[voiserPlayer]
Özgürlük dostları her gün medyayı dolduran siyasi ve ideolojik trendleri görüp kolaylıkla ümitsizliğe kapılabiliyorlar. Devlet harcamaları artıyor, devlet borçları birikiyor ve regülasyonlar ile yeniden dağıtım mekanizmalarının piyasanın alanını ve kişisel tercihlerin özgürlüğünü kısıtladığı açıkça görülüyor. Görünen o ki her yerde anti-liberal demagoglar çoğalıyor. Ama unutmamalıyız ki bu duruma modern zamanlarda birçok defa şahit olduk ve hiçbirinde de özgürlük yok olmadı.
Özgür topluma dair korkular ve endişelerin bir delilini yakın zamanda, 31 Ağustos 2019 tarihli The Economist dergisinin kapağında gördük. Sayının teması “Demokrasi’nin Kendi İçindeki Düşmanı” idi. Editörler bu sayıda yükselen milliyetçi popülizmin özgür toplumun ana element ve kurumlarının kuyusunu kazmasıyla endişe verdiğinden bahsetmişlerdi. Kullandıkları örnek ise Macaristan’daki Viktor Orban hükümetiydi. Birkaç yıl önce açık ve özgür bir seçim ortamında göreve gelen Başbakan Orban, gücünü tek parti yönetiminin ve hatta büsbütün bir diktatörlüğün kurulmasını zorlaştırmak amacıyla siyasi otorite merkezlerinin gücünü bölüp, sınırlandırması anlamına gelen kurumsal siperleri zayıflatmak için kullandı.
İlliberal Demokrasi ve Diktatörlerin Boş Umutları
Ancak Viktor Orban, Macaristan parlamentosundaki çoğunluğunu kullanarak mahkeme sistemini ve seçim sürecini değiştirmeyi, medyayı manipüle etmeyi, kendisine ve iktidardaki partisi olan Fidesz Partisi’ne gelebilecek en ufak bir muhalefeti dahi engellemeyi başardı. Ülkenin demokratik süreci ile siyasal ve toplumsal kurumlarında yaptığı değişiklikler, ortaya çıkardığı şeyin bir “illiberal (liberal- olmayan) demokrasi” olduğunu söylemesine imkân vermiştir. Orban bu ifadeyi en olumlu anlamıyla kullanıyor. Economist’in korkusu ise diğer ülkelerin de -bunlara demokrasinin oturmuş olduğu Batı ülkeleri de dâhil- benzer yönde ilerledikleri. The Economist’in kaygısı, tüm bunların nereye varacağı hakkında.
The Economist, Amerika Birleşik Devletleri ve Fransa dahil olmak üzere çeşitli ülkelerde yapılan bir dizi ankete göre çoğu insanın içinde yaşadıkları siyasal sisteme karşı eleştirel ve alaycı hale geldiğini ortaya koyuyor. Çoğu insan siyasetin yozlaşmış olduğunu ve devletleri güçlü çıkar gruplarının kendi amaçları doğrultusunda, toplumun geri kalanı pahasına kontrol ettiğini düşünüyor. Editörlerin dediğine göre bu durum, özgür ve demokratik toplumun altını oyarak siyasi güç peşinde koşanların ekmeğine yağ sürüyor.
Diğer taraftan, Foreign Affairs (Dış İlişkiler) dergisinin Eylül/Kasım 2019 tarihli sayısında, John Hopkins Üniversitesi’nde profesör olan Yascha Mounk, “Diktatörlerin Son Çırpınışı: Yeni Otokratlar Neden Göründüklerinden Daha Zayıf?” başlıklı çalışmasıyla dikkat çekiyor. Yascha Mounk da önemli miktardaki ölçüm ve gösterge göz önüne alındığında özgür ve demokratik toplumların son yıllarda zayıflamakta olduğunu kabul ediyor. Ancak geleceğe bakıldığında bunun geri dönüşü olmayan bir eğilim gösterip göstermediği konusunda o kadar da karamsar değil.
Mounk örnek olarak Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı kullanıyor. Erdoğan da 2003 yılında Türkiye’de yapılan serbest demokratik seçimlerde yozlaşmış siyasal düzene karşı popülist bir parti programı sunmuş ve ilk kez başbakan olarak iktidara gelmişti. Ve o da çok geçmeden kendisinin ve partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gücünü pekiştirmek için siyaset oyununun kuralları değiştirdi; cumhurbaşkanlığına yükselişi ve görev süresini uzatması da bu kapsamda değerlendirilebilir.
