[voiserPlayer]
Türkiye’nin modernleşme süreci iki asırdır elitlerin başı çektiği, tepeden inme bir proje olageldi. Fakat durum artık böyle değil. Recep Tayyip Erdoğan’ın önce başbakan şimdi cumhurbaşkanı olarak sürdürdüğü 15 seneyi aşkın süren iktidarının ardından, zamanla kamusal hayata hâkim olan İslamcılık ve yandaşçılık, Türk vatandaşlarını giderek daha fazla yıldırıyor. Tarihsel bir ironi olarak Erdoğan, Türkiye’de önceki liderlerin yapamadığını yaparak kitleleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkelerinden laikliğin yanı sıra temiz, modern hükümete destek etrafında toplamayı başardı.
Bu yakın zamanlı gelişmenin önemini idrak edebilmek için önce Türk tarihi boyunca standart olan, elitlerin başı çektiği modernleşme örüntüsünü anlamamız gerekiyor.
Osmanlı devlet adamlarının Batı tarzı devlet yönetiminin temellerini öğrenmek üzere Londra, Paris, Berlin, Viyana ve St. Petersburg’a gönderildiği 1790’lardan itibaren, bugün Türkiye olarak bildiğimiz topraklardaki reformun ön saflarında halktan ziyade elitler yer aldılar. Elitler mühendislik okulları gibi yeni kurumlar oluşturdular ve Osmanlı Devleti’nin sallantıdaki kurumlarını, en önemlisi orduyu ıslah edecek yöntemler tesis ettiler. İmparatorluğun görece geri kalmışlığının farkına varan öğrenci-elçiler, kendilerini en güncel teknik ve toplumsal-bilimsel bilgiyle donatmak üzere Fransa ve İngiltere’deki seçkin üniversitelerde eğitim aldılar. Reformcuların amacı, modern bir devlet inşa etmekti. Bunun ardından modern toplumun da kendiliğinden oluşacağını varsayma hatasına düştüler.
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde gerçekleşen bu reformlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin izinden gideceği örüntüyü meydana getirdi: Yönetici elitlerin kucak açtığı, yaşça daha genç ve profesyonel eğitim almış ordu mensuplarının desteklediği tepeden inme bir girişim olarak modernleşme. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk (1881-1938), Osmanlı ordusunun, modern bir devlet inşa etme hayali kuran hırslı genç subaylardan biriydi. Osmanlı teamüllerinden birçok bakımdan ayrılıyordu fakat kendisinin yeğlenen reformlarının tasarlanma ve hayata geçirilme şekli, değişimden ziyade devamlılık içeriyordu. Atatürk’ün buyurgan tarzı, Osmanlı seleflerininkinden pek farklı değildi. Atatürk de onlar gibi uysal devlet memurlarının süratle tatbik ettikleri tepeden inme emirleri tercih ediyordu.
Bu yaklaşımın önemli bir kusuru vardı: Toplumun geniş muhafazakar kesimlerini dışarıda bırakıyor, halk ile reformcular arasında gittikçe büyüyen bir kopukluk ortaya çıkarıyordu. Atatürk’ün ardından onun karizması ve kayda değer siyasi becerilerine sahip olmayan askerî ve siyasi elitler, muhafazakar Türkleri tehdit olarak görmeye başladı. 20. yüzyılın büyük kısmı boyunca devlet, ekonomide öncü rol oynadı. Devlet alımları, ödenekler ve ithal ikameci politikalar, sayıca çok olan görece muhafazakar küçük işletme sahiplerinden ziyade sayıca az olan görece seküler ailelere yarar sağladı.
Seküler elitler, muhafazakar Türkleri adalet sistemi, askerî ve diplomatik teşkilat dahil olmak üzere yeni cumhuriyetin bazı en önemli ve prestijli kurumlarının dışına itti. Bunun bir sonucu olarak çoğu Türk, reformları özünde Batılı olarak gördü. Bu yabancılık algısı, reformların etkisini köreltti.
1990’ların sonunda Erdoğan, dışlanmış bir siyasi isim olarak yükselişe geçti. Kendisini, görmezden gelinen muhafazakarların temsilcisi olarak pazarlayıp iktidarı halka geri vermeyi vadetti. Genç bir İslamcı olan Erdoğan, yaptığı siyaseti barlara taşıyıp “öteki taraf” ile etkileşim kurdu. Bu hamle sayesinde muhafazakar tabanın dışından şaşırtıcı oranda destek sağladı. Erdoğan, partisinin iktidarının ilk on senesi boyunca -2002 yılından 2012 yılına kadar- bu geniş desteği büyük oranda muhafaza etti. Ekonomist Dani Rodrik, bu dönemde gerçek kişi başına gayrisafi yurt içi hasılanın %43’ün üzerinde artış gösterdiğini tahmin ediyor.
Fakat Erdoğan’ın ekonomik başarısı, zamanla kendisinin İslamcı platformunun altını kazan bir çelişki barındırıyordu: Yeni zenginleşen Türk orta sınıfı, yalnızca tüketim kapasitesi bakımından değil, aynı zamanda özgürlük ve iyi yönetim talepleri bakımından da küresel orta sınıfa giderek daha çok yaklaşıyordu.
Türkiye’de faaliyet gösteren 260 sivil toplum örgütünü bir araya getiren Denge ve Denetleme Ağı’nın yayımladığı bir rapor, Türk vatandaşlarının gelecek hayallerini ortaya koyuyor. Raporu hazırlayanlar, 12 ilde katılım çağrısı yapıp 515 kişiyle görüştüler. Araştırmacılar yaş, cinsiyet ve eğitim seviyesi gibi harici değişkenleri denetlediler. Katılımcıların istekleri şu şekilde özetlenebilir: Daha yeşil şehirler, bilimsel eğitim, iyi yönetim, hukukun egemenliği ve en önemlisi herkesin korkmadan konuşabileceği bir ülke.
Katılımcıların vizyonu, dünyanın her yerindeki orta sınıf halkın vizyonuna benziyor ki bu da Türkiye’nin Erdoğan tarafından belirlenen yörüngesinin, yakında son bulacak bir sapma olduğunu düşündürüyor. Modernleşme başladığından beri ilk defa toplum, modern bir ülke talepleri noktasında yönetici elitlerden önde yer alıyor.
Erdoğan’ın ikilemi bu. Kendisinin erken dönem ekonomi politikalarının harekete geçirdiği süreç, artık onun otoriteryen rejimiyle uyumlu olmayan bir toplum ortaya çıkardı. Ve Erdoğan’ın zamanı azalıyor. Türkiye’de, modern bir ülke taleplerini programlarının merkezinde konumlandıran yeni bir lider kuşağı yetişiyor. İstanbul’un yeni belediye başkanı Ekrem İmamoğlu ve Erdoğan’ın eski vekilleri-yeni rakipleri Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu bu kuşağa örnek teşkil ediyor.
Bu yıldızı parlayan liderler kendisiyle ve komşularıyla barış içinde olan, modern devlet sayesinde güçlü ve dayanıklı kılınmış, dinamik bir sivil toplumun öncülük ettiği ve özgür yurttaşlarıyla yücelen bir Türkiye’yi savunuyorlar.
Fotoğraf: Umit Okan