[voiserPlayer]
Yerel seçimler aylardır ülke gündemini meşgul ediyor. Seçim sonuçları kadar oldukça gergin geçen kampanya sürecinde yaşananlar da siyaset sahnesinde önemli dalgalanmalara sebep oldu. Yerel seçimlerin nasıl bir mesaj içerdiğini ve Türkiye siyasetini nasıl etkileyeceğini bu alanda yaptıkları çalışmalarla öne çıkan akademisyenlere sorduk.
Menderes Çınar (Öğretim Üyesi, Başkent Üniversitesi)
AKP uzunca bir süredir olumlu bir yönetim performansı sergilemiyor olmasına rağmen iktidarı konumunu korumayı ve hatta o konumdan kapsadığı iktidar alanını epeyce genişletmeyi başardı. AKP, oyunun kurallarını kendi lehine olduğunu düşündüğü şekillerde değiştirerek, oyunun şartlarını demokrasi aleyhine zorlayarak ve yeni işbirliklerine girerek bu başarıyı yakaladı. Parlamenter sistemin değiştirilmesi birincisinin, temel hak ve özgürlüklerdeki müthiş gerileme ikincisinin ve MHP ile ittifak üçüncüsünün örnekleridir. AKP, 7 Haziran 2015’ten bu yana, daha az demokratik seçimleri daha çok dışarıdan destekle kazanmış ve bu süreçte Türkiye’nin herhangi bir temel sorununu çözecek bir siyaset geliştirmemiştir. Esasen yapılan sistem değişikliği nedeniyle Erdoğan’ın kişisel aracı haline gelen AKP, bir siyaset geliştirme kapasitesini de yitirmiştir. Bu arka plan ışığında iktidar açısından 31 Mart seçimleri, hiçbir olumlu performans göstermeden, seçmenin aklına hakaret eden yalan yanlış ifadelerle rakiplerini/muhaliflerini aşağılayarak, dışlayarak, gayrı-meşrulaştırarak, bastırarak ve ezerek “bizden başka seçeneğiniz zaten yok, bize mahkumsunuz” diyen AKP’nin artık inandırıcılığını yitirdiğini, yolun sonuna geldiğini göstermiştir. Ekonomik ve nüfus yoğunluğu bakımından merkez niteliğindeki bütün belediyeleri kaybetmiştir. Bunlardan “pırlanta” niteliğinde olan İstanbul’un Büyükşehir sonuçlarını kabul etmeyip, tekrarlatması hem demokratik terbiyeden ne kadar uzak olduğunu, hem de terbiyesizliğinin gereğini yerine getirtme gücüne sahip olduğunu göstermiştir. Tekrarlanan seçimde yaşadığı ağır hezimet AKP’nin keyfiliğine, hoyratlığına ve saygısızlığına seçmen tarafından verilen sert cevaptır. AKP’nin bir ders çıkarma ve yenilenme kapasitesi konusunda şüphelerim olmakla birlikte yerel seçimler, başkanlık sisteminin ve onun mecbur kıldığı ittifakların AKP’ye yaramadığını göstermiştir. Ayrıca, AKP’nin başkanlık sisteminin öngördüğü siyasi karakter arz etmeyen, parti personeli statüsündeki belediye başkanlığını tasarımı ya da başkan Erdoğan’ın aynı zamanda her yerin belediye başkanı olması da toplum tarafından reddedilmiştir.
Muhalefet açısından 31 Mart ve 23 Haziran demokratik karakteri ne kadar yıpratılmış olursa olsun, iyi bir örgütlenme ve doğru bir strateji ile hala seçim başarısı kazanılabileceğini göstermesi, böylece AKP’nin yenilmezlik efsanesine son vermesi bakımından, özgüven kazandırıcı ve motive edici olmuş, demokratik yöntemlere bağlılığı artırmıştır. Muhalefet, arızalarını, eksikliklerini, fazlalıklarını, yolsuzluklarını vb. gün yüzüne çıkararak AKP belediyeciliğini bir miktar da olsa şeffaf ve hesap verebilir kılma, olumlu bir yönetim performansı göstererek gelecek seçimler için güvenilirlik oluşturma şansını elde etmiştir. Seçmen demokratik ve demokratikleştirici bir güç olmayacağı çoktan anlaşılmış olan AKP’yi bir kez daha reddederek demokrasiden yana bir mesaj vermiştir. Muhalefetin önündeki görev demokrasinin, demokratikleşmenin sadece AKP’ye karşı çıkarak başarılacak bir iş olmadığını bildiğini göstermek ve pozitif gündemli bir demokrasi koalisyonu kurmaktır. Türkiye toplumunun demokrasi tecrübesi ve birikimi oluştuğunda böyle bir seçeneğin değerini bilecek düzeydedir.
