[voiserPlayer]
Hızlı teknolojik değişimden, ekonomik büyümeden ve küreselleşmeden insanlığın yalnızca küçük bir bölümünün yararlandığı; eşitsizliğin ve toplumdaki kaygının günbegün arttığı bir dönemi tasavvur edin. Finansal kriz ile başlayan şiddetli bir durgunluk, bütün ekonomiye yayılıyor. Bunun yanı sıra, yaşanan problemlerin sorumlusu olarak göçmenleri işaret eden ve ilkelliğe dönüşü hedefleyen bir hareket her geçen gün güçleniyor. Kurumlara duyulan güven yerle yeksan olmuş durumda ve bu yeni hareketin önderleri, siyasetçilerin sıradan vatandaşlara karşı komplo kurduğunu öne sürüyor. Bu hareketin parçası olan yeni siyasi partilerden biri, şu açıklamayı yapıyor: “Hükumetin ‘doğurgan rahminden’ iki büyük toplumsal sınıf doğdu: avareler ve milyonerler.” Şartlar, toplumsal küskünlükten ve ekonomik memnuniyetsizlikten meydana gelen bu yanıcı bileşenin, ülkenin geleneksel kurumlarını yerle bir etmesi için uygun hale geldi.
Bahsettiğimiz ülke tabii ki Amerika, fakat 2010’ların Amerika’sı değil. 1890’ların “komplocu elitleri” siyasi ilişkileri vasıtasıyla zenginleşmiş; demiryolu, çelik, petrol ve finans kodamanlarının Amerika’sı. Bahsettiğimiz ekonomik kriz ise 2007-2008 krizi değil, 1893 ekonomik krizi. Bahsettiğimiz siyasi ihanet, lobiciler ve siyasi eylem komitelerinin eliyle değil, Cosmopolitan dergisinin makale serilerinden birinde yer verdiği gibi “hırsız baronların” kontrolünde olan Senato tarafından yapılmıştır. Mevzubahis göçmen karşıtı söylem Cumhuriyetçi Parti’nin içinden değil, 1892’de düzenledikleri Omaha Platformu’nda “avarelerden ve milyonerlerden” dem vurmuş ve “limanları dünyanın yoksul ve cinai sınıflarına açarak Amerikan işçisini dışlayan mevcut sistemle işçi sınıfını korumanın bir safsata olduğunu” söylemiş sol popülist Halk Partisi’nden geliyor.
Birçok kişi, bu ihtilafların ve besledikleri toplumsal hareketlerin Amerikan demokrasisini ve özgürlükleri altüst edeceğinden korkmuştu ancak beklediklerinden çok farklı bir sonuç yaşandı; popülizmin, kurumların çöküşüne yol açmak yerine olumlu bir yönü olduğunu gördük. Günbegün artan ekonomik ve siyasi eşitsizliklere toplumun geniş kesimlerinin gösterdiği tepki olarak popülizm, ülkeyi daha sürdürülebilir bir rotaya sokmak konusunda faydalıydı, hatta belki de bir gereklilikti. Aynısı günümüz için de söylenebilir.
1800’lere döndüğümüzde Halk Partisi gücünü büyük oranda kaybetmiş ve ilerlemeci hareketin çatısı altında kentli orta sınıflarla birleşmişti. İlerlemecilerin içerisinde hatırı sayılır oranda göç karşıtı aktivist, yobaz ve ırkçı ve öjenisist bulunsa da bu hareket, ortaya geniş çaplı bir güç birliği koymayı ve yalnızca mevcut kurumları dağıtmaya değil, aynı zamanda yenilerini inşa etmeye yönelik söylemi de siyaset sahnesinde dile getirmiş oldu. Bu güç birliği o kadar kapsamlıydı ki kimi zaman bazı Cumhuriyetçilerin de ilgisini çekmeyi ve Cumhuriyetçi Parti’nin siyasi ajandasını tekellerle mücadeleye ve diğer siyasi reformlara yöneltmeyi başardı.
