[voiserPlayer]
Güçlü iktidarlar, afet durumlarında sahip oldukları imkânlar sayesinde toplumsal algıyı yönlendirebiliyorlar. Devletin gücünü ve medya etkisini kullanarak hasarları minimize edebiliyorlar. AK Parti de Maraş depreminden sonra kendisine yönelik eleştirileri ülke birliğine yönelik bir tehdit olarak tanımladı. Bu nedenle depreme ilişkin teknik ve hukuki konular arka planda kaldı. Mevzular, binaların dayanıksızlığından ve depremden etkilenenlerin durumlarından başka taraflara yönlendirildi.
Güçlü iktidarların doğal afetlerden bu tarz algı operasyonlarıyla güçlenerek çıkmaları, 2008’de Çin’de yaşanan depremden sonra da, 2010’da Rusya’da yaşanan orman yangınlarından sonra da gözlendi. Çin’de Siçuan merkezli depremde okul binaları çöktü. Çin hükümeti ölen çocukların istatistiklerinin yayınlanmasını yasakladı. Çok sonra bu rakamın yaklaşık 20.000 olduğu ortaya çıktı. Ölen çocukların ailelerinin protestolarına son vermeleri karşılığında bu ailelere maddi yardım teklif edildi. Tek çocuk yapma yasası gevşetilerek ikinci çocuğu dünyaya getirme hakkı verildi. Sonuç olarak Çin hükümeti fazla yıpranmadı.
Putin hükümeti de orman yangınlarından güçlenerek çıktı. Rusya’daki tüm medya kanalları o dönemde sabahtan akşama Putin’in afet bölgesindeki görüntülerini yayımladı. Ülkede muhalif seslerin çıkmasına müsaade edilmedi. Çin’deki depremin de, Rusya’daki orman yangınlarının da ekonomik maliyetleri irdelenmedi. Bu örnekler, afetlerin yaralarını sarma konusunda olumlu bir algı yaratan iktidarların konuşulması gereken konuları konuşturmadıklarını, güçlerini pekiştirdiklerini gösteriyor.
Maraş depremi bize; bazı bina projelerinin hiçbir zaman onaylanmaması gerektiğini, bazı binaların çoktan yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini, afetlere yönelik planların çok daha iyi yapılmış olması gerektiğini acı şekilde gösterdi. Depremin ardından yabancı ülkelerden gelen yardımların daha erken çağrılması, yerli ekiplerin daha hızlı organize olması konuları da yeterince tartışılmadı. Türkiye’de İmar Kanunu defalarca kez değişti. Kamu İhale Kanunu’na sayısız kere müdahale edildi. Ellinin üzerinde kuruma muafiyet verildi. Bu mevzular pek konuşulmadı.
Türkiye’deki deprem sonrasında seçim atmosferine girildi. Siyasi üslup sertleşti. Tartışmalar milli güvenlik ve terör konuları üzerine yoğunlaştı. İktidardan gelen açıklamalar, devletin yapacağı deprem onarım ve yeniden inşa faaliyetlerinin bir seçim kampanyasına dönüşeceğinin sinyalini verdi. Deprem bölgesinden sadece inşaatına devam edilen bina fotoğrafları medya organlarına servis edildi. Kalıcı konut temel atma törenleri yapıldı. Bölgede beton santralleri yapıldı. Prefabrik konut tesislerinin açılışları yapıldı. Bunlar için kamunun kaynakları kullanıldı. Türkiye ekonomisinin karşılaşacağı büyük maliyetin seçim öncesinde konuşulmasına pek izin verilmedi.
Seçimden sonra Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, ‘‘680 bin konut yıkıldı. 170 bin iş yeri, depo, ahır, tek katlı köy evi yıkıldı. Yani 850 bin tane yapmak zorunda olduğumuz ev, iş yeri var. Bunların altyapısını da yapacağız. Bunların hepsinin maddi zararı 100 milyar dolar civarında.’’ açıklamasını yaptı. Bu rakam, Türkiye ekonomisi için çok yüksek bir rakamdır. Bu maliyetin altından kalkmak kolay olmayacaktır. Bu yıl ve önümüzdeki yıllarda, bazı makroekonomik göstergelerde ciddi bir kötüleşme yaşanacak. Bunun ilk sinyalleri, kamu bütçesi tarafında gözleniyor.
Deprem için yapılan bağış kampanyasıyla 115,1 milyar TL nakit bağış toplandı. Bu kampanya dışında 5 milyar TL daha nakit bağış toplandı. Bu 120 milyar TL, bugünkü dolar kurundan 5 milyar dolar yapıyor. Tabii bu bağışların 3,5 milyar dolarlık kısmı; Merkez Bankası, kamu bankaları ve kuruluşlarından geldi. TCMB yaptığı 30 milyar TL (1,5 milyar dolar) bağışı, Hazineye devredeceği kârdan yaptı. Merkez Bankası buna göre Hazineye eksik kâr devredecek. Hazine, bu parayı vergi arttırarak veya borçlanarak bulacak.
