Antik Yunan’dan bu yana sorulan ideal yönetimin, toplumun ve/veya devletin nasıl olması gerektiğine dair süregiden merakın 17. yüzyıl sonlarından itibaren klasik liberalizm ile açıklanmaya çalışıldığını görürüz. Liberalizm, çağının mutlak monarşileri karşısında siyasi fail olan öznelerin özgürlüğüne dikkat çeken bir noktada iken 20. yüzyıl, refah devletinin çökmesiyle birlikte liberalizmin eksiklerine dikkat çeken yeni bir akımı, liberteryenizmi, siyasal düşünceler mirasına eklemiştir. Peki, kökünde bireysel özgürlük olan bu iki ideoloji hangi noktalarda farklılaşmaktadır?
İdeolojilerin içinde bulundukları çağın ruhunu okuyan ve sancılarına kulak veren düşünceler sistemi olduğu göz önünde bulundurulursa liberalizmin 17. yüzyılda başlayan serüveni ve liberteryenizmin 20. yüzyılda ortaya koyduğu argümanların çıkış noktası çağın krizini çözme istencidir. Liberalizmin ve temel karakteristiğinin ne olduğunu tartışıp onu liberteryenizmden ayıran odakların ne olduklarını kavramak, bu düşünce akımlarının neden ve ne zaman ortaya çıktığına bakmayı gerektirir. Bu çalışma klasik liberalizm ve liberteryenizmin karşılaştırmalı analizini yaparken, hem tarihsel süreç içerisinde iki akımın ortaya çıkışında belirleyici olan sosyo-politik ve ekonomik motivasyonlarını hem de bu iki akımın devlet, toplum ve birey kavramları üzerine olan temel argümanları üzerinden ayrışmalarını incelemektedir.
Liberalizm
Güncel siyasetin temel kavramlarından biri olan liberalizmin, sosyo-politik veya ekonomik bir sistemi betimlemek için kullanıldığını görürüz. Latince liberalis kökünden gelen ve temelde “özgürlüğe dair şey” anlamına gelen liberalizmin tarihsel izini Avrupa’da ateşlenen aydınlanmacı düşüncede bulabiliriz (Bell, 2014: 643). Bununla birlikte ilk kez bir siyasal ideoloji olarak anılması, İspanyol Liberales grubunun mutlak monarşiye karşı mücadele ederek anayasa temelli bir rejim kurmasının ardından gerçekleşmiştir (Gaus, 2004: 100-101; Birler, 2012: 299). Siyasal düşünceler tarihine dahil olması ise bundan yaklaşık üç yüzyıl öncesine kadar götürülebilir.
Liberalizmin çıkış noktasını, ekonomik, askeri ve hukuki gücü tek başına ve keyfi olarak elinde bulunduran mutlakiyetçi monarşilere karşı yükselen itirazlarda görmekteyiz. Fransa Kralı 14. Louis’nin “devlet benim” ifadesi bu dönemki mutlak monarşilerin iktisadi, hukuki ve askeri dünyevi gücüne ilaveten, ruhani alanı da tekellerinde bulundurduğunun en yalın örneği olarak karşımıza çıkmaktadır (Birler, 2012: 300). Monarşilerin keyfi ve sınırsız sömürü düzeninin sorgulanması elbette kaçınılmaz olmuştur. Aristoteles’in “politik bir hayvan” olarak tanımladığı insan, Lockeçu anlatıda doğuştan sahip olduğu yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahip olmakla birlikte, bir arada yaşayabilmek için karşılıklı sorumlulukları paylaşmalıdır (Locke, 2003: 101; Aytaç, 2013: 113). Doğa durumundaki özgürlük her an bozulmaya hazırdır, bu sebeple barışın ve özgürlüğün sürekli olarak tesis edilmesi için ortak aklın ve hakların bekçisi olacak bir siyasi otorite/devlet gereklidir (Locke, 2003: 101-106).
İngiliz İç Savaşı’na tanıklık eden Thomas Hobbes, toplumu savaşa götüren konjonktürü tahlil ederken birleştirici otoritenin (Leviathan) eksikliğini doğa/savaş durumuna benzetecek; savaş sonrası dönemi tecrübe eden John Locke ise bireylerin doğa durumunda barış içinde ve özgür olduklarını ve ancak ortak aklın mümessili olan bir yargıcın eksikliğinin kaosu ve savaş durumunu getireceğine odaklanacak ve her ikisi de modern laik devletin ilk tariflerini farklı çıkış noktalarından başlayarak yapacaklardır (Skinner, 1964: 321; Raynaud ve Rials, 2017: 535).
