[voiserPlayer]
Türkiye’de muhalefet hizalanmalarında temel bir haklılık argümanı AK Parti’ye en hakiki, en cepheden karşıtlık; yani AK Parti’nin ve temsil ettiklerinin yüz seksen derecede zıddı konumlanma iddiasıdır. Öyle ya da böyle herkes özgüvenli şekilde AK Parti’nin en azılı, cepheden muhalifidir ve kendisi gibi olmayan; ancak şeklen ya da görünürde muhalif olanlara yüksek perdeden had bildirir. Bu iddialar ise elbette AK Parti ve temsil ettiklerinin örtük belli tanımlarını içerir. Burada ise elbette sübjektivite devreye girer. AK Parti sosyalist muhalif için öncelikle sağcı ve neoliberal iken bir liberal için popülisttir; açık toplum, çoğulculuk ve liberal demokrasi düşmanıdır. Bir milliyetçi için ise AK Parti öncelikle “Barış Süreci” ve “Açılım”dır; onu tanımlayan ana haslet (siyasi İslamcılığın ve ümmetçiliğin doğası gereği) Türkiye cumhuriyetine ve ulus-devletine (hatta daha ırkçı ifadelerinde “Türk’e”) düşmanlıktır. İkilik bu eksende çizilir. Oysa ki liberal için ise tam aksine İslam soslu hamaset ve otoriter devletçilikle tanımlıdır ve ikame edilmesi gereken liberal demokrasidir. Elbette bir Kemalist/Atatürkçü için eksen Atatürk cumhuriyeti vs. cumhuriyete düşman İslamcılık temellidir. Daha Kemalist/ulusalcı hallerde ise buna mutlaka gericiliğin mütemmim cüzü olarak emperyalizmin taşeronluğunun iliştirilmesi eşlik eder. O sebeple antiemperyalizm, Batı ittifakından çıkış ve icabında Avrasyacı bir konumlanma AK Parti karşıtlığının mutlak koşuludur. Sosyalist içinse AK Parti’nin neoliberalizmine karşı kapsamlı sosyalist programlar dışındakiler 12 Eylül restorasyonundan ibarettir.
Tüm bu haklılık ve üstün gelme stratejileri esnemez ve mutlak ikilikler kurmaya dayalıdır. Öyle ki bu ikilikleri aşan kompleksiteler, iç içe geçmişlikler söz konusu olamaz. Bu ikilik mekanizması zaten bir muhalifin en konforlu şekilde kendini “en AK Parti karşıtı” konumlanmasını kolaylaştırır. Pekala Barış Süreci’nin kanlı bitişinin ardından tüm HDP tutuklamalarına, Demirtaş’ın kalıcılaşmış hapsine ve olan bitene karşın AK Parti’nin Kürt işbirlikçiliği anlık pratiklerden değil özsel ve verili bir ideolojik çizgiden kaynaklanır. Zira tüm “cumhuriyet düşmanları” Hoybun’dan PKK’ya ortaklık içindedir ve dolayısıyla zevahir ve anlık ve geçici görüntüler ne olursa olsun birbirleriyle ters düşemezler. Benzer şekilde liberallerin de “cumhuriyet düşmanlığı” sabit olduğundan AK Parti’ye karşıtlıkları sadece konjonktüreldir, satıhdadır. Zira özsel olarak bu uzlaşmaz ikilikte aynı tarafta hizalanmaları ideolojik bir zorunluluktur.