Ancak Profesör Mounk’a göre, Erdoğan’ın gücü elinde toplamasıyla sona eren kurumsal değişiklikler büyümekte olan bir muhalefet için zemin hazırladı. Bu kadar fazla söz verip, ilk başta karşı çıktığı fazlasıyla yozlaşmış ve güç yağmalayıcı politikaları bizzat kendi uyguladığından ötürü başlarda yanlarında olan destekçileri şu anki Erdoğan’ı ve hükümetini, yine Erdoğan’ın yozlaşmakla itham ettiği önceki yönetimlerden farklı görmüyorlar. Yazarın iddiasına göre, muhalefetin adaylarının son seçimlerde İstanbul’da ve ülkenin diğer yerlerinde aldıkları zaferler bu tarz bir demokratik otoriterliğin ne kadar istikrarsız olabileceğini gösteriyor.
Amerika’daki Milliyetçi ve “Progresif” Eğilimler
Görünüşe göre bu tarz eğilimler Amerika’da bol miktarda var. Adeta bir “realite şov”daymışcasına Beyaz Saray’da oturan bir demagoji ustası, Amerika’yı istila eden “yabancı uyruklu” göçmenler ile Amerikan sanayii ve istihdamına hücum eden Çin mallarına saldırarak halkın yerlici (nativist) duygularını suiistimal ediyor ve gerektiğinde Amerikan iş adamlarına dünyanın neresinde yatırım ve ticaret yapmaları gerektiğini söyleyebilmek için savaş zamanındaki gibi güçlere sahip olmakta diretiyor. “Özgürlük” ve “sınırlı devlet” kelimeleri ağzının yakınından dahi geçmiyor, tam tersine hükümetin baskıcı güçlerini kullanarak insanlara yurt içinde ve dışında nerede iş yapmaları gerektiğini, hangi malları hangi fiyata (gümrük vergisi müdahalesi ile) almaları gerektiğini ve ülkenin farklı kısımlarında ne tür işlerde çalışmaları gerektiğini dikte ederek Amerika’yı “yeniden büyük“ yapmaya odaklanmış durumda.
Trump`ın planlı ekonomiye olan eğiliminin karşısında ise, Amerikan toplumunu, Trump’ın planladığı harcamaların getireceğinden çok daha fazla ulusal borç getirecek olan büyük çaplı bütçe açıklarıyla beraber devlet harcamasındaki artışlardan kaynaklı gelgit dalgalarının ve yükselen bir vergi dağının oluşturduğu mali çılgınlık vasıtasıyla değiştirmeyi düşünen Demokrat Partili “progresifler” ve demokratik sosyalistler var.
Buna ek olarak, “sol” görüşteki politik doğrucu kimlik savaşçılarımız Amerika’yı kendi toplumsal sınıf, ırk ve cinsiyet sınıflandırması ve çatışma kavramlarıyla yeniden yapılandırmak istiyorlar. Onlar özgür toplumu oluşturan bireysel özgürlük ve haklar, serbest piyasa, tarafsız bir hukukun üstünlüğü ve anayasal olarak sınırlandırılmış hükümet gibi fikir ve kurumların bütün kalıntılarını isimsiz bir mezara gömmek istiyorlar. Onların vaatleri büyük bir kolektifin içinde sizi önemsiz bir unsur olarak gören, kaderinize ve geleceğinize yön vermek isteyen yeni bir kabilecilik türü.
Gelecek, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilkelerindeki gibi insanların özgürlüğüne değer veren ve bu konuda endişeleri olan insanlar için potansiyel olarak karanlık bir yer olacak gibi görünüyor. Ancak ne geçmiş ne de şimdi, gelecekte neler olacağını zorunlu olarak belirlemiyor.
20. Yüzyıl için Boş Umutlar
Daha önceki zamanlardaki yanlış siyasi tahminlerin bazılarını düşünün. 20. yüzyılın başında, çoğu insan önlerindeki yüzyılın daha önceki yüzyılda gördüklerinden çok da farklı olmayacağından emindi. Klasik liberal düşüncelerden oldukça etkilenen 19. yüzyıl, bireysel haklara, kişisel ilişkilere, fikir ve mal piyasalarındaki tercih özgürlüğüne daha fazla saygı duyulduğuna tanık olmuştu. Özellikle Amerika Birleşik Devleti ve Büyük Britanya gibi serbest piyasanın özgür bırakıldığı yerlerde insanların devlet kontrolünden ve regülasyonlardan kurtulmasıyla yaşam standartları ve kalitelerinde artışın meydana geldiği bir yüzyıl olmuştu.
