[voiserPlayer]
Öncelikle Daktilo1984’ün yeni yaşını gönülden kutluyorum. Türkiye’de toplumun kolektif özneleşmesine, öğrenerek demokratikleşmesine ve özerkleşerek özgürleşmesine yapacağı besleyici entelektüel ve verimli düşünsel katkıların nice yıllar sürmesini diliyorum.
Tabii bu dileğim bazılarının dillerine yıllardır dolamış ve kafalarına kazımış olduğu gibi, sanki bu ülke kolay kolay demokratik olamazmışçasına umutsuzluk ifadesi gibi okunmamalı. Veya tersine, Daktilo1984’ün görevi veya işlevi çabuk tamamlanacak ve kurumsal ömrü de kısa olacakmış filan gibi ironik de durmamalı.
Fakat saydığım kolektif gelişimsel meseleler Türkiye’nin gündeminden daha uzun süre düşeceğe benzemiyor. Zaten bunlar da son derece dinamik, koşulsal ve ucu açık süreçlerdir. Sürekli beslenmek, güncellenmek ve güçlenmek isterler.
Başka bir deyişle, demokratik toplumsal yaşamın daha iyisi, doğrusu, güzeli, özetle daha yüksek niteliklisi her zaman vardır ve olanaklıdır. Yani tıpkı bir zamanların bir deterjan reklamında olduğu gibi: “Beyazın da beyazı vardır!”
1984
Tesadüfen Daktilo1984’ün adında da geçen 1984, aynı zamanda da George Orwell’in çok tanınmış distopik romanı. Yayımlanalı da tam 73 sene olduğu halde bugünün totaliter ve despotik baskıcı siyaset ortamlarında adı yine sık geçer oldu.
Orwell insanların tüm yaşamlarını düşüncelerine varana kadar kontrol eden, devlete karşı olası her türlü başkaldırıyı tamamen yok edecek “düşünce suçlarını” falan da icat eden “Büyük Birader”i alegorik bir biçimde yazdı. Fakat her yerde gözü ve kulağı olan bu fantazmik güce ve sisteme karşı tüm uyarılarını, kendisi de ondan on sene önce yazdığı kitabından (The Road to Wigan Pier) ötürü gözetleme altındayken yaptı. Zira o kitabı da 2. Dünya Savaşı öncesi Kuzey (Güney’den “ayrışmış”) İngiltere’deki yoksulluk, işçi sınıfı, eşitsiz ve adaletsiz toplum düzeni üzerine sosyalist bir eleştirel inceleme idi.
Dünyada totaliter devlet yönetimlerinin ve enformasyon devlerinin kitle iletişim ve diğer gözetleme teknolojileri ile “insanlar üzerindeki kontrol güçleri” daha çok fark edilir oldukça, 1984’ün yıldızı iyice parladı. Kitap 1916’da yeniden öne çıktı ve en çok satanlar arasına girdi. İronik olarak, bazı ülkelerde komünizm propogandası, bazılarında da komünizm karşıtlığı yapıyor diye sıklıkla en çok yasaklananlar listesinde de yer aldı.
O bakımdan Orwell’e de bugünleri öngören bir “gelecekçi” gözüyle bakılıyor. Dahası, Orwell’in kitabın adını ilk önce 1980, daha sonra 1982 yaptığı ve en sonunda da bitirdiği yıl 1948’i tersine çevirmekte karar kıldığı da söylenir. Her halükarda, 1980 (veya 1980’ler) türlü tarihsel, sosyolojik, siyasi, kültürel ve psikolojik sebeplerle tüm modern dünya ve Türkiye için önemli bir kırılma noktasına işaret eder.
Denetleme Siyaseti ve Gözetleme Toplumu
1984’ün Türkçe’ye ilk çevirisi 1984’te, ikincisi geçtiğimiz sene yapıldı. İlk Foucault çevirileri de 1980’lerin ortalarında tek tük başladıysa da Disiplin ve Ceza: Hapisanenin Doğuşu 1992’de çevrildi.
Başta Foucault ve Foucault’giller olmak üzere, diğer bazı toplum kuramsal çözümlemeleri, Orwell’in popülerleştirdiği denetleme ve gözetleme toplumu fikrine sıklıkla benzetenler olur. Elbette bu analizlerdeki modernleşmenin muhtelif tarihsel süreçleri boyunca, özellikle de panoptik hapishane, modern tıp, devlet üniversitesi gibi temel reformist söylemler ile bireyler haklar talep ettikçe, devletleri yönetenlerin bundan rahatsız olmaları ve hatta tehdit hissetmeleri oldukça benzer bir durumdur.