Takip eden dönemde Jeremy Bentham, Adam Smith, John Stuart Mill gibi farklı düşünürler mutluluklarını ve çıkarlarını maksimize eden rasyonel bireylerin yaşama haklarını, özgürlüklerini ve mülkiyetlerini korumakla mükellef olan devletin asli görev ve sorumluluklarının sınırlarını çizeceklerdi (Gaus, 2004: 102-104; Waldron: 2004: 90). Faydacılık, bireycilik, özgürlük ve sınırlı siyasi erk vurgusunu ön plana çıkaran yaklaşımlar, bugün klasik liberalizm olarak adlandırdığımız siyasal ideolojinin doğumunun temelde arka planını oluşturan sosyo-politik ve ekonomik faktörlerdir (Conway, 1995: 8-9).
Liberalizmin mülkiyet hakları üzerine olan vurgusu Adam Smith’in (2011) Ulusların Zenginliği çalışmasında ayrıca vurgulanırken, Smith’in homo economicus/ekonomik insan olarak tanımladığı bireyler, akıl yoluyla kendi çıkarını düşünen özgür öznelerdir. Bireyler, kendi çıkarlarını maksimize etmek için yürüttükleri girişimleri sırasında herhangi bir devlet müdahalesi ile karşılaşmamalıdır (Raynaud ve Rials, 2017: 541; Bell, 2014: 686-687). Smith bu durumu kendi çıkarını elde etmeye çalışan bireyin, toplumla uyum içinde bireysel faydanın kolektif fayda sağlayacağı argümanı üzerinden açıklar. Dolayısı ile devletin piyasalara müdahale etmesine gerek kalmaksızın “görünmez bir el” dengeyi sağlayacaktır (Barry, 1986: 20-22).
Modern liberal ekonominin kurucusu olarak sayabileceğimiz Smith, bireyin doğal hakkı olan mülkiyet ve özgürlüğü çıkarların maksimizasyonu üzerinden okurken Bentham, kişiyi mutlu eden, ona haz veren şeyin, onun yararına olduğu hipotezinden yola çıkarak bireyin mutluluğu ile toplumun genelinin mutluluğu arasında bir korelasyon kurar (Vergara, 2006: 12; Conway, 1995: 8). Dolayısıyla ideal siyasal sistem ve/veya devletin, bireyin ve dolayısıyla toplumun mutluluğunun önünde engel olmayan minimal devlet olduğu noktasında Mill ile birleşir (Conway, 1995: 52-53).
Bireyin özgürlüğü, bedeni ve mülkiyeti üzerindeki sınırsız haklarını korumakla görevli olarak çizilen minimal devlet anlayışı, 20. yüzyılın başına geldiğimizde kurumsal ve ekonomik olarak geniş yetkilere sahip güçlü bir devlete dönüşmüştür. Bununla birlikte, I. Dünya Savaşı’ndan çok kısa bir süre önce yayınladığı The Great Illusion: A Study of Relations of Military Power in Nations to Their Economic and Social Advantage isimli çalışmasıyla Norman Angell (1912) ülkelerin ekonomilerinin birbirine bağımlı olduğunu, dolayısıyla savaşın irrasyonel bir opsiyon olduğunu ve hatta artık savaşların sonunun geldiğini yazar. Yalnızca iki sene sonra patlak veren ilk dünya savaşı, tasavvur edilen minimal devletin mümkün olmadığını, aksine milyonlarca insanın hayatına mal olan kitlesel bir silaha dönüşebileceğini göstermiştir. Nitekim savaş sonrası liberal dünyanın yeninden inşası için kurulan Milletler Cemiyeti, 17. yüzyılda mutlakiyetçi monarşilere karşı verilen mücadelenin bir sonucudur. Savaş sonrası dünyadaki bir diğer önemli değişim, 1929 Büyük Buhranı’nın, Smith’in piyasaların kendi dengesini bulma kapasitesine dair görüşünün –Laissez faire– çöküşünü getirmesi olmuştur (Conway, 1995: 26; Ryan, 2017: 371).
