[voiserPlayer]
Bir hayalet geziyor. Avrupa’yı dehşetlere salan bir hayalet. Komünizmin, teorisi ve pratiği tarihin son sınıf savaşının.
Tarih bir biri ardına patlayan sınıf savaşlarının tarihi. İlk önce Antik Yunan’da özgür yurttaşlar ve köleler, sonra Roma’nın asilzadeleri ve sıradan halk birbirine düşmüş, takiben de feodal toprak ağaları ve toprağa bağlı kulları ile lonca üyesi ustalar ve çırakları. Bir tarafta ezenler ve sömürenler, karşı tarafta ezilenler ve sömürülenler.
Tarih yeni bir sınıf savaşına sahne. Yine bir tarafta sömürücüler var, diğer tarafta ise sömürdükleri. Sömürenler sermaye sahipleri, sömürdükleri ise emek. Bir tarafta burjuva, karşısında proletarya.
Her dönem kendi sonunu getirecek toplumsal sınıfı bağrında yaratır ve büyütür. Burjuva da farklı değildi. Feodal lonca üretim sisteminin hakim olduğu dönemin bağrında doğdu. Coğrafi keşiflerle yeni kıtaların sınırsız insan ve tabii kaynağına ve Müslüman devlet ve tüccarların kapısını tuttukları Hindistan ve Çin piyasalarına doğrudan erişim sağlandı ve ticaret arttı, ticareti yapılan malların çeşidi de. Mevcut lonca üretimi hem bollaşan hammadde hem de genişleyen talep karşısında sınırlı kaldı ve yerini imalatçılığa bıraktı. Ticaret genişlemeyi sürdürdükçe bu sefer imalatçılık sınırlı kaldı ve yerini, buhar ve makinenin mümkün kılmasıyla, dev sanayiye bıraktı. Sanayi de, demir ve deniz yolları ile bütün dünyayı tek bir pazar haline getirdi ve böylelikle çapını büyüttü. Burjuva bu süreçle paralel olarak evrildi: Feodal ekonominin kentlerinde mukim tüccardı ilk önce, sonra artan ticaretle ilk önce imalatçı oldu, sonra da sanayici.
Bu ekonomik evrilişe politik yükseliş de eşlik etti. Feodalite altında ezilen bir sınıfken, imalatçılıkla birlikte aristokrasi ve diğer feodal asalaklara karşı merkezi iktidarı tahkim eden monarşilerin destekçisi oldu. Sanayileşme ile birlikte ise temsiliyet hakkı kazandı ve siyasal egemenliği tek başına eline geçirdi. “Modern devletin yürütme gücü, tüm burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir kurul” oldu.
Burjuva, hem ekonomik evrilişinin hem de politik yükselişinin sağladığı imkanlarla feodal sistemi, bütün sınıfları, bu sınıfları birbirine bağlayan ilişkileri ve o ilişkilerin ideolojileri ile birlikte tarihin mezarına gömdü. Burjuva bunu üretim araçlarını durmaksızın geliştirerek yaptı. Halbuki öncenin üretim araçları durağandı ve onun üzerinden yükselen toplumsal ilişkiler de durağan kalabiliyordu. Ancak, yeni dönem farklıydı. Üretim araçları durmaksızın değiştikçe ve geliştikçe, onun üzerinde yükselen toplumsal ilişkiler de değişti, gelişti, katılaşmaya, köhneleşmeye zaman bulamadı. “Katı olan ne varsa uçar gider, kutsal olan ne varsa dünyevileşir ve insanlık bütün ayık duygularıyla hayatın gerçek koşulları ve kendi cinsi ile olan ilişkileri ile yüzleşmeye zorlanır.” Böylelikle burjuva, insanlar arası ilişkilerde hakim bütün bağları, ailevi, dini, mezhepsel, mahalli, hatta milli, çözdü, yerine yenilerini de inşa etmedi, edemedi.
Yetmedi. Burjuva yeni pazarlar ve hammadde peşinde dünyayı keşfe koyuldu ve bütün dünyayı tek bir piyasanın parçası yaptı. Burjuvanın ağır toplarıydı ucuz fiyatlar, “onunla bütün Çin setlerini” yıktı, “onunla barbarların inatçı yabancı düşmanlığına diz” çöktürdü. Ve nihayetinde bütün ulusları kendi üretim modelini uyarlamaya zorladı. Diğer bir deyişle, “kendi suretinde bir dünya yarat”tı. Böylelikle burjuva kendi ayağının altındaki ulusal zemini, kendi eliyle çekip aldı ve ulus-üstüleşti.
