Tayvan Çin Gerilimi Artarak Sürüyor
[voiserPlayer]
Geçen hafta Çin’in Tayvan adası yakınlarında gerçekleştirdiği ve bugüne kadar o bölgede yapılan en büyük hava operasyonu sonrasında, iki ülke arasındaki gerginlik, yapılan açıklamalarla bu hafta artarak devam etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, Tayvan adası ile Çin anakarasının yeniden birleşmesinin artık gerçekleşmesi gerektiğini söylemesi ve Çin halkının ayrılıkçılığa karşı görkemli bir geleneği olduğunu vurgulaması, Çin’in Tayvan’ı kendine bağlaması konusunda kararlığını ortaya koydu.
Çin Tayvan’ı, Hong Kong örneğinde de olduğu gibi belli bir özerkliğe sahip bir eyalet olarak kendine bağlamak istiyor. Çin yönetimi, bir ülke iki sistem olarak anılan bu formülle Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşuna dayanan Tayvan problemini gerekirse silah kullanarak çözmekten kaçınmayacağını da ima eden açıklamalar yapıyor. Buna karşın Tayvan ise bağımsız kalmaktan dolayı memnun ve Batı ile ticari ilişkilerini daha da geliştirmenin yollarını arıyor. Xi Jinping’in bu tehditkar açıklamasına karşı Tayvan yönetimi, adanın geleceğinin Tayvan halkının ellerinde olduğunu belirterek cevap verdi. Bu cevap Tayvan’ın resmi bağımsızlığını halkoyuna dayanarak ilan etme niyetine işaret ediyor.
Bazı Batılı ülkeler Çin’in son dönemde Tayvan’a karşı artan tehditkar tutumunu eleştirirken, ABD Başkanı Biden ise Xi Jinpin’in Tayvan Anlaşması’na uymayı taahhüt ettiğini söyledi. Tayvan Anlaşması, ABD’nin resmiyette Tayvan’ı bağımsız bir ülke olarak tanımamasına rağmen, Tayvan yönetimiyle birçok ilişki geliştirmesi ve Tayvan’a silah satmasına imkan tanıyor. Bu hafta ayrıca ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, ABD’nin Tayvan Boğazı’nda barışı ve istikrarı baltalayabilecek herhangi bir eylem konusunda ayağa kalkacağını ve sesini yükselteceğini belirtti.[1]
Tayvan Savunma Bakanı son dönemde iki ülke arasındaki gerilimi son 40 yılın en derin krizi olarak nitelemiş ve Çin’in 2025 yılına kadar adayı tamamen işgal etme niyetinde olduğunu söylemişti. Ancak tarihte ilişkilerin daha da gerildiği ve ABD’nin bu gerilime dahil olduğu olaylar da yaşanmıştı. 1996 yılında III. Tayvan Boğazı Füze Krizi olarak bilinen olayda Çin, füze denemeleri yapmak suretiyle Tayvan’daki seçimlere müdahil olmak istemiş, bunun üzerine ABD ise bu bölgeye Çin’i caydırmak amacıyla savaş uçakları göndermişti. Tayvan’ın halihazırda 300 bin civarında aktif askerden oluşan bir ordusu bulunuyor. Uzun yıllara dayanan Çin-Tayvan gerilimi, uluslararası ilişkiler kitaplarındaki en ünlü uluslararası çatışmalar konularının başında geliyor. Önümüzdeki dönemde bu sorun, son dönemde yoğunluğu artan ABD ve Çin arasındaki çok boyutlu mücadelenin bir parçası olarak daha sık şekilde gündemi meşgul edeceğe benziyor.
Afganistan’da Kanlı İntihar Saldırısı
Afganistan’ın Kunduz kentinde geçtiğimiz Cuma günü Cuma namazı sırasında bir camiye düzenlenen intihar saldırısında en az 50 kişi öldü, 100’den fazla kişi ise yaralandı. Yetkililer, bu saldırının ABD güçlerinin Ağustos ayında Afganistan’dan ayrılmasından bu yana en ölümcül saldırı olduğunu belirtiyorlar. Kanlı saldırıyı IŞİD üstlendi. Kunduz kentindeki Said Abad camisinin Afganistan’da azınlık olan Şii Müslümanlar tarafından kullanıldığı ve IŞİD’in geçmişte Afganistan’da birçok kez Şii nüfusa saldırılar düzenlediği biliniyor.