Evren Balta (Öğretim Üyesi, Özyeğin Üniversitesi)
31 Mart ve 23 Haziran seçimleri her şeyden önce Türkiye siyasal sistemine yıllar sonra yeniden rekabeti soktu. Liderlerden ve siyasi partilerin programından bağımsız olarak siyasette rekabetin yok olması siyasi çürümenin en önemli nedenlerinden biri. Muhalefet açısından bu seçimlerin en önemli sonucu seçimle siyasal iktidarın değişebileceğine dair inancın tazelenmesi oldu. Seçim kazanmamıza izin vermezler inancı hem muhalefetin enerjisini düşürüyor hem de sorunun kendisinde değil, iktidarda olduğunu düşünmesine ve kendisini tazelememesine yol açıyordu. Bu seçimler doğru bir aday, kapsayıcı bir program ve güçlü bir örgütlenme ile seçimlerin pekâlâ muhalefet tarafından da kazanabileceğini gösterdi. İktidar açısından ise bu yenilgi son dönemde kurduğu siyasal hattın başarısızlığı anlamına geliyor. 2015’den beri iktidarın yönetim stratejisinin üç ayağı vardı: güçlü ve kutsal lider, kutuplaşmış toplum ve şeytanlaştırılmış muhalefet. Bu seçimler bu iktidar stratejisinin her üç ayağının da artık sürdürülemez olduğunu gösterdi. Hata yapmayan ve her durumda seçim kazanmayı başaran lider bu sefer kendi kitlesinin gözünde dahi tartışmasız bir hata yaptı ve büyük bir seçim yenilgisine neden oldu. Üstelik seçmenler bulundukları blokların dışında oy verme eğilimi gösterdiler ve iktidar her tür çabasına rağmen İmamoğlu etrafında örgütlenen muhalefeti şeytanlaştırmayı başaramadı. Kısacası seçimlerin toplumdaki değişime paralel bir siyasi değişim arzusu ve imkânını gösterdiğini söylemek mümkün.
Burak Kadercan (Öğretim Üyesi, U.S. Naval War College)
31 Mart – 23 Haziran arasındaki süreçten çıkarılabilecek birçok mesaj mevcut fakat iktidarın ve/veya muhalefetin bu mesajları doğru okuyacağının bir garantisi yok. Birbiri ile bağlantılı dört temel mesajdan bahsedebiliriz. Birincisi, 2019 Türkiye’sinde ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin toplum üzerindeki etkisi azalıyor. AKP’nin saldırgan söylemlerine karşılık olarak İmamoğlu’nun güttüğü “radikal sevgi” stratejisinin başarısı bu dönüşümün işareti. Normal şartlar altında AKP’nin bu dönüşümü göz önüne alıp siyasi söylemlerini yumuşatması beklenebilir. Fakat yaklaşık on senedir “radikal ötekileştirme” stratejisi güden AKP’nin bir anda “ılımlılaşması”nı beklemek iyimserlik olur. AKP büyük ihtimalle kısa bir aradan sonra ötekileştirme (ve muhalefeti kriminalize etme) çalışmalarına kaldığı yerden devam edecektir.
Çıkarılabilecek ikinci mesaj ise AKP’nin “İnsan Kaynakları Sorunu” ile ilgili. Sadece seçimin iptali değil, hem 31 Mart’tan seçimin iptaline kadar geçen süreç AKP’nin sergilediği “stratejik panik,” hem de yenilenen seçimlerde öne sürülen söylemler AKP’nin danışman ve karar verici kadrolarındaki yetersizlik ve basiretsizliğin altını çiziyor. Başka türlü AKP’ye yakın çevrelerin öne sürdüğü “Pontus” iddialarını ve özellikle seçimden hemen evvel servis edilen Öcalan mektubunu (ve TRT’nin Öcalan’ın Kırmızı Bülten ile aranan kardeşi ile röportaj yapmasını) izah etmek mümkün değil. AKP’nin bu mesajı doğru algılayıp algılayamayacağı an itibarı ile muamma. Eğer Erdoğan partisinin yaşadığı büyük hezimetin sorumlusu olarak şu anki danışman ve medya ekibini görmeye başlarsa ilgili mecralarda büyük bir tasfiye operasyonuna şahit olabiliriz. Aynı mantıkla, mevcut kadrolarda ısrar edilmesinden, AKP’nin 23 Haziran sonuçlarının verdiği temel bir mesajı kavrayamadığını veya en azından inkâr ettiğini, çıkarabiliriz.
