[voiserPlayer]
Yaptığı her yapım ile kendisinden söz ettirmeyi başaran Gaspar Noe’nin son filmi: ‘’Vortex’’. İlk gösterimini 2021 yılında Cannes’da yapan ‘’Vortex’’ filmi 41. İstanbul Film Festivalinden Uluslararası En İyi Film Ödülünü almayı başardı. Bunun yanında FIPRESCI ödülü de aldı. Gaspar Noe’nin, Vortex filminin Kadıköy Sinemasındaki akşam gösterimine ve sonraki gün Atlas Sinemasındaki gösterimlerine katılıp film sonunda izleyicilerin sorularını yanıtlaması kamuoyunda oldukça dikkat çekmişti. Bu sürpriz sinemaseverleri oldukça heyecanlandırmıştı.
Fransız yönetmen Gaspar Noe, daha önce çokça konuşulan ‘’Dönüş Yok’’, ‘’Climax’’ ve ‘’Lux Æterna’’ filmlerinin yönetmen ve senaristliğini yapmıştı. Bu filmlerde en dikkat çekici taraf ışıkların yoğun olarak kullanılmasıydı. Bu filmlerde bizlere ışıklar göz kırpmaktaydı. Ancak son filmde ışıkların bu kadar yoğun kullanılmadığını görüyoruz. Senaryosu da diğer filmlerden çok daha ağır ve yavaştı. Bu yavaşlığın olması gereken bir yavaşlıkta olduğunu düşünüyorum ben. Filmde müzik kullanımı neredeyse yok denecek kadar az. Genellikle hayatın sıradan sesleri aktarılmış ve sahneyi destekleyecek ekstra bir müziğe ihtiyaç duyulmamış.
Gaspar Noe Vortex filmini “yüreklerini yitirmeden önce akıllarını yitiren tüm insanlara” adıyor. Bu haliyle filmin ana temasını çiziyor aslında. Noe, vermiş olduğu bir röportajda büyükannesi ve annesinin bunama hastalığı ile mücadele etmesinden bahsediyor. Film bu yaşanmışlığı derinden hissettiriyor. Röportajda Noe, beyin kanaması geçirdiğini, ‘’Ölümle yüz yüze geldiğini’’ ve filmdeki anne karakterinin yaşadıklarını yaşadığını söylüyor.
‘’Gece olunca da, korkarak
Yatarım yine yatağıma:
Burada da yine yok huzur,
Ürkütür beni vahşi rüyalar.
Gönlümdeki tanrı,
Derinden sarsar benliğimi;
Tüm güçlerimin hakimi,
Harekete geçiremiyor hiçbir şeyi:
Ve böylece yüktür bana var olmak,
Arzularım ölümü, nefret ederim hayattan.’’[1]
Film, iki ayrı pencereye ayrılmış bir kadrajda izleyiciye sunuluyor. Bu haliyle Noe’nin Lux Æterna filminde uyguladığı tekniği bu filmde de uyguladığını görmekteyiz. Lux Æterna’dan farkı, film boyunca bölünmüş ekranın değişmemesi. Filmin konusuna değinecek olursak; Film, anne (Elle), baba (Lui), genç adam ve bir çocuk karakterinin oluşturduğu aile grubunda geçiyor. Film boyunca anne ve babanın isimleri söylenmiyor. Bu çiftin çocuğunun ismi olan Stephane ve Stephane’nin küçük oğlu Kiki’nin isimleri geçiyor. Filmde annenin bir tür unutma hastalığına sahip olduğu (demans), film başladıktan kısa bir süre sonra bizlere sunuluyor. Yaşlı bir çift olan anne ve babanın uzun bir ilişkiyle kendilerinde inşa ettikleri geçmiş algısı yavaş yavaş çökmeye başlamıştır. Anne eskiden psikiyatr’dır. Kendi ilaçlarını da kendisi yazmaktadır. Baba ise bir film eleştirmenidir. Son üç hafta içinde eşinin hastalığının giderek artması sonrası ölümün yaklaştığını hisseden çiftin tedirgin halleri izleyiciye aktarılıyor.
Filmdeki yaşlı, genç ve çocuk karakterlerin bir masada toplanması ise tek karede bir hayat döngüsünü gözler önüne seriyor. Genç, hem çocuğunun hem de annesinin ebeveyni olmuştu. İnsanın, çocukluktan başlayarak deneyimler yoluyla kendinde yarattığı gerçeklik algısının çöküşü karşısında aslında yaşamayı da unuttuğunu hissettiriyor film boyunca izlediklerimiz. Ortak bir geçmiş yaratmış olan anne ve baba bu geçmişin yok edilmesinden dehşet duyuyor. Çünkü aslında, bu şekilde hayatlarının da son bulacağını biliyorlar. İnsanı hayatta tutan, gerçek zannettiği, yaşanmaya değer gördüğü ve yaşadığı deneyimlerin her daim onunla olmasıdır biraz da.