Büyük Yanılsama isimli çalışmasıyla uluslararası alanda ilgi gören, ünlü gazeteci ve yazar Norman Angell (1875-1967) kitabında savaşların ulusların kaldıramayacağı kadar maliyetli bir hale geldiğini öne sürmüştü. İlk olarak, savaşın bedelini karşılaması asla mümkün olmayan ülkelerle olan silahlanma rekabeti ve daimî ordunun yol açtığı maliyetler söz konusuydu. İkincisi, dünya giderek daha sıkı bir şekilde uluslararası ticaret ve yatırım ağıyla örülmüştü; bu da dünyadaki insanları birbirine bağlayan ticari bağları parçalama maliyetini, ulusal şan ve şöhret için yapılacak ağır bir savaşın bedelini ödenmesi fazlasıyla yüksek bir maliyet haline getirmişti.
Ancak 20. Yüzyıla girdikten sonra 15 yıl geçmeden ve Angell’ın kitabının basımından sadece 4 yıl sonra gelen 1. Dünya Savaşı “büyük bir savaş”ın tasavvur edilemez olduğunu söyleyen yanılsamasının parçalanmasına sebep oldu. Öyle ki, 1921 yılında Büyük Yanılsama`nın devamı olarak yazdığı Zaferin Meyveleri isimli kitabında 1910’da gerçekleşmesi “imkânsız” olarak nitelediği bu maliyetli savaşın Avrupa’da bıraktığı siyasal, toplumsal ve ekonomik yıkımı analiz ediyordu.
Savaş Sonrası Totaliterizm ve Özgürlüğün Sonu Korkusu
1930’ların ortasına hızlıca bir göz atalım ve o zamanki siyasi manzaranın nasıl olduğunu hayal edelim. I. Dünya Savaşı`nın dünyayı “demokrasiler için güvenli” bir yere getireceği beklenirken tam tersi olmuş, Orta ve Doğu Avrupa’nın savaş öncesi otokrasileri, totaliter ve otoriter rejimlerle değişmişti; Sovyet Rusya, faşist İtalya ve Nazi Almanya’sı bunların en tehlikeli ve nefret uyandırıcı olanlarıydı.
Klasik liberal ve serbest piyasacı düşünürlerin zamanındaki en samimi yazılarını okursanız, derin bir umutsuzluk içinde olduklarını görürsünüz. Örneğin, çok saygın bir İngiliz tarihçi olan George P. Gooch (1873-1968) 1934 yılında, 1914’ten önce daha özgür ve müreffeh olan liberal dünyanın, savaş baskısının ve daha iyi bir dünya vadeden totaliter sözlerin altında kolayca dağılabilen bir “aptal cenneti” olduğunun artık net bir şekilde göründüğünden dert yanmıştı. Gooch ve diğer pek çok özgürlük dostu, özgürlüğün alacakaranlığında yaşadıklarını ve kalıcı bir kolektivist tiranlığın karanlığıyla yüz yüze geldiklerini hissediyorlardı.
Özgürlüğün Komünizm Karşısında Kazanamayacağı Korkusu
Tarihi yeniden 1945’e ileri saralım. Totaliter rejimlerden ikisi kendi yarattıkları fiziksel ve insani enkazın arasındaydı, Wilhelm Röpke bu tehlikeyi “esmer” totaliterliğin trajik bir şekilde “esmer”lerin getirdiği savaşla yok olması olarak adlandırdı. Ancak şimdi kaygı verici bir şekilde Avrupa’nın Doğu yarısına yayılan gölge, Sovyet Rusya’nın “kızıl” totaliterliğiydi ve kısa bir sürede, 1940’ların sonlarında Çin’in komünizm tarafından fethiyle Asya’nın da büyük bir kısmına yayılmıştı.