Üçüncü mesaj ise AKP seçmenini yakından ilgilendiriyor: kesin bir çıkarım yapmak için erken olsa da özellikle ekonomik sıkıntılar ve yaklaşmakta olan Suriyeli mülteciler krizinin AKP tabanında hoşnutsuzluğa yol açtığını söyleyebiliriz. AKP’nin temel sıkıntısı bu iki konuda da yaşanmakta olan hoşnutsuzlukların faturasını muhalefete kesmesinin çok zor olması. Seçmenlerin önemli kısmının gözünde ekonomi tamamen AKP’nin yönetiminde, Suriyeli mülteciler krizini bu noktaya getiren de AKP’nin politikaları. Bu dinamik muhalefete AKP’yi kendi tabanı gözünde zayıflatmak için önemli bir imkân tanıyor. Eğer muhalifler bu mesajı doğru okursa önümüzdeki aylarda ve yıllarda AKP’ye olan eleştirilerini “kimlik siyaseti” yerine bu iki konu üzerinden tanımlayacaklardır. AKP’nin bu mesaja tepkisi ise iki şekilde olabilir. AKP hem ekonomi hem de Suriyeli göçmenler konusunda radikal adımlar atabilir veya dış siyasette yaşanan krizleri ön plana çıkararak bu iki temel sorunun etkilerini kendi tabanı nezdinde maskelemeye çalışabilir. İkinci strateji AKP’ye zaman kazandırabilir, fakat mevcut sorunlar yapısal olduğu için uzun vadede (ve “normal şartlar altında”) AKP tabanında çözülmeye sebebiyet verebilir.
31 Mart – 23 Haziran sürecinden çıkarılabilecek dördüncü mesaj ise konsolide olmuş bir muhalefetin – özellikle AKP’de yaşanan “metal yorgunluğu” da göz önüne alındığında – Erdoğan’ı dengeleyebileceği. AKP bu mesajı çok büyük ihtimalle doğru okuyacak ve muhalefeti bölmek için elinden geleni yapacak. Muhalefetin bu mesajı doğru okuyup okuyamayacağı ise şu an için bir muamma. Eğer İmamoğlu’na İstanbul’u kazandıran koalisyon zafer sarhoşluğu ve “biz olmasak kazanamazlardı” veya “diğerleri olmasa da biz kazanırdık” kibrine teslim olmazlarsa uzun vadede hem AKP’yi dengeleyebilecek, hem de AKP’nin kendisini “ılımlılaşmaya” zorlayacak, aynı zamanda Türkiye siyasetini uzun vadede olumlu yönde değiştirecek yeni bir koalisyon ve “büyük strateji”nin doğuşundan bahsedebiliriz. Eğer muhalif blok ilgili mesajı içselleştiremezse uzun vadede AKP mevcut muhalefet-içi ihtilafları muhalifleri “tekrar” bölmek için kullanacaktır.
Aydın Gündüz (Öğretim Üyesi, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi)
Geride bıraktığımız yerel seçim sürecini, araştırma alanım doğrultusunda melez rejimler ve kusurlu demokrasiler penceresinden değerlendireceğim. Bu seçimler, en başta, minimal manada demokrasinin “yöneticileri belirleme” işlevinde ve “rekabetçilik” veçhesinde alt sınırın testine ilişkin bir anlam taşımaktadır. 31 Mart Seçimlerinde başta İstanbul, Ankara ve Adana olmak üzere büyük kentlerdeki sonuçlar, iktidar bloku açısından önemli kayıplara işaret etmiştir. Türkiye’nin ekonomik etkinlik bakımından önde gelen ve belediyeleri iktidar bloku tarafından yönetilen kent merkezlerinde muhalefet, iktidara nazaran güçlendiğini ortaya koymuştur. Bu değişim, kimi zaman büyükşehir belediye başkanlığının el değiştirmesine yetmese bile, Bursa’da bloklar arası makasın kapanması veya Kocaeli’nde İzmit ilçe belediye başkanlığının muhalefete geçmesi biçiminde görünür olmuştur. Benzeri yakın tarihimizde görülmemiş iptalin ardından 23 Haziran seçimleriyle aşama atlayan minimal demokrasi testinde muhalefet bloku, sürecin en başında öngörülemeyecek bir fark yakalamıştır. Buradan bakıldığında Türkiye toplumunun önemli bir kısmı, siyasi sistemin rekabetçiliğinin korunmasına yönelik bir irade ortaya koymuştur.