Örneğin, Ziraat Bankası depremden önce Hazine’den 20 milyar TL sermaye almıştı. Ziraat Bankasının sermayesi Hazineye ait olduğundan, Hazine bankaya sermaye arttırımı yaparak bunun karşılığında bedelsiz para veriyor. Banka aynı tutarı kampanyada bağışladı. Tabii bu tutarı Hazineden tekrar istedi. Kamudan yapılan tüm bağışlarda aynı durum geçerlidir. Bu kurumlar ya Hazineden para alıyorlar, ya da kârlarını Hazineye devrediyorlar. Kısacası, bu bağışların tümü bütçeden yapılıyor. Bu bağışların da bütçe açığını artırıcı etkisi vardır. Hazine bu parayı bulmak zorunda kalıyor.
Özel sektör ve kişilerin deprem bağışlarının toplamı 1,5 milyar doları buluyor. Doğal Afet Sigortalar Kurumundaki (DASK) 1,1 milyar dolar da eklenirse, gerçek bağış tutarı 2,6 milyar dolar oluyor. AFAD Başkanlığı ve Kızılayın ilan ettiği hesaplara yapılan nakdi bağış ve yardımların tamamı, gelir ve kurumlar vergisi mükelleflerince indirim konusu yapılabiliyor.
Özellikle şirketlerin yüksek miktarlı bağışlarının bir kısmını indirim konusu yapabilmeleri, başka bir açıdan, gerçek bağış miktarı olan 2,6 milyar doların daha düşük olması anlamına geliyor. Hazine bu gelir kaybını başka bir yerden telafi edecek. Kısacası, güçlü iktidarlar afetler için yapılan bağış kampanyalarını da algı yönetiminde kullanıyorlar. Bunu da bir seçim malzemesi hâline getiriyorlar.
Hazine ve Maliye Bakanlığı, deprem sonrasında açıkladığı Mart-Nisan-Mayıs döneminin finansman programında 273 milyar TL’lik borç ödemelerini karşılamak için 93 milyar TL borçlanma dışı kaynak buldu. 180 milyar TL’lik de borçlanma yaptı. 273 milyar TL tümüyle borçların ödenmesine gitti. Enkazın kaldırılması, konut ve işyerlerinin inşası, altyapının yenilenmesi, depremden zarar gören ailelere yapılacak tek seferlik yardımlar, kira yardımları, ölenlerin ailelerine yapılacak tek seferlik ödemeler bu programda yer almadı.
Hazine buna ek olarak, Haziran-Temmuz-Ağustos döneminde 353 milyar TL’lik ödeme yapacağını açıkladı. Bu programda da deprem için yapılacak nakdi yardımlar ve ödemeler yer almadı. Hazine bunlar için borçlanma yapmayacağından geriye vergi oranlarının artırılması, yeni vergilerin gelmesi, yeni bağışların toplanması, yeni bütçe hazırlanması gibi alternatifler kalıyor.
Mevcut vergi oranlarının artırılması, yeni vergilerin gelmesi, Merkez Bankasının para basması, öne çıkan seçenekler gibi duruyor. Türkiye ekonomisinin ağır ekonomik sorunları ortadadır. Bunlar arasında enflasyon ilk sıradadır. Depremin büyük maliyetini karşılamak için kamu harcamalarının artmasının da enflasyonist etkileri olacaktır. Mart 2024’de yapılacak yerel seçimler öncesinde Türkiye’de hayat pahalılığının düşmesi gibi bir durum söz konusu olamaz. Hayat pahalılığını gidermek için sürekli yapılan ücret artışları, enflasyonu ve sonrasında hayat pahalılığını daha da arttıracak.
Tabii ki herkesi korkutan konu, Marmara bölgesinde yaşanacak büyük depremdir. Deprem uzmanları Marmara depreminin yaklaştığını söylüyorlar. Bu depremin Türkiye’ye ekonomik maliyeti muazzam bir büyüklükte olabilir. Sanayi çalışanlarının yüzde 52’si burada bulunuyor. Sanayi cirosunun yüzde 55’i bu bölgede yaratılıyor. Alt sektörlere inildiğinde, yazdığımız oranlar yüzde 70’leri çok rahat aşıyor. Ülkede verilen kredilerin yaklaşık yarısı ve toplanan verginin yüzde 60’ı yine bu bölgede bulunuyor.
Bu hesapların içine tedarik ve değer zincirler sokulduğunda Marmara Bölgesi’nin Türkiye ekonomisi içindeki orantısız payı ve net etkisi daha kolay anlaşılabilir. Bu rakamlardan yola çıkarak ve Maraş depreminin ekonomik maliyetinden esinlenerek, Marmara depreminin maliyetinin 300 milyar doların üzerinde olabileceğini düşünebiliriz. Böyle bir felaket yaşanırsa gidilmesi gereken tek yön bir dış yardım olabilir. Türkiye ekonomisinin hâlihazırdaki sorunları üzerine gelebilecek böyle bir yıkımla Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı tartışmaya açılır.
Ne var ki afetlerin finansal maliyetlerini tartışmak, özellikle meşruluğunu seçimlerden alan ve sürekli olarak popülaritesini yüksek tutmak zorunda olan hükumetler için oldukça riskli bir iştir. Zira maliyet tartışması, afet anında yükselen duygusallığı hızlı bir şekilde yok eder, rasyonel bir tartışma zemini oluşturur. Bu da güçlü ve muktedir hükümet algısını sürekli olarak diri tutmak zorunda olan sistemler için pek tercih edilen bir yöntem değildir.