Her Firavun’un vardır bir Musa’sı. Burjuva aynı süreçte kendisinin mezarını kazacak sınıfı proletaryayı da yarattı. Ancak, geçmiş dönemlerden farklı olarak burjuva hem sınıflar arası ilişkileri basitleştirdi hem de sömürünün ideolojik perdesini inceltti, kör göze parmak sokmak misali.
Sınıfsal yapı esasen ikiye ayrıldı: bir tarafta azınlık burjuva, diğer tarafta çoğunluk proletarya ve proletaryalaşma sürecindekiler, kaçınılmaz olarak proletaryalaşacaklar. Aralarındaki ilişki de serbest piyasa üzerinden düzenlendi: proletarya burjuvaya bir ücret mukabili emeğini satıyor, emeğin neticesi ise burjuvanın oluyor. Kısaca, burjuva insanlar arasında var olan ve çözdüğü bağlar yerine, farklı nitelikte, tek bir bağ yerleştirdi: nakit bağını. Ve bu durumu basit bir ideoloji ile mülkiyet hakkı ve serbest ticaret özgürlüğü ile savundu. Kısaca, öncenin “dinsel ve siyasal aldatmacaların peçesi ardına gizlenen sömürünün yerine, çırılçıplak, utanmaz, dolaysız, acımasız sömürüyü” geçirdi.
Burjuva büyüdükçe proletarya da büyüdü. Burjuva ulus-üstüleştikçe, proletarya da ulus-üstüleşti. Böylece başlangıçta birey birey seyreden sınıf savaşı, ilk aşamada mahalli, bir adım ötede ulusal, en nihayetinde ise ulus-üstüleşti. Dünyanın bütün burjuvası bir millet, dünyanın bütün proletaryası da bir millet oldu.
Burjuvanın iç çelişkisi, sonunu getirecek dinamik de, sürece içkin. Üretim araçlarını sürekli geliştiren burjuva, tarihin daha önce şahit olmadığı bir üretim kapasitesine ulaşmış oldu. Ancak o devasa üretimi tüketebilecek bir toplumu da kendi eliyle yok etti. Süreç serveti gittikçe küçülen bir azınlık (burjuva) elinde biriktirirken, gittikçe büyüyen bir çoğunluğun (proletarya) da, makina kullanımı ve iş bölümü ile ücretlerini düşürerek alım gücünü zayıflattı. Tüketilemeyen üretim fazlalığı… İşte ticari-bunalımların sebebi.
Burjuvanın bulduğu çözüm ise kısa vadeli. Var olan üretim araçlarını yok etmek (Burjuva-içi savaş) veya yeni pazarlar bulmak veya var olan pazarları daha da sömürmek. Böyle yaparak da aslında “daha yaygın ve daha yıkıcı bunalımların yolunu” açtı “ve bu bunalımları önlemenin yollarını” tıkadı.
Son ise kaçınılmaz. Sömürünün devamı için gerek şart dahi sürdürülemiyor, ezilen sınıfın en asgari düzeyde de olsa belirli bir standartta yaşamını sürdürebilmesi şartını. Proletarya, modern sanayi geliştikçe, daha da kötüleşen yaşam koşullarında yaşamaya mahkum halde, yoksullaştıkça daha da yoksullaşıyor. “Burjuvazi artık yönetmeye yeterlikli değildir.” Zira, kölesini öyle bir hale düşürmüştür ki, kölesi onu değil, o kölesini beslemek durumundadır.
Komünizm tarihin bu yeni sınıf savaşının teorisidir. Bu savaşı tarif eder, aşamalarını ortaya koyar, böylelikle bu savaşı fark etmeyenlere fark ettirir, görmeyenlere gösterir, duymayanlara duyurur. Kısaca, komünizm proletaryanın bir sınıf olarak oluşmasına/bilinçlenmesine katkı yapar, ta ki, proletarya birlik olsun, burjuvanın egemenliğine son versin ve siyasi iktidarı ele geçirsin. Komünizmin en nihai ideali ise burjuva özel mülkiyetini, başkasının emeği ile oluşan ve büyüyen mülkiyeti, ortadan kaldırılmaktır. Canlı emeği sermayenin boyunduruğundan kurtarıp, sermayeyi canlı emeğin “yaşamını genişletmenin, zenginleştirmenin, geliştirmenin” aracı kılmaktır.
Her halükarda mülkiyet halkın ancak azınlık bir grubunun elinde birikmiştir. Kahir ekseriyet zaten mülksüzdür. Komünizmin kaldırmak istediği işte bu eşitsiz dağılımı yaratan ve sürdüren mülkiyet sistemidir. “Komünizm, toplumun ürünlerini mülk edinme gücünden yoksun bırakmaz… başkalarının emeğini boyunduruk altına alma gücünden yoksun kılar, o kadar.”