John Maynard Keynes, uygulanagelen serbest piyasa ekonomi politiğinin eşitsizlikleri artırarak, her daim kendi dengesini bulacağına dair görüşün geçerli olamayacağını; bu sebeple devletin toplumun refahı için gerekli adımları atarak belli durumlarda piyasaya müdahale etmesi gerektiğini savunmuştur (Yaman, 2017: 3-4). Buna göre bilhassa ekonomik resesyon dönemlerinde devlet, kamu yatırımları ile düşen talebi artırmalı ve iktisadi hayatı canlandırmalıdır. Bu anlamda Keynesyen ekonomi modelinin İkinci Dünya Savaşı’nın ardından pek çok bölgede etkili olduğu söylenebilir (Bell, 201: 698).
Liberalizmin tarihsel serüveni 20. yüzyılın ikinci yarısı ile birlikte yeni bir katman kazanacak ve John Rawls bugün sosyal liberalizm olarak adlandırdığımız ideolojik yaklaşımında özgürlük ve eşitlik ilkelerine hakkaniyet ilkesini ekleyecektir (Aytaç, 2013: 115). Rawls (1999) Bir Adalet Kuramı adlı çalışmasında bireylerin sosyo-kültürel ve ekonomik statülerinin eşit ve tarafsız bir adaletin tecelli etmesine mâni olduğunu;“hakkaniyet olarak adalet” yaklaşımı ile “cehalet peçesinin” ardından statü farkı gözetilmeksizin herkese eşit yaklaşımın mümkün olacağını iddia eder (Waldron: 2004: 93-94; Taner, 2013: 232-233). Rawls, sosyo-ekonomik eşitsizliğin giderilmesinde bu durumdaki en dezavantajlıyı baz alarak devletin gerekli iyileştirmeleri yaparak sorunların aşılabileceğini söyler. Bu anlamda, bireyin maksimum faydası için eylerken minimum devlet müdahalesi savunusu yapan ilk dönem liberal görüşten ayrılır.
Sosyal devletin gerekliliklerini tasvir eden Rawls’un teorisi 1970’lerden itibaren bir kez daha kabuk değiştirecek ve refah devletinin sürdürülebilirliği ve kamuya olan yükü yeni tartışmaları beraberinde getirecektir. Zira 1970’li yıllardan itibaren hem yüksek işsizlik ve enflasyonun, hem de 1973 yılındaki petrol krizinin etkisiyle Keynesyen ekonominin eleştirildiği bir döneme girilmiştir. Buna ilaveten ABD’yi adeta bir bataklığa çeken Vietnam Savaşı, anti-militaristler, pasifistler ve/veya devleti büyük zarara uğrattığını düşünen sağcılar tarafından oldukça eleştirilmiş, bir anlamda neo-liberal cenah ile sosyalist, anarko-liberal ve anarşist sol grupları aynı paydada birleştirebilmiştir.
1970’lerin sonu itibariyle uluslararası politik ve ekonomik konjonktür; ABD’de Ronald Reagan, Birleşik Krallık’ta Margaret Thatcher, Türkiye’de Turgut Özal gibi devletin ekonomideki sorumluluklarını kısarak, özel sektörün devreye girmesini teşvik eden sağ ve muhafazakar siyasi partilerin yükselişine tanıklık etmiştir. Böylece bugün neo-liberalizm, neo-muhafazakarlık, muhafazakar liberalizm, anarko liberalizm ve/veya liberteryenizm olarak adlandırdığımız yaklaşımlar bu dönemde gündeme gelmiştir (Taner, 2013: 234-235; Freeman, 2011: 18). Bu anlamda Birinci Dünya Savaşı’ndan 1970’lere kadar halı altına süpürülen klasik liberalizm ve Smith’in “görünmez el”inin yeni bir veçhe ile karşımıza çıktığı söylenebilir. Yeni ekoller arasından liberteryenizmin eleştiri okları, hem klasik liberalizme hem de Keynesyen dönemin uygulanagelen devletçi ekonomisine doğrultulmuştu. Peki neyi savunur liberteryenler? Onları klasik liberalizmden ve zaman içerisinde değişen suretlerinden ayıran nedir? Bu bağlamda ilerleyen bölümde bu sorulara yanıt aranacaktır.