İktidardaki Taliban’a şiddetle karşı çıkan IŞİD’in Afgan bölgesel kolu olan IŞİD Horasan (IŞİD-H), son dönemde, büyük ölçüde ülkenin doğusunda olmak üzere, çok sayıda bombalama eylemi gerçekleştirdi. Sünni aşırılık yanlıları tarafından sapkın olarak görülen Şiiler, Afganistan’da hem Taliban hem de IŞİD tarafından tekfir edilmiş durumda. Birleşmiş Milletler, Cuma günkü bombalamanın dini bir kurumu hedef alan bu hafta üçüncü ölümcül saldırı olduğunu ve bu son saldırının rahatsız edici bir şiddet modelinin bir parçası olduğunu belirtti. BM, bir önceki Pazar günü başkent Kabil’de bir cami yakınında çok sayıda kişinin ölümüne neden olan bombalı saldırıya ve Çarşamba günü doğudaki Khost kentinde bir medreseye düzenlenen saldırıya da açıklamasında yer verdi. IŞİD, Afganistan’da Taliban’ın kurmaya ve yerleştirmeye çalıştığı siyasi düzene karşı, en büyük güvenlik tehdidi olarak ön plana çıkmış durumda. IŞİD’in bu eylemleri, ülkede şiddetin daha da yaygınlaşması ve büyük bir insani krize dönüşmesi konusundaki korkuları artırıyor.
Afganistan’da bu şiddet eylemleri sürerken 9-10 Ekim tarihlerinde ABD ve Taliban yetkilileri Katar’ın Doha kentinde görüşmeler gerçekleştirdi. Bu temaslar, ABD’nin Afganistan’dan Ağustos ayında çekilmesinden bu yana Taliban liderleriyle ABD’li yetkililerin ilk yüz yüze görüşmesi oldu. ABD yönetimi ve Taliban bu görüşmeler ile ilişkilerinde yeni bir sayfa açmayı umuyor. Görüşmeler sırasında Taliban yönetimi ABD’ye; Afganistan merkez bankası rezervlerine yönelik yasağın kaldırılması, insani yardım, aşı tedariki gibi taleplerini iletti. ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan bir sözcü Cuma akşamı yaptığı açıklamada Doha görüşmelerinin Taliban’ı Afganistan’ın resmi liderleri olarak tanımak veya meşrulaştırmakla ilgili olmadığını, ABD’nin ulusal çıkarlarına ilişkin pragmatik görüşmelerin devamı olduğunu söyledi.[2] Sözcü ayrıca, önceliğin Afganların, ABD vatandaşlarının ve diğer yabancı uyrukluların Afganistan’dan güvenli bir şekilde ayrılmaya devam etmesi ve başka bir hedefin de Taliban’ı kadınlar da dahil olmak üzere tüm Afganların haklarına saygı duymaya ve kapsayıcı bir hükümet kurmaya teşvik etmek olduğunu sözlerine ekledi.
ABD’nin çekilmesinden bu yana Taliban yönetiminin hala ülkenin sorunlarına acil çözümler getirecek, meşru ve etkin bir hükümet kuramadığı ortada. Şu anki geçici hükümet bunca ekonomik ve insani problemin yanı sıra artan şiddet eylemleriyle nasıl başa çıkacağına dair de fazla umut vermiyor. Ayrıca, Taliban’ın Şii Hazara toplumuna karşı şiddet uyguladığına ve en az 11 eski hükümet görevlisi Hazaralı’yı öldürdüğüne dair geçen hafta yayınlanan Amnesty International raporu da, son dönemde uluslararası toplumun eleştiri oklarının Taliban yönetimine dönmesine neden oldu. Korkulan o ki Afgan halkını, yeni döneme geçiş sürecinde son derece sıkıntılı bir gelecek bekliyor.