Bu nedenle ilerlemeci başkanlar Theodore Roosevelt, William Howard Taft ve Woodrow Wilson; Amerikan demokrasisini ve özgürlükleri, siyasi ve iktisadi kurumları yerle bir etmek yerine yeniden biçimlendirerek ihya etmeyi başardılar. Senatörlerin doğrudan halkın oylarıyla seçilmesiyle birlikte, varlıklı kodamanların, siyasi süreci eskiden olduğu gibi göz göre göre kontrol etmelerinin önüne set çekildi. 1913’te ilerlemeciler, anayasanın 16. maddesini federal gelir vergisini yürürlüğe sokacak şekilde değiştirerek, kendilerine sürekli olarak engel teşkil eden Yüksek Mahkeme’ye karşı galip geldiler. İlerlemecilere göre bu düzenleme, gelirlerin toplumun en zengin kesiminden başlayacak şekilde yeniden dağıtımına yardımcı olacaktı. Bütün bu hedefler Omaha Platformu’nun birer parçasıydı ve söz konusu reformlar, ülkeyi Yaldızlı Çağ’da olduğundan çok daha güçlü ve refahın daha geniş kesimlere ulaştığı bir hale getirdi.
İlerlemeciler, hedeflerine ulaşma yolunda sistemin tamamını yeniden şekillendirecek büyüklükte bir güç birliği kurmakla ilgili anlaşmaya varmalıydı. Bu nedenle ilerlemeciler, ülkenin güneyinde ırkçı Jim Crow’un uygulamalarını benimserken dış politikada emperyalizmi savundu. İlerlemeci siyaset, çoğu Amerikalının hayat şartlarını iyileştirmesine karşın ‘’tam vatandaş’’ olduğunu savunduğu kesimlere yönelik engellemeler yürürlüğe koydu. Afrikalı Amerikalılar toplumdan dışlanıyordu ve Amerika, göçmenler için eskisinden çok daha az misafirperver bir yer haline gelmişti.
İlerlemecilerin iktidarda olduğu dönemde ve günümüzde yaşanan sıkıntıların olağandışı olduklarını söyleyemeyiz. Demokrasinin ve özgürlüklerin ortaya çıkışları da ayakta kalmaları da zorlu süreçler sonucunda gerçekleşiyor. Bunların gerçekleşmesi, farklı çıkarların ve toplumsal güçlerin sürekli çatışmasına dayanıyor. İçeriklerin bir kısmı çeşitli örneklerde farklılık gösterse de söz konusu çatışmanın taraflarından birini ekonomik, sosyal ve siyasi bakımdan ayrıcalıklı olanlar ve devletin kurumlarının kontrolünü elinde bulunduranlar; diğerini ise bu ayrıcalıklardan faydalanamayan ve karşı tarafın kaynaklarına erişim sağlayamayan, toplumun seçkin olmayan kesimi oluşturuyor. Özgürlükler, taraflardan birinin mücadeleyi kazanmasıyla ortaya çıkmıyor. Aksine, taraflardan birinin diğerine kıyasla çok güçlü olması, özgürlüklerin yok olmasına yol açıyor.
Örneğin, devlet ve seçkin sınıf çok güçlendiğinde (mesela Çin’de) sistemin içinde kalmak isteyenlerin susturulduğu veya uyum sağlamaya mecbur bırakıldığı bir despotizme kapı aralanmış oluyor. Ancak seçkin sınıftan olmayanlar harekete geçebilir, karşı tarafla güç mücadelesine girebilir ve hatta onlara karşılık verebilirler; hem de yalnızca sayısal üstünlükleriyle değil, aynı zamanda temsil ettikleri değerlerle ve kurdukları oluşumlarla. Bu taraf çok güçlendiğinde, özgürlüklerle ilgili ilerleme kaydedilmez fakat devlet mekanizması etkisiz hale gelir. Sivil itaatsizlikle, devlet mekanizmasının parçalara ayrılmasıyla ve kurumların çalışmaz hale gelmesiyle birlikte kanunlar etkisizleşir, özgürlükler sarsılır hükümet temel işlevlerini yerine getirememeye başlar. Popülist bir dalgayla birlikte iktidara gelen Başkan Andres Manuel Lopez Obrador’un, siyasi iktidarı kişiselleştirmeye, başkanlığın yargı yetkisini güçlendirmeye ve kurumları zayıflatmaya çalıştığı günümüz Meksika’sını düşünün.
Ancak bizler, biri despotik diğeri işlevsiz iki devlet modeli arasında sıkışmış, üzerinde özgürlüklerin yeşereceği bir nevi patika, başka bir deyişle ‘’dar bir geçitle’’ karşılaşıyoruz.