Liberteryenizm
İki dünya savaşı, bir büyük ekonomik kriz ve yüzyılın ikinci yarsında başlayan iki kutuplu dünyanın şahsına münhasır özellikleriyle 20. Yüzyıl, tam anlamıyla aşırılıklar çağıdır. Yukarıda da bahsedildiği gibi temelleri 17. yüzyılda atılan ve zaman içerisinde evrim geçiren liberalizm, 20. yüzyılın ortalarından itibaren yeni bir tenkit ekolü ile karşı karşıya kalmıştı. Avusturya, Virginia ve Chicago iktisat okulları dahilindeki pek çok düşünür ve araştırmacı, devlet dahlinin olmadığı serbest piyasa ekonomisine ilaveten rasyonel bir aktör olarak bireyin kendi politik-ekonomik hayatını tasavvur edebilme yetisi ve hakkının önemli olduğundan yola çıkarlar (Barry, 1986: 44; Mack ve Gaus, 2004: 115-116).
Bu yeni dünyada kendilerine zaman zaman “sol liberaller”, “anarko kapitalistler” ve/veya “sağcı hippiler” denilen liberteryenler, farklılaşan yaklaşımları kendi içinde barındırmakla birlikte temel itibariyle özgürlüğü ana dayanak normu ve emeli olarak alan siyasal felsefedir. Özellikle sosyal adaleti ve eşitliği tesis etmeyi devletin asli görevi olarak konumlandıran İkinci Dünya Savaşı sonrası sosyal adaletçi ve eşitlikçi evrimin, liberalizmin asli ilkelerini çürüttüğü iddiasından yola çıkan liberteryenizm, hukukun ve serbest piyasanın üstün olduğu bir politik ekonomik sistemde devletin müdahalesini reddederken bireyin kendi dileği ve refahı için dilediği eylemde bulunma hakkına sahip olması gerektiğini savunur. Bireyin mülkiyet hakkının ve özgürlüğünün herhangi bir dışsal müdahaleye maruz kalmadığı bir toplum savunusu liberteryen düşüncede hakimdir.
Liberteryen düşünürler arasında devletin oldukça sınırlı bir yer işgal ettiği minimalist tasavvura ilaveten anarşizmin esintilerine rastlayabileceğimiz devletsiz bir toplum tarifine sahip anarko kapitalist liberteryenleri de görmek mümkündür. Minimal devlet (Minarşizm) savunusuna sahip liberteryen düşünürler arasında Friedrich Hayek, Milton Friedman, Ayn Rand ve Robert Nozick sayılabilir. Temelde serbest piyasa ekonomisini ve bireysel hak ve özgürlüklerin maksimizasyonunu savunan ekolün temsilcileri bireyin haklarını korumak için devletin varlığını gerekli görürken, “gece bekçisi devlet” tasviri yapılır. Örneğin Anarşi, Devlet ve Ütopya eserinde Nozick (2006: 21) sözüne şöyle başlar: “Bireylerin hakları vardır. Hiç kimsenin veya hiçbir grubun (haklarını ihlal etmeden) onlara yapamayacağı şeyler vardır”. Nozick, hem klasik liberalizmin son tahlilde evrildiği ekolleri eleştirir, hem de klasik liberalizmin ortaya çıkış noktasını- bireysel özgürlük- tekrar gündeme taşır (Hamowy, 2008: 244). Bu yaklaşımda devlet, şiddet tekelini elinde bulundurur ve bireyin can ve mal güvenliğini korumakla görevlidir (Yaman, 2017: 7; Taner, 2013: 233). Devletin piyasaya her türlü müdahalesine karşı çıkarken, toplumsal refahı sağlamaya dönük kamu politikalarına karşıdır (Mack ve Gaus, 2004: 116). Bugün birçok liberal; demokratik devletin alkol ve sigara tüketimini azaltmak için uygulamakta olduğu özel tüketim vergilerine itiraz etmezken, minimal devlet savunusuna sahip liberteryenler, devleti bireyin kendi bedenleri üzerinde tartışılmaz ve devredilmez doğuştan hakları -öz sahiplik (self ownership)- sebebiyle böylesi bir uygulama yapmaya yetkin görmezler (Brennan, 2015: 29). Devlet, bireylerin kendileri için uygun gördüğü herhangi bir eylemi yapmasına engel olamayacak kadar sınırlı bir alana sahip olmalıdır.