Burjuva özel mülkiyetinin kaldırılmasıyla, o mülkiyetle ilişkili, burjuvanın sınıfsal hegemonyasına hizmet etmek üzere inşa edilen her şey de, kültür de, aile yapısı da, eğitim de, hukuk da elbette değişecektir. Ancak, önemli olan nokta şudur: Proletarya, bu tarihi misyonu yerine getirirken, toplumun sınıfsal yapılanmasının da varlık koşullarını ortadan kaldırmış olacak, kendi sınıfsal egemenliğine de son verecektir.
“Proleterlerin zincirlerinden başka yitirecekleri bir şey yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır. Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!”
* * *
Batı siyaset felsefesinde Plato bir geleneğin başlangıcıdır, Hannah Arendt’ten ilhamla söylersek, Karl Marx ise sonu. O gelenekte, mağara alegorisini hatırlayın, insanlık bir karanlıkta yaşamaktadır, bildikleri ise gerçeğin kısıtlı bilgisidir, gölgesi. Gerçek ise ötelerdedir, insanın yaşadığı koşulların ötesinde. Filozofun görevi, insanlığın yaşadığı koşullardan sıyrılmak, ayrılmak ve gerçeğin tam bilgisini edinmektir, daha sonra insanlığın koşullarına geri dönmek ve onların sadece gölgelerini gördüğü şeylerin gerçeğini anlatmaktır.
Karl Marx ise insanlığın içinde yaşadığı koşulların ötesinde bir şey olmadığını ilan etti ve insanın o koşullar içinde elde edilen bilginin, o koşulların perdesi olduğunu, o koşulların ağırlığından kaçış olduğunu. Filozofun görevi, artık insanın yaşadığı koşulların ötesini görmek, bir sırra vakıf olmak değil; bütün detayıyla o koşulların, sebep ve sonuçlarıyla resmini çizmek, insanlara o koşulları acımasız bir dürüstlükle anlatmak, o koşulları perdeleyen bilgilerin ve ideolojinin de aynı düzeneğin bir parçası olduğunu göstermektir.
Marx siyasi bir düşünce geleneğinin sonudur. Ancak yeni bir araştırma geleneğinin başıdır da. Ve o gelenek son derece basit, ancak çarpıcı bir gözlem ve iddia ile başlar, en yakın dostu ve birinci talebesi Friedrich Engels’in tarif ettiği gibi. İnsanlık her şeyden önce yemek, içmek, barınmak ve giyinmek zorundadır. Bu en birincil ve acil ihtiyaçlarını nasıl ürettiği ise inşa edeceği devleti, hukuku, sanatı, dini, vesaireyi yoğurur, şekillendirir, etkiler. Bu gözlem ve iddia üzerinden bir araştırma geleneği serpildi, devasa boyutlara ulaşacak sosyal ve insani bilimlerin her alanına sirayet etti ve insanlığın serüvenini anlamamıza ve açıklamamıza yardımcı oldu.
Marx, içinde yaşadığımız çağın ekonomi-politik röntgenini çekti, hepimizin artık uzvu olduğumuz, uzvu olduğumuz için de tarafından yoğrulduğumuz, kapitalist ekonominin tabiatını gözler önüne serdi, bu sistemin ürettiği can yakıcı servet ve gelir eşitsizliklerine dikkat çekti ve bu eşitsizliklerin perdelenmesinde en geniş anlamıyla ideolojinin ifa ettiği role işaret etti. Marx büyük resimde yanılmadı. Geçmişi çok keskin ve net bir şekilde gördü, geleceği değil. Sosyal bilimci olarak zirveydi. Kahin/peygamber olarak değil.
Hakkını teslim etmek gerekirse Marx, kahin de değildi, tarihi kaderci de. Tarihi yapan da yazan da en nihayetinde insandı. Marx, bu liberal bireyci iddiaya önemli bir kayıt ekledi. İnsan kendini içinde bulduğu koşullarda yapardı onu, keyfince değiştirebileceği koşullarda değil. Tarih elbette farklı sınıflara farklı imkanlar sunardı. Ancak, sınıfların o imkanları değerlendirip değerlendirmemesi, sınıfsal iradenin ortaya konmasına bağlıydı. Marx, sınıfsal dinamiğin koşullarının nasıl evrilebileceği konusunda yanıldı: Burjuvanın, veya elinde olduğu modern devletin yapabileceklerinin, elinde var olan kozların çeşitliliğinin tespitinde.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev. Celal Üster ve Nur Deriş, Can Yayınları, 2008.
Fotoğraf: Steve Harvey