Burayı bir geçit olarak tarif ediyoruz çünkü burada yaşam hiçbir zaman durağan değil. Devlet ve toplum arasındaki çatışma durmaksızın sürüyor. Toplumun, kimi zaman seçkin sınıfa mensup olanların kendilerini daha da zenginleştirmesiyle ve devlet kurumlarının gittikçe baskıcı hale gelmesiyle daha iddialı bir tavır alması gerekecek. Seçkin olmayanlar kimi zaman sınırları zorladığında devlet kurumları zayıflar ve seçkinlerle seçkin olmayanlar kurumların yeniden inşa sürecinde beraberce çalışmak zorunda kalırlar. En iyi ihtimali şu şekilde anlatabiliriz; toplum, gerektiğinde devlet kurumlarını dizginleyebileceğine inandığında, bu kurumlara güven duymaya daha meyillidir ve kurumların ekonomiyi kontrol etmesine, kamusal hizmetler sağlamasına ve daha efektif kanunlar yürürlüğe koymasına izin verir. Ancak geçit dardır, çünkü bu yapının dengesi, istikrarlı özellikler sergilemez.
Yaldızlı Çağ’daki Amerikan demokrasisini ve özgürlükleri etkileyen faktörleri seçkin sınıf ve toplum arasındaki çatışmalar, çeşitli sıkıntılar ve güvensizlik olarak sıralayabiliriz. Seçkinler, kanunları ve devlet kurumlarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta gün geçtikçe daha çok ustalaştılar (kötülüğüyle nam salmış Cornelius Vanderbilt’in şöyle diyor: ‘’Kanundan bana ne? Güç benim elimde değil mi?’’) ve toplumsal sorunlar artmaya devam edince popülistler seçkinlere karşılık vermeye karar verdiler. Bütün sistemi ateşe atabilirlerdi, fakat buna mecbur kalmadılar. Bunun yerine, ilerlemeci hareket çok kapsamlı olduğundan ve iki partiden de unsurları içerdiğinden, gücü Vanderbilt gibilerin elinden almak için var olan kurumları yeni kanunlarla ve yönetmeliklerle güçlendirmeye çalıştılar.
Aynı kırılma noktaları günümüzde de görünür haldedir. Gelir eşitsizliği son otuz senede birdenbire fırladı. Bu eğilimi göstermek için aşina olunan bir istatistikten yararlanabiliriz: Amerikalıların en zengin yüzde 1’lik kısmı, 1970’lerde milli gelirin yüzde 9’unu elinde bulundururken günümüzde bu oran yüzde 22’yi aşmış vaziyette. Yaldızlı Çağ’da olduğu gibi bu eşitsizliğin bir bölümünü teknolojide yaşanan değişimler ve küreselleşme oluşturuyor. Yeni teknolojiler sonucunda yaşanan makineleşme, düşük ve orta vasıflı işgücünün hem istihdam alanını daralttı hem de gelirlerinin düşmesine neden oldu. Küreselleşme, düşük gelirli ülkelerden ihracat yapılmasıyla ve daha önce düşük ve orta vasıflı işçiler tarafından yapılan işlerin, maliyetlerin düşürülmesi amacıyla başka ülkelerde yaptırılmasına kolaylık sağlayarak bu eğilime büyük katkıda bulundu.
Fakat iş yalnızca küreselleşmede ve makineleşmede bitmiyor. İnsanlar, Yaldızlı Çağ’da olduğu gibi, kurumların onların aleyhine çalıştığından veya içinde bulundukları durumun vahametini umursamadığından şüphe duydular. Finansçıların, geçtiğimiz on yıllar içinde, devasa servetlerini devletin ve kuruluşlarının (mesela Wall Street) yardımı olmadan elde etmeleri konusunda mantıklı bir açıklamada bulunmak mümkün değil.
Geçtiğimiz 30 yılda yalnızca yaşananlar birer ekonomik çalkantıdan ibaret değildi, bu süreçte hızlı toplumsal değişimler ve çözülmeler de yaşandı. Bu değişimlerin çoğu köklü toplumsal eşitsizlikleri ve -Afrika kökenli Amerikalılara, göçmenlere, LGBT bireylere, dini azınlıklara ve kadınlara yönelik- ayrımcılıkları ortadan kaldırarak özgürlük alanlarını genişletse de imtiyazları ellerinden alınan vatandaşları gücendirdi ve güvensizlik yaşamalarına neden oldu.
Bu ‘’zehirli karışım’’ kurumlara duyulan güvenin, finansal kriz ve sonuçları nedeniyle yerle bir olmasıyla birlikte tamamlandı. Yüksek bilgi birikimlerine güvenip ekonomiyi maharetle yönetebileceklerini düşünen uzmanların önce bu krizi çözme konusunda yetersiz oldukları, sonra da sıradan vatandaşlar bir bir batarken bankacıların çıkarlarını gözettikleri ortaya çıktı. Yeni bir popülist dalganın ortaya çıkması neredeyse kaçınılmaz bir hal almıştı.