Bir sahneye özellikle değinmek istiyorum: Baba karakteri film boyunca, filmler ve rüyalar hakkında bir kitap yazıyor olduğunu ifade ediyor. Bunun için bir şeyler okuyup yazıyor. Kendisi duş alırken eşi yazdığı ne varsa hepsini toplayıp klozetin içine atıp sifonu çekiyor. Bunu gören baba aklını oynatacak gibi oluyor ve sanki acıyla sızlanarak şunları söylüyor ‘’Kağıtlarımı, kitabımı yok ettin. Tüm kağıtlarımı, yazdığım her şeyi… Sana artık deli bile diyemiyorum. Sen onu bile aştın.’’ Baba’nın uzun uğraşlarla yazdığı bu kağıtların bu kadar basit şekilde yok edilmesi karşısındaki afallama ve kendinden geçme haline, anne hiç aldırış etmiyor. Hastalığı dolayısıyla bilincini doğru bir şekilde kullanamamanın getirdiği bir durumun sonucuydu bu. Ancak baba yine de eşinden ayrılmak, huzur evine gitmek istemiyor. Her ne kadar kendilerinin artık bir şeyleri halledecek durumda olmadıklarını bilse de huzur evinin asıl yok oluşu olduğuna inanıyor.
Bir başka sahnede baba, torununa oyuncaklarla çok ses çıkardığı için büyük bir hışımla kızıyor. Diğer sahnelerde eşinin de çocuk gibi davranması ve çocukça hareketler yapması karşısında da öfkeleniyor. Burada da çocukluk ve bunamışlık arasındaki benzerliklerin işlendiğini düşünmekteyim. Aslında, çocuğun bir deneyimler bütününe sahipsizliği ile bunamış ve hasta olan annenin artık deneyimlerini unutması sonrası yaptığı hareketlerin benzerliği çok başarılı bir şekilde işlenmiş.
Film çocukluk, gençlik, yaşlılık, hastalık ve ölüm temalarının etrafında geçmişe yabancılaşmanın, geçmişin yok olmasıyla beraber şimdinin de yok olmasına, aslında yaşlılık ve hastalık haliyle birlikte sona yaklaşmanın aynı zamanda bir son olmasına başarılı bir şekilde değinmiş. İlk sahnelerde radyodan gelen bir konuşmada ölüm ritüellerinden bahsediyor ve ölümün bugün modern batı ülkelerinde toplumdan soyutlandığına değiniyordu. Batı toplumlarında özellikle bireyselleşme ile birlikte çekirdek(anne, baba ve çocuk) aileden oluşan yapıda eskiden olduğu gibi ölüm ritüelleri büyük ve geniş bir zamanda gerçekleştirilmiyor. Bunun yerine hastanede bulunan ölü, eşi ya da çocuğu tarafından görülüp gömülüyor. Bu haliyle ölü, toplum tarafından fark edilmiyor. Sadece hastanelere özgü bir motif olarak kalıyor.
Anne karakterinin yaşadığı son zamanlar Sylvia Plath’ın şu cümlesine öylesine benziyor ki: ‘’Karanlığın sızdırdığını görüyor musunuz çatlaklarımdan? Tutamıyorum içimde hayatımı.’’ Anne karakterinin sonuyla Plath’ın sonunun benzerliği de insanı derinden etkileyen bir detay.
Son sahnede ise oğul Stephane annesinin vasiyeti olan öldükten sonra yakılma isteğini gerçekleştiriyor. Bu haliyle annesine karşı vefa borcunu ödemiş ve aslında filmin başında radyodan seyirciye dinletilen ‘’sonuçta sevdiğimiz birinin bedenini yerde çürümeye terk etmek bizi utandırırdı, onlara bir mezar inşa edip toplumsal bir ritüel gerçekleştirmemiz gerekir, ağlarız ama birlikteyizdir’’ cümlesinin gerçekleştirildiği gösteriliyor.
Ölümleriyle birlikte artık hiç var olmamış oldular. Onların anılarıyla anlam kazanan her eşya bir yokluk halini almıştır. Bir zamanlar her köşesinde bir yaşanmışlık bulunan ev, artık sıradan bir duvarlar ve kapılar bütününe dönüşmüştür. Üzerinde bir yaşanmışlık bulunan ve bu yaşanmışlığın anlam bulacağı bir hayat olduğunda bir anlamı vardır şeylerin.
Belki biraz iddialı olsa da hayat dediğimiz oyunda kuralları unuttuğumuzda bize bir yer kalmamıştır artık. Sevginin ve vefanın da bir önemi kalmamıştır. Aksi takdirde bunlar insan için son olacaktır. Çocukken kuralları yeni öğrenmeye başlamışızdır ve kurallara uymayı vadediyoruzdur. Yaşlılık ve bunama ile birlikte bütün bir yaşam boyunca öğrendiğimiz kurallar yok olmaya başlar. Vadettiğimiz bir şey kalmamıştır bunun ağırlığı altında ezilmekten omuzlarımız çökmeye başlar ve sonunda tamamen yıkılırız.
Her ne kadar vizyondaki sinema filmlerine alternatif bir tercih olması beklense de gözlemlediğim kadarıyla film küçük bir kesimin dikkatini çekmiş ülkemizde. Film, Gaspar Noe’nin en sevdiğim filmlerinden biri oldu.
[1] Goethe, Faust, Çev. İclal Cankorel, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2021, Sayfa 84.