Ülkemiz 6 Şubat 2023 günü tarihinde örneği az görülmüş bir afet ile sarsıldı. Bu depremden 11 il ve çevresi sarsıcı bir şekilde etkilendi. Ancak, depremi afet haline getiren yine insan unsuru oldu. Elbette ki tek bir insan değil, ama kurumlar ve bireyler kümülatif olarak hem deprem öncesi hem de deprem sonrası yaptıkları ve yapmadıkları ile depremi tarifi imkânsız bir afete dönüştürdüler. İşte tam da bu noktada bu yazının konusu olan sivil toplum örgütleri deprem sonrasında oynadıkları rollerle ön plana çıktılar.
Sivil toplum deprem sonrasında hızla rol aldı almasına ama artan aktiflikleri kendilerini hedef haline de getirdi. Aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin en eski sivil toplum yapılanmalarından sayılabilecek olan ve doğal afet ve ihtiyaç halinde halka destek olmak görevini üstlenmiş olan Kızılay’ın yetersizliğinin ortaya çıkmasıyla alternatif sivil toplum ön plana çıktı. Bu aktif rolleri sonrası da tabii ki farklı soruların ve ithamların muhatabı haline geldiler.
Örnekler üzerinden devam etmekte fayda olduğunu düşünüyorum. En çok hedef haline gelen ve suçlanan sivil toplum oluşumu ile başlayalım: Ahbap Platformu. Ahbap Platformu eski bir şarkıcı olan Haluk Levent tarafından kurulan bir gönüllülük platformu. Bugüne kadar pek çok olayda adını duyduğumuz, bireysel ihtiyaçlar halinde ilgili bölgeye gönüllülerinin aktarıldığı ve maddi desteklerde bulunan bir kuruluş. Haluk Levent son yıllarda tamamı Ahbap yararına konserler de veren bir sanatçı.
Deprem konusuna dönersek, deprem olduğu andan itibaren Ahbap ekipleri afet bölgesine intikal etmeye, yardım taleplerini toplamaya ve de bölgede yapılacakları planlamaya başladılar. Vatandaşın AFAD ve Kızılay başta olmak üzere kamu ile bağlantılı, iktidar ile yakın olduğu düşünülen kurumlara bağış yapmak istememesi sebebiyle Ahbap’a yapılan bağış tutarı çok yüksek oldu. Doğal olarak bu durum, diğer kurumlarda ve iktidara yakın çevreler arasında tepki doğurdu.
Sosyal medyada ve yandaş olarak nitelendirebileceğimiz iktidarı açıkça destekleyen gazeteci ve yorumcular arasında bu tepkiler ilk filizlerini verdi. Bu kitlenin sesini duyurmasıyla birlikte Haluk Levent’in yetkinlikleri sorgulandı ve “1 milyar lirayı Haluk Levent yönetemez, bu para AFAD’a aktarılsın” nidaları duyulmaya başlandı. “Ahbap bu paraları ne yapacak, nereye gitti bu paralar” sorgulamaları arttı. Haluk Levent ve ekibi çıkıp kalem kalem hangi paranın nereye gideceğini anlattılar. Ancak bu da tepkili grupları rahatlatmaya yetmedi.
Hatta bu suçlamalar öyle bir boyuta geldi ki bölgeye gittiğini söyleyen bazı gazeteciler, “Ahbap çok yüksek paralar topladı ama sahada yok, görmedik” dediler. Buradaki amaçları, vatandaştan toplanan paraların başka amaçlarla kullanıldığını, vatandaşın bu dernek tarafından dolandırıldığını ima etmekti.
Oysa burada sormamız gereken soru belli. Zaten bu kuruluşlar yardım toplamak için gereken izinleri alıyorlar, o halde devletin izni ile yapılan faaliyetlerinin altında neden bir terslik aramalıyız ki? Ayrıca eğer bu dernek paraları başka amaçlarla kullanıyorsa devletin idari ve yargısal makamlarının bunun için bir aksiyon alması gerekmez miydi? Oysa yargı makamlarından gelen bir suçlama, bir soruşturma ve/veya bir yargılama olduğuna dair hiçbir bilgimiz yok. O halde neden bu dernek ve onun yöneticisi bir suçlu gibi, bir dolandırıcı gibi lanse edilmek istendi?
Güncel gelişmeler üzerinden yapılan spekülasyonlar yeterli gelmemiş olacak ki Haluk Levent’in 90’lı yıllarda yaşanan bir borç-alacak meselesine ilişkin detaylar ortaya serildi. Yani özetle ortada yolsuzluğa, dolandırıcılığa dair herhangi bir kanıt olmaksızın suçlandı. Bunlar olurken aslında Haluk Levent ve ekibi zaten Kızılay ve Afad ile koordineli çalıştıklarını defalarca dile getirdiler. Ancak bu kadar yüksek meblağların devlete ait kurumlara değil sivil toplum örgütlerine gitmesi, devlet aşıklarını ya da iktidar yandaşlarını fazlasıyla üzdü ve rahatsız etti. Aslında tüm bu suçlamaların temelinde yatan da buydu.