Günümüz popülizmi de geçmiştekine benzer şekilde basında geçen olumsuz haberlerden payını aldı. Fakat bunun onlar için bir olumlu tarafı olduğunu söyleyebiliriz. Popülist içgüdü, ABD Başkanı Donald Trump gibi kusurlu, fırsatçı ve ayrıştırıcı bir figürün etrafında vücut bulsa bile, toplumun çok güçlü seçkinlere ve uzmanlara yönelik meşru bir tepkisi olarak ortaya çıkmıştır ve işlerin rayına girmesi için bir noktaya kadar gereklidir. Tabii ki, popülist içgüdü, 1890’larda olduğu gibi şimdi de milliyetçilik ve yabancı düşmanlığıyla aynı potada eriyor ve bu sefer “Yeniden Büyük Amerika” mottosu altında hayat buluyor. Buna rağmen, popülist içgüdünün temsil ettiği aşağıdan yukarı bir toplumsal hareket, farklı kesimlerden çok sayıda insanı var olan kurumları zayıflatmak yerine yeniden inşa etmeye yöneltip onları bu ortak amaç uğrunda bir araya getirirse, ABD’yi uçurumun kenarından çekip alabilir.
İlerlemecilerin iktidarda olduğu dönemle Trump’ın iktidarda olduğu dönem arasındaki temel fark, popülistlerin işe bu sefer iki adım ileride değil, bir adım geride başlamaları oldu.
Bunun başlıca nedeni, popülizmin karanlık yüzünün günümüzde hiç olmadığı kadar görünür olmasıdır. Ancak bundan da önemlisi, ilerlemecilerin iktidarda olduğu dönemde başarılı bir değişim sürecinin yaşanmasına neden olan şeyin, popülist dürtünün toplum nezdinde kapsamlı bir güç birliği oluşturmasıydı. Bu güç birliği ve muktedir seçkinler arasındaki çatışma, taraflardan birinin güçlü çıktığı bir sonuca varılarak, seçkin olmayanların hareket kabiliyetini güçlendirirken, aynı zamanda yeni ve öncekinden daha güçlü kurumların inşa edilmesini sağladı.
Buna karşın, günümüzdeki çatışma, toplumdaki parçalanmışlığı ve kendi içinde verdiği savaşla her iki tarafının da diğerini hayatta kalmak uğruna yok edilmesi gereken bir düşman olarak görmesini hesaba katarsak, kazananı olmayan bir mücadele gibi gözükmektedir. Peki neden? Trump’ın kutuplaştırıcı söylemi, kurumları zayıflatma hedefi ve kimlik meselesinin istismar edilmesi cevabın yalnızca bir kısmını oluşturuyor. Toplumu ayrıştırmak için yeterli elde yeteri kadar malzeme var çünkü toplumsal ve ekonomik gerilim hat safhaya ulaşmış vaziyette ve artık kurumlara neredeyse hiç güven duyulmuyor.
Bu anlatılanlar ışığında, geriye doğru atılan bu büyük adımın, Amerikan toplumunu derinden sarsan temel sorunları daha kötü hale getirmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Trump’ın ve Cumhuriyetçi Parti’nin kimlik sorununa yine odaklanması toplumu kutuplaştırmaya devam edecek. Ticaret savaşları, son 20 yılda işsiz kalanlara ekonomik olarak rahatlık sağlamadan milliyetçiliği daha da körükleyecek. Vergi indirimleri, eşitsizliği artırmaktan ve muktedir seçkinleri daha da zenginleştirmekten başka işe yaramayacak. Federal bürokrasinin ortadan kaldırılması, ABD’nin daha güçlü bir sosyal güvenlik ağı, daha iyi bir eğitim sistemine, kaliteli sağlık hizmetine, güçlü bir altyapıya, daha sağlam çevre politikalarına ve ortak refah için vizyon sağlama kabiliyetine sahip bir hükümete ihtiyaç duyduğu bu zamanda devletin kapasitesini yükseltmek yerine düşürecek.