Nozick’e ilaveten Rand da benzer bir minimal devletin savunusunu yapar. Her ne kadar kendisi için liberteryen tanımı yapanları “korkunç, tiksindirici insanlar” olarak görse de birey özgürlükleri ve minimal devlet savunusu nedeniyle liberteryen olarak görülür (Brennan, 2015: 49; Mack ve Gaus, 2004: 119-120). Objektivizm olarak adlandırdığı yaklaşımı, rasyonalite ile bireycilik vurgusunu barındırır (Peikoff, 1993: 110). Ona göre gerçeklik, inanç ve değer sistemlerinden bağımsızdır; bireyin kendi çıkarını kollaması doğasının bir gereğidir. Rand, hukukun üstünlüğünün bireyin hak ve özgürlüklerinin sürdürülmesinde önemine değinirken, bunun uygulanabilmesi için minimal bir devlet tanımını savunur.
Devletin minimal bir pozisyona sahip olması gerektiğini savunan liberteryenlere ilaveten, devletin tamamen ortadan kaldırılması gerektiğini savunan anarko-kapitalistler arasında Murray Rothbard, David Friedman ve Hans-Hermann Hoppe sayılabilir. Bu yaklaşımın temel argümanı, devletsiz bir toplumun inşasının bireyin özgürlüğünün tam olarak sağlanmasının yegane koşulu olduğunu savunmasıdır. Zira minimal bir devlet tanımından yola çıkan klasik liberalizmin 20. yüzyıla bıraktığı eser, devletin büyümesinin önüne geçilememesi ve bu nedenle katastrofik sonuçlar doğmasıdır. Örneğin devletin yerini, pekala, özel güvenlik şirketlerinin alabileceğini düşünen Friedman, bireysel özgürlüklerin önündeki ahlaki ve kurumsal engeller tamamen kalktığında, hem toplumsal barış ve huzurun sağlanacağını hem de serbest piyasanın üzerinde her an yükselebilecek karabulutların engelleneceğini savunur (Taner, 2013: 235). Rothbard ise devlet için “kaçınılması gereken bir kötülük” benzetmesi yapacaktır (Rothbard, 2002: 314; Barry, 1986: 184).
Liberteryenler; bireyin özel mülkiyet edinmesinin önünde hiçbir ahlaki engelin olmadığı ve doğuştan sahip olma hakkını elinde bulundurduğu savunusu, doğal hukuk anlayışında temellenirken klasik liberallerin ahlaki kısıtlamalarına eleştiri getirirler (Mack ve Gaus, 2004: 129). Benzer şekilde Hoppe’nin 20. yüzyıl itibariyle dönüşen devlet yapısının bireyin özgürlüğünün önündeki en büyük tehdit olduğu iddiasına da değinmek gerekir. Buna göre 1945 sonrası dönem kapitalizm ile komünizmin çekişmesini ve totaliter sistemlerin varlığını reel politikaya taşımakla beraber, Soğuk Savaş’ın çözülmeye başlamasıyla bu kutuplaşmanın bireysel özgürlükler üzerindeki yıkıcı sonuçlarından bile daha endişe verici bir sistem yaygınlaşmaya başlamıştır (Yaman, 2017: 7). Çoğunluğun tahakkümünün bireysel hürriyet ve mülkiyet hakları üzerinde doğuracağı sonuçlar olacağı savunusunu yapan Hoppe’ye göre devleti geniş yetkilerle donatmanın ciddi sonuçları geçmişte tecrübe edilmiştir. Burada dikkat çeken bir diğer nokta anarko-kapitalistlerin öz sahiplik ve mülkiyet üzerindeki hakkın hayat hakkından bile önce gelebileceği tezidir. Rothbard’ın çöldeki tek içme suyuna erişimi olan kişinin dilerse bu hakkını kimseyle paylaşmak zorunda olmayacağını ve hatta bir başka kişinin yaşama hakkı ya da ortak fayda adına bundan vazgeçmek zorunda olmayacağını örneklendirmesi, hem liberteryenlerin mülkiyet ile ilgili görüşlerinin sınırlarını göstermesi açısından hem de klasik liberalizmin kuruluş ilkelerinde gözlemlenen ortak faydaya dair ahlaki kodları reddetmesi açısından çarpıcıdır (Taner ve Yayla, 2018: 13).
Liberteryenizmi klasik liberalizmden ayıran özellikleri temelde ikiye ayırmak mümkündür. İlk olarak her ikisi de negatif özgürlük hak savunusu yapsa da özgürlüğün meşruiyeti konusunda dayandığı ahlaki ve etik sınırları farklıdır. Klasik liberalizm bir başkasının özgürlüğüne ve/veya yaşamına zarar vermeyecek özgürlük tarifi üzerinden sınırı çizerken, liberteryenizm bahsi geçen ahlaki kurallardan azade edilmesi geren bir özgürlüğün ancak gerçek özgürlük olabileceğini iddia eder.