Sosyalist devrimci fikirler sadece “üçüncü dünyada” değil, aynı zamanda Batı’da da güç peşinde olanların ve ütopyacı entelektüellerin zihinlerindeki etkisini arttırmıştı. Bu fikirlerin gücünün bir göstergesi de Büyük Britanya’da ve Birleşik Devletler’de 1920’lerden beri Moskova adına bu iki hükümetin en yüksek kademelerine kadar uzanan casusların Sovyet tiranı Joseph Stalin’in 1953 yılındaki ölümünden sonra bile diplomatik ve askeri sırları çalarak Sovyet Rusya’yla paylaşıp bir de bunun için hiçbir ödeme almamaya devam etmeleridir. Bunları, o güzel ve ışıltılı Sovyet sosyalist geleceği kendi topraklarına getirmek için ideolojilerine olan bağlılıkları ile yaptılar. Ancak 1960’lar ve 70’lerden itibaren bu casusluğun “dava” için değil çoğunlukla para için yapıldığını görüyoruz.
Sovyetler Birliği’nin askeri gücü ve ideolojik baskısı karşısında özgür toplumun geleceğini düşünen özgürlük dostu insanların çoğu yeniden ümitsizliğe kapılmışlardı. “Batı” felsefi anlamda demir atacak yeri kaybettiği sırada sosyalistler neyi neden istediklerini açık bir şekilde biliyorlardı. Tanınmış bir Fransız toplumsal eleştirmen olan Jean-Francois Revel, 1980’lerin ortasında Demokrasiler Nasıl Can Veriyor?’u yayınladı. Revel, batının komünistlerin ellerinde yenilmeye mahkûm olduğunu söylemedi ancak “Sol”un kolektivist bir toplum vizyonu olduğunu ve bunu elde etmek için her şeyi yapabileceğini öne sürdü.
Batıda Büyük Britanya, Fransa, Batı Almanya ve Birleşik Devletler gibi totaliterliğe karşı özgürlüğün savunucusu olması beklenen ülkeler ne savundukları şeyi biliyorlardı ne de fikir çatışmasında sosyalizmin entelektüel çekiciliğine karşı durabilecek bir direnç oluşturmaya istekleri vardı. Revel’in kitabından okuyucunun kolaylıkla çıkarabileceği dile getirilmeyen sonuç ise dünyadaki özgürlüğün sonunun yakın olduğuydu.
Sovyet Sosyalizm Zapt Edilmedi, Sona Erdi
Şimdiyse, 1989 ve 1991’e bir ileri saralım. Önce Berlin Duvarı yıkıldı, sonra da Doğu Avrupa’nın “tutsak ülkeleri” neredeyse 45 yıl süren Sovyet kontrolünden kurtuldu. 2 yıl sonra ise Sovyetler Birliği dünyanın siyasi haritasından kayboldu. Soğuk Savaş yılları süresince dünyanın üzerinde uçan komünist tehdit buharlaştı gitti. Ve ortaya çıkan sırlarla beraber, içi boş bir dev olan “Sovyet gücü”nün ne askeri bir tehdit ne de ana akım siyaset bilginlerinin ve devlet “uzmanlarının” on yıllardır iddia ettikleri gibi ekonomik bir tehdit olduğu ortaya çıktı.
Sovyetler Birliğinin içinde Marksist ideolojiye olan entelektüel ilgi ve inanç 1991’den çok önce bitmişti. Sovyetler Birliği’ni son yıllarında ziyaret eden biri Marksizm’e gerçekten inanların artık sadece Birleşik Devletler’deki ve Batı Avrupa’daki akademik çevreler olduğunu hemencecik fark ediyordu. “İşçi Cenneti”nde yaşayan insanlarsa bunun bir insan kâbusu olduğunu biliyorlardı.
Demokratik Kapitalizmin Zafer İddiası
Bunu “demokratik kapitalizmin” -tam olarak ne anlama geliyorsa- ayakta kalan tek ideolojik sistem olduğundan emin olanların coşkulu tahminleri izledi. Dünyada özgürlüğün ışığının reddedildiği yerlere de liberal demokrasi yayılacaktı. 21. yüzyılın dünyadaki herkese gittikçe yaklaştığı bu vakitlerde özgürlük, barış ve refah tüm insanlığın kaderi olarak görülüyordu.