Kuşkusuz ki işler yolunda gözükmüyor, ancak iki adım ileri gitmek hala mümkün. Ne de olsa ABD tarihi, devletin manidar faaliyetlerine ve reform süreçlerine kapı aralayan talihsiz tavizler doludur. Köleliği resmen bir kanun olarak içeren Amerikan Anayasası, buna rağmen, sadece halkının bir bölümünün özgürlüklerini korumayı hedefleyen yeni bir ulusun kurulmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda hem devletin hem de toplumun lehine sonuçlanan bir değişim dönemini başlattı. ABD hükümeti, Büyük Buhran’la mücadele etmek için ırkçıları ve yobazları yatıştırmak ve kazanılmış haklarla ilgili tavizler vermek zorunda kaldı ancak ekonomideki yeni düzenlemeler, çiftçilere yönelik yardımlar ve istihdama yönelik çalışmalar olumlar sonuçlar verdi; Büyük Buhran’dan kurtulmayı kolaylaştırdı ve ülkenin ayaklarının on yıllar sonra dahi yere sağlam biçimde basmasını sağladı.
Bu örneklerin her ikisinde de, şüphe uyandıran biçimde verilen tavizler, nihayetinde ülkeyi çöküşün eşiğinden döndüren kapsamlı güç birliklerinin oluşmasını sağladı. Aynısının günümüzde de yaşanmaması için hiçbir sebep yok. Aslında, siyasi yelpazenin her iki ucunda da benzer önceliklere yer verildiğini görüyoruz. Her iki tarafın da niyetinin, gücü seçkinlerin pençesinden çekip almak olduğunu söyleyebiliriz. Her iki taraf da herkesi kapsayacak müreffeh bir toplum yaratmayı hedefliyor.
Her iki taraf da sağlık hizmetlerine, yüksek kaliteli eğitime ve daha iyi bir altyapıya erişimin siyasetin öncelikleri olması gerektiği konusunda hemfikirler.
İki taraf arasında, kuşkusuz, çok büyük farklılıklar bulunuyor, ama tam da bu noktada geçmişin başarılı popülist hareketlerinden öğreneceğimiz çok fazla şey var. Ayrıca, dikkatimizi vermemiz gereken taraf yalnızca ilerlemeciler değil, aynı zamanda sivil haklar hareketidir. Bu hareketin liderleri mücadelelerini kazananı olmayan bir şekilde resmetmemiş, siyahların güç kazanması için seçkin sınıfta yer alan beyazların ortadan kalkmasını gerekli kıldılar. Yine sivil haklar hareketinin önderleri, ülkenin kuzey ve güney eyaletlerindeki birçok insanı harekete yabancılaştıracak tazminat taleplerinde veya radikal bir yeniden dağıtım çağrısında bulunmadılar ve Afrikalı Amerikalılara karşı ayrımcılık ve baskı yapmak için sistematik olarak kullanılmış olsalar dahi ülkenin kurumlarının dağıtılmasını istemediler. Daha doğrusu, en azından Jim Crow’u yakın zamana kadar savunan Güneyli politikacılarla çalışmaya razı geldiler.
Aynı şekilde günümüzde de etkili bir reform hareketi oluşturmak için belli meselelerde taviz verilmesi gerekmektedir. Demokratlar, partilerinin onları yüzüstü bıraktığını düşünen, Ortabatı’daki eski destekçileriyle aralarında köprü kurabilecek politikalar üretme ihtiyacı duyuyorlar. Göç, bu bağlamda önemi apaçık olan meselelerden bir tanesidir ve bu önem ekonomide yarattığı büyük etkiden değil, seçmen nezdinde yarattığı yoğun toplumsal huzursuzluktan kaynaklanmaktadır. Geçtiğimiz aylarda Danimarka’da yapılan seçimlerde Sosyal Demokratların göçmenlere yönelik daha kısıtlayıcı politikalar öne sürerek popülist Danimarka Halk Partisi’nin oy oranını yarı yarıya düşürmeyi başarması bu önerinin işe yarayabileceğini gösteriyor.
Sivil haklar hareketinde yer alan eylemciler, içinde bulundukları kötü durumla ilgili seslerini duyurabildiler ve ırkçılık konusundaki tartışmalı geçmişiyle bilinen eski Texas senatörü Lyndon Johson da dâhil olmak üzere toplumun geniş kesimlerini kendi etraflarında toplayacak biçimde, ‘’Başaracağız’’ diyerek örgütlendiler. Eğer onlar başardıysa, biz de başarabiliriz.
*Bu yazı 19.10.2019’da Foreign Policy’de yayınlanmıştır. Yazının linki: https://foreignpolicy.com/2019/10/19/populism-us-democracy-trump/
Fotoğraf: Duangphorn Wiriya