İkinci olarak 17. yüzyılda mutlakiyetçi rejimin bireyin hayatı, toprağı ve özgürlüğü üzerindeki sınırsız ve keyfi tasarrufuna bir tepki olarak doğan klasik liberalizm, bireyin doğuştan sahip olduğu özgürlük ve mülkiyet edinme hakkını toplum içinde kesintiye uğramaksızın güven içinde kullanabilmesi için ortak aklın ve faydanın temsilcisi olan bir yargıca/devlete ihtiyaç olduğunu söyler. Örneğin, Locke’un mülkiyet edinme hakkı üzerine olan tarifinde bir kişinin hayatı pahasına bu hak üzerinde tasarrufta bulunma yetkisi tanımlanmaz. Dolayısıyla yaşam hakkı, mülkiyet edinme hakkından önce gelir. Bununla birlikte liberteryen anlayışta devlet, ya hiç olmamalı ya da yalnızca temel güvenlik, koruma ve hukuki anlaşmazlıkları çözme işlerinden mesul olmalıdır.
Peki liberteryenizmin bireysel özgürlükler ve devletin varlığı ve görevleri hususundaki önermelerinin hayata geçebilmesi mümkün müdür? Liberteryenizmin aşırı özgürlükçülük üzerine kanaatleri; farklı sosyo-ekonomik, kültürel ve politik inanışları ve tarihsel arka planları olan bireylerin, özgül çıkarları ve mülkiyet edinme hakları konusunda aşırı bireyciliğin geçerli olduğu bir toplumda nasıl barış esasında yaşayacaklarını açıklayamamaktadır. Zira, ahlaki ve etik sınırlamaların olmadığı bir sosyal yapıda çokluğun farklılaşan taleplerini yönetmek sürdürülebilir bir görüş değildir. Buna ilaveten liberal demokrasilerin ve serbest piyasa ekonomisinin baskın olduğu çağdaş siyasette, devletin minimum işlevi olduğu tarif bir nebze ihtimal dahilinde ve/veya uygulanabilir olsa da çokluğun yönetimini devletsiz bir toplumda tahayyül etmek pek kolay değildir.
Reel politikada devletlerin kendi vatandaşlarına ve/veya dünya halklarına karşı işlemiş oldukları pek çok suç görmek mümkün olmakla birlikte, özel güvenlik şirketleri vasıtasıyla alınması öngörülen güvenlik ve koruma hizmetlerinin herkesin özgürlüğünü ve mülkiyet hakkını garanti altına alacak şekilde işler olması da realist bir öngörü değildir. Ayrıca sosyal eşitlik dengesinin olmadığı bir toplumda güçlü olanın zayıf olan üzerindeki hakimiyetinin meşruiyetini öz-sahiplik ve aşırı özgürlük fikirleri ile sağlayan liberteryenizm, esasında kaçındığı potansiyel bir toplumsal çatışmanın ve savaş ortamının inşasının yaratıcısı olmayacak mıdır? Bu anlamda liberteryenizme yöneltilen eleştiri oklarının başında, temelde aşırı bireycilik ve devletsiz toplum savunularının nasıl hayata geçirilebileceğine dair güçlü argümanlar geliştirememeleri gelmektedir.
Sonuç
Temelleri yaklaşık olarak üç yüz yıl öncesinde atılmış olan liberalizm, ortaya çıktığı çağın feodal, mutlakiyetçi yönetimine karşı hak ve özgürlük mücadelesinin bir ürünü olup modern toplumun inşasında belirleyici olan siyaset felsefesidir. Klasik liberalizmin ilk ortaya çıkışından bugüne dek geçirdiği dönüşüm, insanın ve ihtiyaçlarının evrimine paralel bir şekilde değişime uğramıştır. Bu dönüşüm bilhassa 20. yüzyılın ikinci yarısında, uluslararası politik ve ekonomik konjonktüre binaen yeni ekolleri karşımıza çıkarmıştır. Liberalizmin temel ilkelerinin zayıflatılarak bireysel özgürlüklerin önündeki devlet menşeili yaptırım ve kısıtlamaların artışına dikkat çekerek radikal bir eleştiri getiren liberteryenizm bu ekollerden biridir.