Birkaç yıl nasıl da farklılık yaratabiliyor: Sözde komünist bir rejim olarak kalmasına rağmen en ufak bir serbest piyasa imkanının neler yapabileceğini gösteren Çin, şimdilerde Amerika’nın dünya liderliği rolüne meydan okurken özgürlüğe karşı yeni bir küresel tehdit olarak gösteriliyor. Pekin hükümeti Birleşik Devletleri geride bırakabilmek için piyasaya nasıl yön vermesi ve piyasa gelişimini nasıl “planlaması” gerektiğini gayet iyi biliyor, ya da en azından bunu söyleyen seslerin gittikçe arttığı söylenebilir. Pekin hükümetinin bir yandan Güney Çin Denizi’ndeki komşularına karşı güç diplomasisi uygulamak, diğer yandan da Belt and Road (Bir Kuşak, Bir Yol) programı ile Çin’in ekonomik yörüngesine dünyanın önemli bir bölümünü katmak istemesi yeni bir küresel komünist emperyalizmin iş başında olması olarak görülebilir.
Bir kez daha özgürlüğün, demokrasinin ve liberal kurumların sonunun geldiği kehanetinde bulunuldu. Liberal olmayan demokrasiler, otoriter piyasa rejimleri ile popülist ve milliyetçi diktatörlükler insanlığın bundan sonraki geleceği olarak görülüyor. İnanır mısınız bilmem ama bu gerçekten de doğru olabilir. Belki de klasik liberal ve piyasa temelli kişisel özgürlük, özel teşebbüs, serbest ticaret ve sınırlı devletler çağı insanlık tarihinde ufak bir noktadan başka bir şey değildi.
Aydınlanma çağı ve 18 ila 19. yüzyıldaki devrimci özgürlük fikirlerinden önce insanlık tarihinin çoğuna hâkim olan eski tiranlıklar belki de 21. yüzyıl ve ötesine bakan yeni tiranlık biçimlerinin uzun süredir gölgesinde kaldılar.
Siyasetin Geleceğini Tahmin Etmek: İmkânsız Bir Görev
Ancak son birkaç yüzyılın gösterdiklerine bakacak olursak, geleceği -buna bir ülkenin ya da dünyanın siyasi geleceği de dahil- tahmin etmek oldukça şüpheli, daha doğrusu imkânsız bir eylem. İngiliz ekonomist John Jewkes (1902-88), “The Economist and Public Policy” (Ekonomist ve Kamu Politikası) (1953) isimli makalesinde, ekonomistlerin geleceği tahmin edebileceğini iddia edenlerin “çalıştıkları alanı astroloji seviyesine çektiklerine” işaret etti. Jewkes “tarihte olması beklenen bir olayın öylece gerçekleştiğini ileri sürebilecek hiçbir şeyin olmadığını” vurguladı.
Jewkes bunun ana nedeni olarak insan zihninin yaratıcılığını öne sürüyor. Yeni fikirler, yeni icatlar ve insanların istedikleri şeyleri elde etmek için daha önce düşünülmemiş yollar bulması insanlığın ilerleyiş sürecini tahmin etmenin insan kapasitesinin çok üstünde olduğu anlamına geliyor. Ayrıca, “ekonomik gelecek”, “siyasi gelecek” ya da “kültürel gelecek” gibi konular hakkında konuşmak oldukça yaygındır fakat yalnızca tek bir “gelecek” vardır, o da daima insanın her türlü halinin zaman içinde birbiriyle etkileşiminden oluşan bir bileşimidir.
Bahsetmiş olduğum geleceği ilgilendiren geniş kapsamlı tüm tahminler ileriye bakmaya ve gelecekte her şeyin nasıl şekilleneceğini takip etmeye çalışan bilgili, akıllı ve zeki insanlar tarafından öne sürülmüştü. Toplumdaki birçok kişinin de onların görüşüne benzer görüşleri vardı. 20. yüzyılın başında klasik liberal görüşe sahip olanların çoğunun özgür ve müreffeh bir geleceğe dair umutları vardı, ancak farklı düşünenler de vardı, ayrıca yaşadıkları dünyada kolektivist ve sosyalist fikirlerin halihazırda artmakta olan gücüne dair önsezileri olanlar da vardı. Ama I. Dünya Savaşı’nın nasıl olacağını, zamanlamasını ve yıkıcı sonuçlarını tasavvur edebilen kişi sayısı oldukça azdı.
Bazı Özgürlük Dostlarının Kolektivist Politikalara Teslim Olması
20. yüzyılın geri kalanında özgürlük dostları dünya ideolojik olarak zor durumda dahi olsa özgürlük fikrinin gücünden bahsediyorlardı; ama çoğu için bunun entelektüel düşüncelerini sürdürmekten ibaret olduğu açıktı, aslında bunların büyük bir bölümünün totalitarizm ile rakibi açık liberal toplumun arasında 1920’lerden 1990’lara kadar süren savaşın nihai sonucuna dair şüpheleri vardı.