Tabii ek ve farklı olarak, daha önceleri beden politikalarının daha açıkça uygulandığı, yani ulu orta gösteren (spactacle) kültüründen, gözetleyen (surveillance) ve hapseden (carceral) kültüre geçişlerin incelikleri de vardır. Bireylerin özel yaşamlarına kadar “dışardan” sızan aygıtlarla izleme, denetleme ve baskıcı kontrol yerini muhtelif mekanizmalarla “içerden” denetleyen işbirlikçi yöntemlere bırakır.
Anayasa başta olmak üzere bunlar yasalara yerleştirilir, örneğin. Temel toplumsal kurumların yönetmelik ve normlarına, gerektikçe yenilenen ve güncellenen uyum müktesebatlarına yedirilir. Daha da önemlisi toplumlaşma pratiklerindeki disiplin ve ceza sistemlerine yönlendirilir. Yani özneleşmekte olan bireylerin bunları içselleştirmesiyle “içerden” denetimlere ve gönüllü işbirlikçi otosansürlere geçilir.
1980’lerden bu yana, birbirlerini karşılıklı belirleyen (1) neoliberal ekonomik model, (2) tüketimci ve doğayı talan edici küresel kapitalist ahlak, (3) eşitsiz ve adaletsiz toplumsal düzen,(4) evrenselci bilim ve teknoloji, (5) hızlı dijital iletişim ağları ve kültür endüstrisi, (6) araçsal demokrasi aygıtları, (7) türlü postmodernist entelektüel dalgalar ve popülist kimlikçi politikalar hızla tüm dünyayı kuşattı.
Öncü liberal, önce sanayileşmiş veya gelişmiş ülkelerde de ideal yönetim biçimi olarak temsili demokrasi, ütopik hedeflerine yaklaşmak şöyle dursun, onlardan uzaklaştı. Hatta ters yöne koştu ve çöktü. Dolayısıyla dünya toplumlarındaki küyerelleşme (glocalization) ile birlikte çürümüş siyasi ahlak, araçsal demokrasinin popülist retorik ve diğer stratejik taktikleri pandemi gibi her köşeye bulaştı.
Kolektif Bilinç ve Entelektüel Siyasi Ortam
Bu meselede ve bu yazı bağlamında bizim için birincil önemli olan konu genel olarak dünyaya bakış açılarının, belirli iktisadi, toplumsal, siyasi ve kültürel sorunları anlama ve çözme biçimlerinin tarihselliği.
Nitekim başlıkta kullandığım 2+2=5 Orwell’in romanında totaliter devletin zihin kontrolüne işaret eder. Komünist Parti’nin Hakikat Bakanlığı, Düşünce Polisi, vb devlet aygıtları, propoganda mekanizmaları ve beyin yıkama yöntemleri ile 5 yıllık planını 4 (2+ 2) yılda nasıl hızla gerçekleştireceğini anlatan bir slogan.
2+2=4 gibi doğruluğu tartışmasız kabul edilen bazı hakikatlerin yanlışlanabileceğini veya “savaş barıştır” ifadesinde olduğu gibi tersine bile çevrilebileceğini gösterir.
Kaldı ki, Orwell ile eşleştirilse de 1864’te yazdığı Yeraltından Notlar’da (Rus kültürü, hapishane, baskı ve insanın özgürleşmesi gibi konuları iyi bilen) Dostoyevski de 2+2=5 sembolünü kullandı.
Özetle, 2+2=5 insana özgü bilişsel muhakeme potansiyeline ve doğruyu yanlışı kendi iradesiyle seçme özgürlüğüne işaret etti. Hatta ondan da daha önce sanatta, edebiyatta ve şiirde başkalarınca da yer verildi bu sembole. Fakat her halükarda, tarihte her zaman var olmuş entelektüel karşıtlığını da ifade etti. “Aşikar hakikat” veya “saçma” olan hakkındaki felsefi argümanların popülist olan ile eşitsiz rekabetini anlattı.
Dolayısıyla, belki de meselenin bizim için kaygı veren yanı totaliter bir devlet, başka bir süper güç veya tanrısal bir üst akıl tarafından bütün bir toplumun veya bireysel zihinlerin kontrolünün tamamen mümkün olduğu düşüncesinin yaygın kabulü olmalı.
Belki de daha somut şöyle sorulara yanıtlar aramalı: Bu bireysel ve kolektif davranışlar hangi kültürel, akademik ve entelektüel ortamlarda besleniyor? Komplo kuramları hangi tarihsel, iktisadi, toplumsal, ahlaki, siyasi ve psikolojik ortamlarda ön plana çıkıyor? 1984 gibi bazı kitaplar hangi toplumlarda ve siyasi konjonktürlerde çok satıyor? Kimler için ne gibi işlevler görüyor? Ne gibi başka istenen veya istenmeyen durumlara yol açıyor? Eğer başa çıkmak gerekiyorsa da neler yapmalı?