Nobel Barış Ödülleri Bu Sene İki Gazeteciye Verildi
Gazeteciler Maria Ressa ve Dmitry Muratov, Filipinler ve Rusya’da ifade özgürlüğünü savunmak için verdikleri mücadele nedeniyle Nobel Barış Ödülü’nü kazandılar. Oslo’da bulunan Nobel komitesi Ressa ve Muratov’u, ifade özgürlüğü için ayağa kalkan tüm gazetecilerin temsilcileri olarak nitelendirdi ve demokrasi ve kalıcı barışın ön koşulu olan ifade özgürlüğünü koruma çabaları nedeniyle ödüle layık görüldüklerini açıkladı. Son dönemde tüm dünyada birçok ülkede otoriterleşen hükümetler, özgürlük ve demokrasi karşıtı eylemleriyle anılıyorlar. Rusya ve Filipinler de bu konuda sıklıkla eleştirilen ülkelerden ikisi. Bu sene Nobel Barış Ödülü’nün tüm dünyada medya üzerindeki baskılara dikkat çekmek ve ifade özgürlüğü mücadelesine destek vermek için iki gazeteciye verilmesi, demokrasi adına cesurca duruş sergileyen medya mensuplarını cesaretlendirecek nitelikte.
Maria Ressa 2012 yılında Rappler adında bir haber sitesini hayat geçirdi. 58 yaşındaki gazeteci Rappler’da, Rodrigo Duterte yönetimine birçok konuda eleştiriler yöneltti. Bu konular arasında Duterte yönetiminin, insan hakları ihlalleri, yolsuzlukları ve uyuşturucu ile popülist şekilde mücadele etmesi yer alıyor. Filipinler’de Duterte yönetimini bu şekilde eleştirebilen nadir gazetecilerden biri olan Maria Ressa, ülkesinde hakkında açılan birçok dava ile de mücadele ediyor. Maria Ressa bu ödül ile birlikte Nobel Barış Ödülünü kazanan 18. kadın ve ilk Filipinli oldu.[3]
Ödülün diğer sahibi Dmitry Muratov ise Putin yönetimine ve Rus yönetici elitine karşı eleştirel tutumu ile bilinen Novoya Gazeta gazetesinin kurucusu ve editörü. Muratov uzun yıllardır Rusya’da ifade özgürlüğünü savunan Novoya Gazeta’da yanında çalışan birçok gazeteci ile birlikte Putin yönetiminin yolsuzlukları ve Çeçenya’daki insan hakları ihlalleri gibi konularda birçok habere imza attılar. Muratov ödülü kazanmasının ardından, bu ödülü tek başına hak etmediğini vurgulayarak Rusya’daki diğer cesur gazetecileri de anmış oldu. Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi’nin iddiasına göre bugüne kadar Muratov’un gazetesinde çalışan 6 gazeteci öldürüldü. Bunun yanında, Muratov ve gazetesi birçok tehdit ve saldırıyla da mücadele ediyor.
Bu sene ifade özgürlüğü gibi önemli bir konunun Nobel Barış Ödülleri ile gündeme gelmesi ve Nobel komitesi tarafından barışın sağlanmasının ancak ifade özgürlüğü ile mümkün olabileceğinin vurgulanması, demokrasi ve basın özgürlüğü mücadelesi açısından oldukça anlamlı bir gelişme oldu. Bağımsız gazeteciler birçok ülkede otoriter yönetimlerin en öncelikli hedefi haline geliyorlar. Davalar, bitmeyen soruşturmalar, medya linçleri, tehditler ve fiziksel saldırılar ile mücadele ederken, yalnızca doğruları söylemek bile otoriter yönetimlerin tepkisini çekmek için yeterli olabiliyor. Böylesine zor koşullarda demokrasi ve ifade özgürlüğü mücadelesi vermek ise Nobel Barış Ödülünü hak ediyor.
[1] https://www.bbc.com/news/world-us-canada-58837432
[2] https://www.aljazeera.com/news/2021/10/9/us-taliban-to-hold-first-talks-since-afghanistan-withdrawal
[3] https://www.nytimes.com/live/2021/10/08/world/nobel-prize