Şimdilerde ise birçok özgürlük dostu yeniden her yerde ideolojik ve siyasi düşmanlar görmeye ve özgürlüğün kıyametinin yaklaşmakta olduğunu düşünmeye başladı. Dahası, bunlardan bazıları, “terörizmle” mücadele etmek, yükselen Çin’in uluslararası “tehdidini” dengelemek ya da geleceğin olası Amerikan demografik modellerini uzakta tutmak adına, Birleşik Devletlerin içerdeki ve dışardaki kolektivist tehditlerle mücadele edebilmesi için daha çok kolektivizme ihtiyacı olduğunu düşünüyorlar.
Bana sorarsanız onların kendi özgürlük fikirlerine inançları yok ve son 100 yıldaki tümüyle kolektivist sistemlerin tarihini değerlendiremiyorlar. Diyorlar ki: Bakın işte orada rekabetçi ve ekonomik olarak güçlü bir Çin tehdidi var. O halde bizim onların ürünlerini almayı bırakmamız ve Amerikan iş adamlarına nerede iş yapmaları gerektiğini söylemeye başlamamız lazım. Ve bunu sadece muhafazakârlar ve Cumhuriyetçiler değil, Amerika’yı özgür tutmak maksadına dayanan bazı liberteryenler bile söylüyor!
Her yerde teröristler var, özellikle de sırf “biz olduğumuz için bizden nefret eden” Orta Doğu’da. Öyleyse Amerika’yı ve özgürlüğümüzü korumak için en iyisi göçmenliği sınırlayalım, vatandaşları denetleyip, özgürce hareket etme haklarını sınırlayalım, buna ilaveten de silah taşıma haklarını zayıflatalım ya da tamamen ellerinden alalım.
Dünya “küresel ısınmadan” dolayı ciddi bir çevresel tehlikeyle karşı karşıya olabilir veya olmayabilir. Ama bazı özgürlük dostları bile fosil yakıtların fiyatının, insanları -eleştirmenler bunu onaylamasa da- kendi rahat tercihleri olan enerji kaynağını kullandıkları için cezalandırmak amacıyla konan bir çeşit karbon “günah vergisi”nin (sin tax) arttırılmasını isteyenlere katıldılar.
Dünyayı art arda merkezi planlarla değiştirmenin daha radikal savunucuları, ülkedeki ve dünyadaki herkes için kapsamlı bir devlet merkezli planın dayatılmasını öngören bir Green New Deal (Yeni Yeşil Anlaşma) önerdiler. Çok fazla özgürlük dostu bunun üzerine düşmedi, şimdilik!
Ancak herhangi bir şekilde dayatılmış yasalar ortaya çıkarsa, düşünce kuruluşlarındaki muhafazakârlar, cumhuriyetçiler ve şüphesiz bazı liberteryenler bu yasaların temelli yürürlükten kaldırılmasındansa daha ucuza mal olması ve “şirket gibi” işletilmesi için yollar arayacaklardır. Öyleyse zararı azaltmaya ve bu yasaları daha iyi çalıştırmaya uğraşalım. Neden mi, çünkü açıkça söyleyelim ya da söylemeyelim, daha çok kolektivizme doğru giden eğilim “kaçınılmaz” ve durdurulamaz.
Kolektivizmin Başarısızlıkları ve Özgürlük için Çabalamak
Ama durum pek de öyle değil. Kolektivist temalı totalitarizm varyasyonları kendi sonlarını gördüler. Şunu belirteyim ki eğer Hitler Avrupa’da 2. Dünya Savaşı’nı başlatmasaydı ve Stalin ile birlikte 80 yıl önce bu Eylül ayında Polonya’yı işgal etmeseydi, 1930’larda pek çok insanı etkileyen ve onları Hitler’in Almanya’yı Büyük Buhran’dan (1936 yılından sonraki 4 yıllık merkezi planlarla ve Keynesyen mali politikalarla) nasıl kurtaracağını bildiğine inandıran Nazi “ekonomik mucizesi” -bütün sosyalist planlamalarda olduğu gibi- doğasında olan çelişkiler ve tutarsızlıkları en sonunda gösterecekti.