Burada “cumhuriyet”, “Atatürk”, “Türklük” gibi simgeler bu tarihsel olarak verili ve zaman içinde değişmez ikilikleri çizmede ve karşıtlıkmetrede sahte ve hakiki muhaliflikleri ölçerek ayrıştırmada işlev görürler. Elbette bunların hepsi kendine referanslı simgelerle, kimliklerle dövünmektir. Liberaller, sosyalistler vs. için AK Parti’nin otoriterliği Kürt meselesindeki ceberrutluğunda kristalize olmaktadır. O halde indikatör bu noktadadır. Pekala bu meselede başka bir tavır almayanın AK Parti karşıtlığı ancak yüzeydedir; “yerli milli muhalif”tir. Bunlar uzatılabilir. Ancak duygusal yoğunluğu olan iki sözde indikatöre burada değinmek faydalı olabilir. Birincisi “öfke”dir. Yani AK Parti muhalifliğinin derecesinin en kesin ifadesi tekele alınmış öfke derecesidir. Derecesini göstermek üzere teatral ifade edilen ve gücünü hasmını boğucu olma iddiasından alan isyankar ve boyun eğmez öfkenin kaynakları değişebilir ancak öfke her zaman en temiz haklılık ispatıdır. “Öfkeli genç Türkler” sosyal medyada bir süre estirilmeye çalışılan furyaydı. Bu öfkenin içerdiği intikamcı hissiyat da AK Parti’ye duyulan hıncın boyutunu tescillediğinden en hakiki ve cepheden muhalifliğin beratıdır. Zaten yine öfke gösterileri aynı iddiayı ifade kanallarıdır ve (en son göçmen mevzunda tetiklendiği üzere) “gevşeklere”, “işbirlikçilere”, “kökü dışarıdakilere” karşı haklılığı perçinlediği gibi haklılık da öfkeyi haklı kılar.
Paralel şekilde Atatürk imgesi benzer bir duygusal yoğunluk ve haklılık indikatörüdür. “Atatürk’le sorunu olanlar”ın muhaliflik iddiaları şüphelidir. Yine vatanseverliği ve cumhuriyeti tekellerine alanlarca daha da belirsiz ve müphem “cumhuriyet” aynı şekilde koşulur. Zaten bu kullanımların aynı anda sağ ve sol tanımlamaları faaldir ve çoğu zaman birbirlerine çelişki arz ederler. Onu sosyal demokratlık ve değerler dünyasıyla hemhal kılan ikilikle onu kaba ulus-devletçilik olarak tanımlayan ikilik birbirleriyle de alternatif tahayyüllerle de mutlak ahlaki ikilikler kurarlar. Kuşkusuz seslendikleri yüksek ahlaki kürsüden kolaycı yaftalarla düşünmeye eğilimli liberal ve sosyalist ahlaki ikilikler de mebzuldür. Çoğu zaman da toplumsal olgularla normatif önermeler birbirlerine karışır, normatif önermelerden toplumsal olguların nasıl işlediğine dair bilimsel yorumlara varılır. Gerektiğinde seçmeli zorunlu biyoloji dersi alırız. Cinsel kimliklerinden mağdurlarla ortaklaşmak derken hakiki dayanışma için insanlar dünyanın dört bir tarafındaki göçmenle, yoksulla, And dağlarındaki yerlilerle, Kürtle dayanışmak zorunda olduğu dersini alırlar; zira öyledir. Normatif ve ahlaki önermeler bilime dönüşür. Haliyle tarihsel olgu ve kavramlara ahlakilik ve özsellik atfeden tüm bu simgesellikler konuşulacak zemini de kaydırmaktır. O halde konuşma zemini inşası tüm bu kendine referans içeren simgelerden arındırılmayı gerekli kılar.
Peki AK Parti’ye neden karşı olunması gerekir? “Karşıtlık ölçütü” nedir? Bu zaten post-AK Parti Türkiye tahayyülünü de berrak şekilde ortaya çizecektir. Bu soruya en zararsız, “makul”, üzerinde hemfikir olunacak ölçüt hukuk devletinin, adaletin, liyakatin hakim olması, yolsuzluk düzeninin son bulması, iktisadi düzelme gibi gerekçelerdir. Bunlara itiraz edecek herhangi bir insan ya da ideolojik/fikirsel hat yoktur. Ancak elbette hukuk devletinin hakim olması hoş bir önerme olsa da bu süreçler basitçe bir kararın alınması ve pürüzsüz uygulanmasından ibaret değildir; zaten ülkedeki hukuk devleti yoksunluğunun sebebi de bu değildir. Keza eğitimin hali de liyakatin yokluğu da… Bu noktalarda somuta inilebilir.