Diğer bir sivil toplum oluşumu da Babala TV olarak örneklendirilebilir sanırım. Babala TV tabii ki Ahbap gibi bir sivil toplum derneği, kuruluşu değil. Normal şartlarda kâr amacı güden olarak nitelendirebileceğimiz sosyal medya ve özellikle de Youtube üzerinde içerik üreten bir platform Babala TV. Ancak günümüzde tabii ki sosyal medyanın gücü de göz önüne alınınca, deprem gibi bir afet olduğunda ve toplum gözünde kamu imkanları yetersiz kalınca, deprem sonrası sürece insan gücü ve maddi destek olarak katılan siviller ve bu kişilerin örgütlenmesi ile oluşan sivil toplum da sürece tüm gücüyle dahil oldu. Onlar da kendi sosyal medya güçlerini kullanarak gerek bağış toplamak, gerek gelen ayni yardımların dağıtılmasını sağlamak, gerekse de bölgedeki eksikleri tespit etmek hususlarında çalıştılar.
Ancak Babala TV’yi de yukarıda bahsettiğim gerekçelerle rahatsız edici bulan odaklar bu grubu da hedef haline getirdiler. Burada da şöyle ilginç bir olay yaşandı: Baraj kapaklarının patladığına ilişkin bir söylem ortaya atıldı ve aslında bunu ilk yazan hesap olmamasına rağmen Oğuzhan Uğur bu bilgiyi yaydığı için yargı önüne çıktı. Evet, teyitsiz ve insanları korkuya sürükleyecek bilgileri yaymak yanlış ve hukuken de suç. Fakat burada sanki diğer konularda suçlayacak bir veri elde edemeyince başka bir aksiyon ile itibarsızlaştırma amacı güdüldü gibi gözüküyor. Bu itibarsızlaştırma, aslında genel olarak tam da bu yazının konusu olan sivil toplumun kriminalize edilmesi sürecinin de bir parçası.
Bu itibar saldırıları o kadar ileri bir boyuta geldi ki yardım etmeye çalışan ve bağış toplayan her grup itham altında kalmaya başladı. Hatta hem Ahbap hem de Babala TV’ye yönelik ortak tepki açıklamaları bile gördük. Açıkça “on binlerce gönüllünün emeğini bu ikisine yedirmemek lazım” şeklinde bir tweet ile Haluk Levent ve Oğuzhan Uğur’un fotoğraflarını paylaşan içerikler de gördük.
Kızılay gibi köklü bir kurumun afet anında çadır ve konserveleri satarak hizmet sunduğunu pek çok vatandaş bu süreçte öğrendi. Hukuki yapısı ve hukuki düzenlemeleri sebebiyle Kızılay’ın bu yaptığı yasal mı sorusunu sorarsak cevap evet olacaktır. Ancak bir konunun hukuka uygun olması ile ahlaka uygunluğu aynı şey değildir. Türkiye’de insanlar pek çok Batı ülkesinden kat ve kat fazla vergi ödüyor. Hem de hem gelirlerinden hem de satın aldıkları en temel ihtiyaç malzemesi ürünler üzerinden çok yüksek vergiler ödüyorlar. Fakat ihtiyaç halinde, sanki bütün bu paralar vergi aracılığıyla vatandaşlardan yıllarca alınmamış gibi, birden yeni talepler doğuyor.
Elbette ki bu kadar büyük bir felaket için yeterince kaynak ayrılamamış olması olası. Zira, Türkiye Cumhuriyeti hazinesinin kasasındaki tutarların durumu da ortada. Ancak öyle bir manzara ile karşılaştık ki zaten vergisini ödediğimiz ve bu gibi afetler için stoklanan çadır, konserve gibi temel ihtiyaçların sivil topluma parayla satılması gibi bir olaya şahit olduk. Bu durumun bir devlet tarafından açıklanabilecek bir şey olmadığını düşünüyorum. Bu ve bunun gibi aslında açıklanamayacak pek çok sebeple sivil topluma karşı bir bilenme hali oluştu. Açıklama beklenenler, hesap vermesi gereken kamu kurumları susarken, oluşan tepkiler bu derneklere, gruplara ve bireylere yöneltildi.
Sonuç olarak hükümetin yetersizliklerini ortaya sermesi sebebiyle sivil toplum örgütleri ve bireyler kriminalize edildi. Özellikle sosyal medyada trol olarak tabir edilen ve tek bir ağızdan organize şekilde suçlama aksiyonunda bulunmaları ile ünlü hesaplar tarafından hedef haline getirilen sivil toplum kuruluşları ve gönüllüler oldu. Bu suçlamalarda temel argüman, sivil toplum aktörlerinin çeşitli şekillerde devleti aciz gösterdikleri oldu.