Sovyet tarzı merkezi planlama ekonomilerinin hepsinin sonu geldi, Almanya’da olduğu gibi milliyetçi sosyalizmi sona erdiren bir savaşla değil ancak tam da 100 yıl önce 1920’de Avusturyalı ekonomist Ludwig von Mises’in açıkladığı gibi merkezi planlama ekonomilerinin doğasında bulunan ve onarılamaz olan kullanışsızlıkları yüzünden.
Fakat Amerika’nın bugün yüzleştiği şeyin, 20. yüzyılda tanık olunan tipte ve şekilde bir totalitarizm değil ama çeşitli hükümet müdahaleleri ve yeniden dağıtımlarla özgürlüğün yiyip bitirilmesinin olduğu söylenebilir.Ve bu kolektivist aşamacılığın daha tiksindirici bir rakibi var.Özgürlük ve despotluk arasında Batı ve Doğu Berlin’i ya da bugün hala olduğu gibi Güney ve Kuzey Kore’yi örnek göstererek karşıtlık kurmak kolaydı.
Buradaki problem bir kerede tüm özgürlüğün yok olması değil fakat oraya buraya müdahale, düzenleme ve genişletilmiş dağıtım planı gibi şeyler saçılması -diğer bir deyişle, özgürlüğün sonunun devletin yaptığı binlerce müdahaleci kesintiyle gelmesi. Neredeyse her zaman bunlar, açgözlü ve zengin iş adamının karar vericiliğinden ve zenginliğinden bir miktar düşülmesi karşılığında ekonomik güvenlik ile sosyal adalet arasında yapılan makul değiş tokuşlar olarak ya da “progresif“ reformcular kadar “aydınlanmış“ olmayanların aldığı bencilce eylemler olarak görüldü.
Bu programların hepsi kaçınılmaz birtakım sonuçlar ortaya çıkarıyor: planlar gittikçe daha fazla paraya mal oluyor ve problemleri çözebilmek için müdahale ya da yeniden dağıtımla işe başlamanın gerekli ve makul olduğunu savunanların problemleri çözmekte gözle görülür bir şekilde başarısız olmaları bu planları gittikçe beceriksiz ve yozlaşmış hale getiriyor.
Özgürlük için Savaşmaya İnanmak
Artan vergilerin, fiyat enflasyonunun ve Roma İmparatorluğu’nun zayıflamasında ve yıkılmasında da etkili olan külfetli borç yükünün getirdiği ağırlığa sık sık işaret ediyoruz. 1789’da Fransız Devrimi’nin sahneye çıkmasında önemli bir rolü olan Fransız kraliyet ve maiyetinin mali savurganlığından bahsediyoruz. Bugünlerde Venezüella gibi bir ülkede iyi niyetli sosyalizmin yarattığı ekonomik facia ile ülkenin güç ve yağma uğruna yaşadığı siyasi paternalizm deneyimini sonlandırmak için siyasi bir çatışma içine girdiğine dikkat çekiyoruz.
Müdahaleci-refah devletinin her uzantısı, geleceğe bakıldığında, kendi mali ve yozlaşmış yıkımının tohumlarını taşıyor. Her sosyalist planlama denemesi; ekonomik durgunluk, siyasal despotizm ve toplumsal kaos ile bitiyor. Bu ise geleceğin sahibinin özgürlük düşmanları olmasının garanti olmadığını ve olmayacağını gösteriyor.
Bu gelecek özgürlük dostlarının da olabilir. Ancak başlangıç noktası, günümüzdeki eğilimlerin kaçınılmaz bir şekilde gelecekte de devam edeceği görüşüne kapılmamak olmalıdır. Son 100 yıl, böyle bir öngörünün ne kadar yanlış olabileceğini göstermiştir. Hem özgürlüğün kendi içinde iyi olduğuna hem de yurtdışında var olduğu ileri sürülen kolektivist tehlikeler ya da yurtiçindeki zorluklar yüzünden özgürlükten taviz vermeye gerek olmadığına inanmalıyız. Özgürlük, ancak onu kısıtlamak veya sona erdirmek isteyenlere kaderci bir tavırla teslim olmadığımız takdirde muzaffer olabilir.
*Bu yazı 3 Eylül 2019 tarihinde American Institute for Economic Research’ün sitesinde yayınlanmıştır. Yazının orijinal hali: https://www.aier.org/article/friends-of-freedom-do-not-despair/
Fotoğraf: Aditya Saxena