Bireysel özgürlüklerin maksimizasyonuna odaklanan liberteryenizmi klasik liberalizmden ayıran temel iki özelliği, özgürlükler ve devletin konumuna dair görüşleridir. Bireyin özgürlüğünün ve mülkiyet edinme hakkının önünde hiçbir engelin olamayacağı öz-sahiplik ve saldırmazlık ilkeleri ile garanti edilirken, devletin yalnızca koruma, güvenlik ve hukuk alanlarında “gece bekçisi” (Nozick, 2006: 59) gibi var olduğu minimal tarife ilaveten, devletsiz bir toplumun özgürlüklerin hayata geçirilebilmesinde gerekli olduğu düşüncelerini paylaşan anarko-kapitalist yaklaşım da bu ilkelerin altını kalın çizgilerle işaretler.
Liberteryenizm, devletin kurumsallaşarak büyümesine müteakip serbest piyasa ve temel hak ve hürriyetler üzerinde endişe verici bir konuma gelen müdahalelerinin, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren liberal demokrasi adı altında bir başka tehdidi meşru kıldığını iddia eder. Günümüz liberal demokrasilerinin ve küresel ekonomi politikalarının demokrasi veya sosyal adaleti tesis etme konusunda başarılı olduğu söylenemez. Demokrasinin muğlak tarifi; yarı demokratik, rekabetçi otoriter, popülist vb. gibi pek çok siyasi rejimi meşru kılmakta, bireysel ve toplumsal özgürlüklerin “devlet koruması altında” erimesine neden olabilmektedir.
Nitekim 21. yüzyıl dünya siyaseti, liberal özgürlüklerin demokratik gerekçelerle nasıl sınırlandırıldığını ve/veya ortadan kaldırıldığını bizlere göstermektedir. Halihazırda göçmen, yoksul, kadın, eşcinsel, trans bireylerin maruz bırakıldıkları sistematik ayrımcılık göz önünde bulundurulduğunda, liberal demokrasiler bahsi geçen kırılgan gruplar için hem fayda sağlamakta hem de zararlara sebep olabilmektedir. Bununla birlikte, hukukun üstünlüğünün ve siyasi kurumların hesap verebilirliğinin tesis edilebildiği bir devlet içinde hak ihlalinin minimuma indirilebileceğine dair bir tablo da iyimserdir.
Son birkaç on yıldır sağ popülist ve radikal sağ partilerin dünya genelindeki yükselişi, demokratik araçlarla iktidara gelen ayrıştırıcı ve dışlayıcı illiberal politikaları endişe verici bir seviyeye taşırken, bu durumdan kurtulmanın reçetesine sahip olduğunu iddia eden liberteryenizmin sunduğu ideal toplumun nasıl hayatta kalacağı ise meçhuldür. Zira liberteryenlere göre insanın, doğası itibariyle sahip olduğu haklarını en etkin bir biçimde kullanabilmesinin yolu, liberteryenizmin ideal toplumunda rasyonel bireylerin özgürlüklerini diledikleri gibi (saldırmazlık ilkesi çerçevesinde) kullandıkları, özel güvenlik şirketlerinin devletin görevini üstlendiği ya da hiç var olmadığı bir toplumdur. Bu reçete, yukarıda da bahsedildiği üzere pek çok bağlamda problematiktir.
Serbest piyasanın ve kapitalizmin dünya ekonomisine yön verdiği ve kimi özel şirketlerin bazı devletlerin gayri safi milli hasılalarından çok daha fazla kâra sahip olduğu su götürmez bir gerçektir. Ayrıca, teknolojinin geldiği nokta ile dünya halkları hiç olmadığı kadar iletişim halindeyken ve sosyal medyanın gücünü içinde bulundukları toplumların sorunlarını dile getirmek için etkin halde kullanıyorken, hükümetlerini zapturapt altında tutma becerisine de nispeten sahipler. Fakat bununla birlikte, milyonlarca insanın Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş için ya da on yıllardır devam eden ve bir insanlık trajedisine dönüşen İsrail-Filistin çatışması için talep ettikleri ateşkes ya da yaptırımlar çatışmaların taraflarınca uygulanamamaktadır. 21. yüzyıl siyaseti küreselleşmenin ve neo-liberal ekonomi politikalarının hız kazanmasına rağmen devletin hâlâ güçlü ve etkin bir uluslararası aktör olduğunu gözler önüne sermektedir. Bu anlamda liberteryenizmin hem aşırı özgülük tarifi hem de gece bekçisi ya da ortadan kaldırılan devlet tarifi, kısa ve orta vadede uygulamaya koyulamayacak gibi görünmektedir.