Eleştirel Düşünme ve Umutlu Gelecek İçin
Kanımca dinç zihinlere hitap eden ve kuşaklararasında son 30 yılda giderek iyice derinleşmiş ve genişlemiş uçurum üzerinde bilgi ve düşünce köprüsü kuran genç bir yayın kurumu olarak Daktio1984 ile de en çok ilgili gördüğüm nokta ise şu: Türkiye’de kolektif bilincin mevcut ve farklı yönlere evrilmekte olduğu bu “geçiş döneminde” entelektüel bir eleştirel düşünme platformu olarak nasıl özgürleştirici roller oynayabileceği. Toplumun, bireylerin ve insanlığın kainatla birlikte “eşvaroluş” (coexistance) konularında yararlı olabilecek ne gibi proaktif katkılar yapabileceği.
Bu bağlamda önemsediğim ve bazı merak ettiklerim de yok değil tabii: Örneğin, sadece küçük bir kısmına işaret edebildiğimiz muhtelif güçlü veya güçsüz görüşlerin, şanslı veya şansız alternatif düşünsel akımların ülkenin entelektüel ortamındaki karşılığı ve temsiliyeti nedir? Bunlar nasıl bir siyasi ve kültürel zamanlama ile dolaşıma giriyorlar? Hangi yöntemler, dogmalar veya düşünsel diller ile ele alınıyorlar? Gerek içerik, gerekse biçim ve biçem olarak nasıl tartışılıyorlar ve yorumlanıyorlar?
Kendi toplumcu analizlerim açısından son soruyu özellikle önemli buluyorum. Örneğin, bugün belki de 1984 kadar çok satmaya ve konuşulmaya namzet bir kitap yayımlandı: Yaklaşan Kasırga. Kitabın sosyal ve geleneksel medyada bol görünürlüğü, keskin gözlemleri, ifadeleri ve siyasilerle yakın ilişkileri olan yazarının, yani Levent Gültekin’in daha kitap çıkmadan önceki kendi tanıtımlarından, yeterince provokatif olduğu belli. Zamanlaması da malum.
Türkiye’nin son 20 yıllık siyasi, yani mevcut iktidar döneminde “bu kadar da rastlantısal olmaz” dediği “bilgi, belge ve olguları” birleştirerek kurduğu anlatısını sunarken “komplo kuramı değil” diyor. Fakat bütün gösterge parmaklarıyla “gizli bir elin” ülkenin yakın geçmiş yazgısını adeta tasarladığına işaret ediyor. Yani tıpkı “muhafazakar dindar” veya “seküler bilimci” bir önden-belirlenmiş (pre-determined) “akıllı tasarımla yaratılmış evren” ön kabullü bir içerden/dışardan “düşman” zihniyeti ve “derin devlet” anlayışı. “Kuşkucu” veya evhamlı, kendine ve tüm toplumuna güvensiz toptancı bir yaklaşımla. Yani bireysel-kolektif özneyi tamamen edilgenleştiren. Diğer yandan da ve son derece ironik ve paradoksal olarak, ülkeyi yeniden/güçlü demokrasiye dönüştürebilecek toplumsal aktörler arayan.
Toplumun kafası zaten aşırı karışık. Üniversite çoktan can çekişe çekişe öldü. Özellikle geçtiğimiz 20 yılda sözde “toplum ve beşeri bilimsel” tartışmalar popüler ve iyice niteliksizleşmiş medyaya aracılı veya aracısız taşındıkça, zihinler iyice bulandı.
Artık kamusal alandaki bu “kakofonik meydan”ın sayısız “abdurrahman çelebilerle” dolup taştığı bir dönemdeyiz. Dolayısıyla, vasatlığın değer gördüğü, entelektüel karşıtlığının aşırı yükseldiği böyle bir düşünsel ve kültürel ortamda, türlü görüşlerin eleştirel ve uygar biçimlerde etkileşmesi her zamankinden çok daha büyük bir önem taşıyor. Fakat sanırım ondan da önce ve özellikle bu kritik siyasi konjonktürde, “sapla samanın” biraz ayırt edilmesi gerekiyor. Daha önce de yazmış olduğum gibi, kanımca ortak kavramsal dilin oluşabilmesi için uygun mecra ve formatların sağlanması ise öncelikli görünüyor.
O halde ben de en baştaki dileğime dönerek bu yazımı tamamlıyorum: En iyi dileklerimle ve umutla Daktilo1984’ün yolu açık olsun diyorum.