verilere de dikkat etmeli, ve saire, ve saire.

    Şener Aktürk’ün makalesine bu kadar eğilmemin sebebi, her şeyden önce kendisini fazlasıyla ciddiye almam. Hoca bence, benim de dahil olduğum neslin, belki de en üretken ve yayınlar açısından en başarılı siyaset bilimcisi. Bunu Türkiye’de iken başarmış olması da ayrıca değerli. Makale üzerine eğilmemin diğer bir sebebi ise konuya duyduğum ilgiden ve modern dönemi modern öncesi dönemi anlamadan kavramanın zor olduğuna inanmamdan. Belki daha da önemlisi makaleye dikkatimi esas çeken şey, makalenin ve hocanın aynı konu üzerine kaleme aldığı “Modern Dünyanın Kökenleri: Batı Avrupa’da Müslümanların ve Yahudilerin Yok Edilmesi” başlıklı kitabının Türkiye’de dindar ve muhafazakar çevrelerde bu kadar taşkın bir hüsnükabulle karşılanmış olması. Bunun Türkiye’de dindar ve muhafazakar kesimlerinin dünyaya nasıl baktıklarına dair ipucu vermesi. Özellikle sosyal bilimlerden beklentilerinin ne olduğuna aynalık etmesi.

    Dünya Siyaset Tarih
    Paylaş Twitter Facebook LinkedIn Email WhatsApp
    Önceki İçerikTrump’ın Otoriterlik İcatları
    Sonraki İçerik Asgari Ücret, Azami Tartışma

    Diğer İçerikler

    daktilo2

    Türkiye’ye Getirilen Ukraynalı Yetimlerle İlgili Ciddi İddialar Gündemde: Burcu Karakaş Dosyayı Anlatıyor

    14 Aralık 2025 Gökhan Korkmaz
    daktilo2

    Çözüm Süreci

    14 Aralık 2025 Murat Özçelik
    daktilo2

    Devler Birleşirken: Netflix-Warner Bros Birleşmesi Başarı mı Olacak, Yoksa Bir Kültür Sınavına mı Dönüşecek?

    14 Aralık 2025 Elif Avcı

    Yorumlar kapalı.

    Güncel İçerikler

    Ukrayna’da Barış Neden Hâlâ Uzak Bir İhtimal

    7 Aralık 2025 Çeviriler daktilo2 PROJECT SYNDICATE Daktilo1984

    Rejim Krizinin Ortasında Yaratılan Bir Heyûlânın Anatomisi: “Ulusalcı”yı Yeniden Düşünmek

    7 Aralık 2025 daktilo2 Yazılar Yalçın Murgul

    İslamcılığın Komplo Teorisi – II: Anti-Semitizmin Modern Öncesi Hali

    7 Aralık 2025 daktilo2 Yazılar Birol Başkan

    Kültürel Hegemonya Kimde, Daha Doğrusu Kültürel Hegemonya Var mı?

    7 Aralık 2025 daktilo2 Yazılar Alper Yağcı

    E-Bültene Abone Olun

    Güncel içeriklerden ilk siz haberdar olun




    Archives

    • Aralık 2025
    • Kasım 2025
    • Ekim 2025
    • Eylül 2025
    • Ağustos 2025
    • Temmuz 2025
    • Haziran 2025
    • Mayıs 2025
    • Nisan 2025
    • Mart 2025
    • Şubat 2025
    • Ocak 2025
    • Aralık 2024
    • Kasım 2024
    • Ekim 2024
    • Eylül 2024
    • Ağustos 2024
    • Temmuz 2024
    • Haziran 2024
    • Mayıs 2024
    • Nisan 2024
    • Mart 2024
    • Şubat 2024
    • Ocak 2024
    • Aralık 2023
    • Kasım 2023
    • Ekim 2023
    • Eylül 2023
    • Ağustos 2023
    • Temmuz 2023
    • Haziran 2023
    • Mayıs 2023
    • Nisan 2023
    • Mart 2023
    • Şubat 2023
    • Ocak 2023
    • Aralık 2022
    • Kasım 2022
    • Ekim 2022
    • Eylül 2022
    • Ağustos 2022
    • Temmuz 2022
    • Haziran 2022
    • Mayıs 2022
    • Nisan 2022
    • Mart 2022
    • Şubat 2022
    • Ocak 2022
    • Aralık 2021
    • Kasım 2021
    • Ekim 2021
    • Eylül 2021
    • Ağustos 2021
    • Temmuz 2021
    • Haziran 2021
    • Mayıs 2021
    • Nisan 2021
    • Mart 2021
    • Şubat 2021
    • Ocak 2021
    • Aralık 2020
    • Kasım 2020
    • Ekim 2020
    • Eylül 2020
    • Ağustos 2020
    • Temmuz 2020
    • Haziran 2020
    • Mayıs 2020
    • Nisan 2020
    • Mart 2020
    • Şubat 2020
    • Ocak 2020
    • Aralık 2019
    • Kasım 2019
    • Ekim 2019
    • Eylül 2019
    • Ağustos 2019
    • Temmuz 2019
    • Haziran 2019
    • Mayıs 2019
    • Nisan 2019
    • Mart 2019

    Categories

    • Asterisk2050
    • Bültenler
    • Çeviriler
    • D84 INTELLIGENCE
    • daktilo2
    • EN
    • Forum
    • Özetler
    • Podcast
    • PROJECT SYNDICATE
    • Röportajlar
    • Uncategorized
    • Videolar
    • Yazılar
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    İçerik
    • Yazılar
    • Podcast
    • Forum
    • Röportajlar
    • Çeviriler
    • Özetler
    • Bültenler
    • D84 INTELLIGENCE
    Konular
    • Siyaset
    • Ekonomi
    • Dünya
    • Tarih
    • Kültür Sanat
    • Spor
    • Rapor
    • Gezi
    Sosyal Medya
    • Twitter
    • Facebook
    • Instagram
    • Youtube
    • LinkedIn
    • Apple Podcast
    • Spotify Podcast
    • Whatsapp Kanalı
    Kurumsal
    • Anasayfa
    • Hakkımızda
    • İletişim
    • Yazarlar
    • İçerik Sağlayıcılar
    • Yayın İlkeleri ve Yazım Kuralları
    © 2025 DAKTİLO1984
    • KVKK Politikası
    • Çerez Politikası
    • Aydınlatma Metni
    • Açık Rıza Beyanı

    Arama kelimesini girin ve Enter'a tıklayın. İptal etmek için Esc'ye tıklayın.

    Çerezler

    Sitemizde mevzuata uygun şekilde çerez kullanılmaktadır.

    Fonksiyonel Her zaman aktif
    Sitenin çalışması için ihtiyaç duyulan çerezlerdir
    Preferences
    The technical storage or access is necessary for the legitimate purpose of storing preferences that are not requested by the subscriber or user.
    İstatistik
    Daha iyi bir kullanıcı deneyimi sağlamak için kullanılan çerezlerdir The technical storage or access that is used exclusively for anonymous statistical purposes. Without a subpoena, voluntary compliance on the part of your Internet Service Provider, or additional records from a third party, information stored or retrieved for this purpose alone cannot usually be used to identify you.
    Pazarlama
    Size daha uygun içeriklerin iletilmesi için kullanılan çerezlerdir
    • Seçenekleri yönet
    • Hizmetleri yönetin
    • {vendor_count} satıcılarını yönetin
    • Bu amaçlar hakkında daha fazla bilgi edinin
    Seçenekler
    • {title}
    • {title}
    • {title}