NOT: Friedrich Naumann Vakfı’nın desteğiyle yayımlanmıştır. Burada ifade edilen görüşler yalnızca yazarlara aittir. Bu görüşler Friedrich Naumann Vakfı’nın görüşlerini yansıtmayabilir.
Kaynakça
Aytaç, A. M. (2014). “Dünya görüşü ve ideoloji”. Yüksel Taşkın (Ed.). Siyaset: kavramlar, kurumlar, süreçler, 105-138.
Barry, N. (1986). On classical liberalism and libertarianism. The Macmillan Press
Bell, D. (2014). What is liberalism?. Political theory, 42(6), 682-715.
Birler, Ö. (2012). “Liberalizm”: Siyaset Bilimi, Kavramlar, Gökhan Atılgan ve E. Attila Aytekin (Ed.) Siyaset Bilimi: Kavramlar, İdeolojiler, Disiplinler Arası İlişkiler, Yordam Kitap, İstanbul. 299-315.
Brennan, J. (2015). Liberteryenizm: Herkesin Bilmesi Gerekenler. 1. Baskı. Ankara: Liberte Yayınları.
Conway, D. (1995). Classical liberalism: The Unvanquished Ideal. Palgrave Macmillan.
Dworkin, R., & Hampshire, S. (1985). Liberalism. Cambridge, Mass.
Gaus, G. F. (2004). The diversity of comprehensive liberalisms. Handbook of political theory, 100-114. SAGE Publications Ltd,
Hamowy, R. (Ed.). (2008). The encyclopedia of libertarianism. Sage Publications.
Kelly, P. J. (2005). Liberalism. Polity.
Locke, J. (2003). The second treatise of civil government. Yale University Press.
Mack, E., & Gaus, G. (2004). Classical liberalism and libertarianism: the liberty tradition. In Handbook of Political Theory (pp. 115-130). SAGE Publications Ltd,
Mises, L. V. (1985). Liberalism. Ludwig von Mises Institute.
Nozick, R. (2006). Anarşi, Devlet ve Ütopya, (Çev.: A. Oktay). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Peikoff, L. (1993). Objectivism: the philosophy of Ayn Rand. Meridian.
Raico, R., & Yayla, A. (2011). Klasik Liberalizm Nedir?. Liberal Düşünce Dergisi, (64), 69-73.
Rawls, J. (1999). A theory of justice: Revised edition. Harvard University Press
Raynaud, P., & Rials, S. (2017). Siyaset felsefesi sözlüğü. İstanbul: İletişim Yayınları.
Rothbard, M. (2002). For a new liberty: The libertarian manifesto, Revised edition. Ludwig von Mises Institute.
Rothbard, M. N. (1978). For a new liberty: The libertarian manifesto. Ludwig von Mises Institute.
Ryan, A. (2017). Liberalism. A companion to contemporary political philosophy, 360-382.
Sandel, M. J. (Ed.). (1984). Liberalism and its Critics. NYU Press.
Skinner, Q. (1964). Hobbes’s ‘Leviathan.’ The Historical Journal, 7(2), 321–333.
Taner, A. (2013). Çağdaş Liberalizmde Yeni Yol Ayrımı: Anarko Kapitalist Liberalizme Karşı Minimal Devletçi Liberalizm. Liberal Düşünce Dergisi, (70), 227-243.
Taner, A., & Yayla, A. (2018). Liberteryen teoride özgürlüğün ve siyasetin sınırları. Liberal Düşünce Dergisi, 23(91-92), 7-52.
Vergara, F. (2006). Liberalizmin felsefi temelleri. Liberalizm ve Etik, Bülent Arıbaş (Çev.), İletişim Yayınları, İstanbul.
Waldron, J. (2004). Liberalism, political and comprehensive. Handbook of Political Theory, 89-99.
Yaman, S. (2017). Liberalizmin Çatışan Ekolleri: Liberteryenizm ve Evrimci Liberalizm. Amme İdaresi Dergisi, 50(2).
Fotoğraf: Mohamed Nohassi