Elbette karşıtlık derecesinden haklılık kriterleri ve ölçütleri tamamen safsatadır. Siyasi değerler, çerçeveler ve aynı şekilde ahlaki, doğru ve “iyi” olanlar mukayeseli şekilde anlamlandırılamaz. Gerekli olan alternatif ve meydan okuyan bir kurucu iradenin ilkeleri ve esaslarıdır. Türkiye’de yanlış olan bu ilke ve değerlerle tamamen bağı kopmuş yönetim iradesidir. Çıkışı ise bunların tesisidir. Bugüne dair anlamı olmayan tarihsel gönderme ve referanslar, duygu-yoğun ve yaftalamak üzere ahlakileştirilmiş önermeler, simgeler bir kenara bırakıldığında daha somutlaşan bir kurucu iradenin içeriğine geçilebilir. Bu, denildiği gibi evrensel ilkelerin ve değerlerin ve bu temelde bir siyasal düzenin ikrarından geçer. Siyaset sanatı ise bunları toplumsal rızayla bağdaştırabilme hüneridir.
Bu esaslar ise “kimlikçi” değil evrensel hak, özgürlükler ve değerlerin ortaklaşmasından geçmektedir. Elbette John Rawls’un adalet teorisini hatırlatan şekilde adaletsizliğin mağdurlarının kimliklerinden değil mağduriyetlerinden kaynaklı tanınma talepleri ve haysiyetlerinin saygıya layık olması prensibine kimlikçi yaftası yapıştırmak kolay olandır. Öte yandan bu hakları evrensel değerler üzerinden ortaya koymaktan çok, kimliklerin tanınma talepleri söylemlerine sıkıştırmak, kimlik savunuculuğunun cazibesiyle benimsenen reflekslere benzer bir zehap yaratmaktadır. Ortalıkta dolanan “endişeli muhafazakar” tartışması da yine değer ve ilkeler mutabakatının yokluğunda kendine zemin bulmaktadır. “Endişeli muhafazakar” kimlik-temelli mağduriyet anlatılarına karşı gündelik hayata sımsıkı işlemiş son on yılın benzer şekilde kimlik-kaynaklı seküler mağduriyetleri hatırlanmakta ve ahlakileştirilmiş şekilde yarıştırılmaktadır. Bu bakımdan, seküler ve muhafazakar mağduriyetler çok daha gerçek; okul deneyiminden iş arayışlarına, mahalledeki ortamdan kamusal karşılaşmalara hayatın akışında, hayatın içinden türeyen, gündelik hayata gömülü somut gerçekliklerdir. Tıpkı Kürt, Alevi, cinsel kimlik ve yönelim kaynaklı olanlar gibi. Oysa ki tarihselleştirilmiş, ahlakileştirilmiş, keyfice tanımlanmış simgesellik ise sadece suyu bulandırma ve saf halde gerçeklikleri, sorunları konuşmayı engellemektedir. O halde gerekli olan ve gerçek anlamda simgesizleşmiş bir siyaset alanını ortaya koymaktır. Kimliklerin ise kimlikçilik olarak değil hayatın gündelik akışının içinde karşılaşılan zorbalıklar olarak şekillendiklerini idrak etmektir. İşte yazının başında bahsedilen “en muhaliflik, cepheden karşıtlık testi”nin sağlıklı derecelendirmesi, heveslisi için buradan ölçülebilir. Bir zemin tüm simgeler bir tarafa atıldığında kurulabilecektir. Hakiki kimliksizlik de budur. Bu da aslında maksimalizm değil, sürdürülebilir ve kendi “bizim gibi olan” dar cemaatlerimiz için değil, herkes için güzel bir Türkiye’nin inşası manuelidir.