Bu noktada, vatandaşların “devlet yetemediği için bu sivil toplum örgütleri ile çalışılmak zorunda kalındı” düşüncesine kapılacaklarını ve kısa süre içerisinde seçime gidecek bir iktidara böyle bir yükün ağır geleceğini düşündüler. İkinci olarak, vatandaşların ciddi bir kısmının AFAD ya da yardım için kamu tarafından açılan banka hesapları yerine bu kurumlara yardım etmeyi tercih etmesi de “devlete güven yok” algısı yaratabilir korkusu hakim oldu.
Üçüncü olarak ise sahada pek çok vatandaştan duyduğumuz “AFAD yok”, “AFAD’ta koordinasyon yok” düşüncesi hızla yayılıyordu. Belli ki deprem süresince AFAD’ın, yani devletin afet anında varlığını en çok göstermesi gereken kurumunun görünürlüğü çok az hissediliyordu. Tam da bu sırada sivil toplum örgütlerinin çok fazla görünür olması, devlet, daha doğrusu iktidar bakımından tedirgin ediciydi.
Tüm bu gerekçeler ışığında iktidar yandaşları da açıktan sivil toplum örgütlerini kötülemeyi ve hatta onları suçlu gibi göstermeyi doğru buldu. Yaşanan, coğrafyamızın en büyük afetiydi ve kamu kurumlarının buna tek başına yetişmesi mümkün değildi. Ancak bu noktada hem kamu kurumlarının hem sivil toplum örgütlerinin maksimum verim ile çalışmasının sağlanmasını amaçlamak yerine ne yazık ki deprem sonrası süreci bir reklam savaşına döndürenler ile karşılaştık. Bunu yapanlar iktidarın kendisiydi diyemeyiz, ancak iktidara yakınlığı açık olanlar tarafından yapıldığına defalarca şahit olduk.
Kamu, bizden aldığı vergileri hem olağan dönem hem de olağanüstü dönemlerde bizim lehimize kullanmak zorunda. Gerçekleşebilecek afetler, krizler için sadece maddi değil, organizasyonel olarak her türlü hazırlığı ve planı yapmakla da mükellef. Ancak afet günü geldiğinde maalesef karşılaşmış olduğumuz manzara bu olamadı. Sivil toplumun organizasyon kapasitesi ile vergiler ve pek çok özel iştiraki sayesinde çokça kalkınmış olması gereken devlet neredeyse aynı seviyedeydi. Bunu görmek pek çoğumuz için çok acı oldu.
Bir kısmımız buna üzülürken bir kısmımız da bu görüntünün üstünü kapatarak altından kalkmak istedi. Bunu örtmenin yolu da gönüllü olarak bu işi yapmaya çalışan grupların kötü gösterilmesi oldu. Umarız bundan sonra asla bu kadar büyük bir afet ile karşılaşmayız. Ancak karşılaşacağımız büyük küçük her türlü afet için kamu kurum ve kuruluşlarının hazır olmasına ek olarak, her demokratik toplumda fazlasıyla güçlü olan sivil toplumun da organize şekilde sürece dahil edilmesi konusunda bir çalışma yürütülmeli. Zira, kamu kurum ve kuruluşları ne kadar güçlü ve hazırlıklı olursa olsun sivil toplum demokratik katılımın önemli bir parçasıdır.
Ayrıca, sivil toplum örgütlerinin çoğunun uzmanlık alanlarının olması da afet zamanı özellikle kırılgan grupların sorunlarına daha doğru şekilde eğilebilmesini sağlıyor. Bu nedenle, bırakın sivil toplumun suçlu gösterilmesini, bu örgütlerin doğru şekilde sisteme entegre edilmesi, sistemde kendilerine doğru konumlandırma yapılması vatandaşın faydasına olacaktır.
Demokratik hukuk devletlerinde sivil toplum örgütlenmesi yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ancak otoriter devletlerde hükümetler, kendilerine alternatifmiş algısı yaratılmasın diye sivil toplumu dışlar ve yalnızca kendi ideolojilerine yakın sivil toplum örgütlenmelerine izin verir. Türkiye için de bu eşiğin atlanması gerektiği bir zamandayız. Gereken derslerin çıkarılması ve ileriye dönük adımların atılması gerekiyor.
Yazıyı bitirirken bir noktanın altını daha çizmekte fayda görüyorum. Bireysel olarak gerek AFAD, gerekse tamamen sivil kurum ve kuruluşlarda çok ciddi çaba harcayan insanlar oldu. Bu kurumlara ve sistemdeki sorunlara yönelik eleştiriler bu kişilerin emeklerini göz ardı etmemektedir. Sorun, ciddi bir koordinasyonsuzluk ve de gerekli kaynakların ayrılmamış olmasıdır. Günlerce aç, susuz, uykusuz çalışanların emeklerinin karşılığını ödemek ise mümkün değil.