Girişte bahsettiğim perspektif doğrultusunda bardağın dolu tarafına karşılık gelen bu hususların, öncelikle Türkiye geneli için ve daha sonra da genel bir demokratikleşme ufku bağlamında yorumlanması üzerine bir dizi şerh düşmek isterim. Ekonomi uzun süredir kötü giderken gerçekleştirilen bu seçimlerde, iktidar blokunun seçmen desteği, Türkiye genelinde %50’nin üzerinde, 30 büyük il hariç tutulduğunda yüzde 60’ın üzerinde kalabilmiştir. Bu, Türkiye’de “iktidarı sorumlu tutma” refleksi -ki demokratik siyasi kültürün olmazsa olmazıdır- bakımından elimizde türdeş bir “seçmen iradesi” olmadığını ortaya koymaktadır. İlaveten, büyük şehirlerde alınan sonuçların dahi demokratikleşmeye veya hak ve özgürlüklerin genişletilmesine dönük bir istek olarak okunmasının isabetli olmayacağı kanaatindeyim. Bazı büyük şehirlerde -ve daha sonra İstanbul seçimlerinde- ortaya konan seçmen iradesi -şüphesiz sistemin rekabetçiliğinin alt sınırı bakımından bir mesaj ortaya koymuş olmakla birlikte- ancak bir ekonomik kriz ve daha sonra da benzerini yaşamadığımız bir tekrar secim bağlamında zuhur etmiştir. Demokratikleşme ve hak talep eden bir Türkiye seçmeninden veya demokratik siyasi kültürden bahsedebilmek için -örneğin henüz üzerinden iki yıl geçmiş olan referandum neticesi ortadayken- daha başka ve istikrarlı sinyaller görmemiz gerektiğini düşünüyorum.
Son olarak “mesaj alma” hakkında bir not düşmek istiyorum: Umarım bir gün bize yaş grupları, sosyoekonomik statü, dindarlık ve kimlikler üzerinden birey düzeyinde nedensel çıkarım yapma imkânı sunacak sandık çıkış veya secim sonrası anketi verilerimiz olur. Böylece, seçmen gruplarının bize ne söylediğini, gençlerin siyaseti ve siyasi kültürü ne bakımdan değiştirmeye eğilimli olduğunu daha net biçimde duyma imkânımız olur.
Bülent Aras (Öğretim Üyesi, Rensselaer Polytechnic Institute)
Millet siyaset üstü mekanizmalardan korkmuyor, İslam artık kimsenin tekelinde değil, merkez-çevre ikileminde ezberler bozuldu. İcraat ve hizmeti önceleyen, yönetenden yana tercihini kullanacak, atomize/bireysel tercih kullanan seçmenin arttığı bir dönemdeyiz. Toplumsal kesimler, cemaatler, ideolojik gruplar benzeri yapılar mevcudiyetini sürdürüyor. Ancak bu yapılar üzerinde baskı içerilerinde bireysel inisiyatif alma tepkisini doğuruyor. Bu tepkilerin mevcut siyasi dengede önemi arttı. İlginç olan bu dinamiklere, aynı zamanda bu dinamikleri ortaya çıkaran ortamın en önemli belirleyicisi olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, CHP-İYİ Parti ittifakından daha az farkında olduğunun gözlenmesi. Artık, millet üzerinde sosyal mühendislik çalışmalarından sonuç almak zorlaştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ulusal düzeyde, CHP yerel düzeyde kaliteli hizmet, şeffaflık, hesap verme ve iyi yönetime mahkûm durumda. Devlet yapısı içinde millete hizmet üretme rekabeti içinde olacak yapıların uyumu ve alınan pozisyonlar ayrıca önemli olacak. Rekabet artık kelimenin tam anlamıyla siyasi, özgür ve adil olmalı ve son söz milletin. Siyasi rekabetin alternatifi yok, farklı arayışlar başarısızlığa mahkûm. Millet kazananın kendi olacağının mesajını verdi. Önümüzdeki dönemde siyasi rekabetin doğru okumasını yapan aktörler arasında milletin desteğini kimin kazanacağını ise doğrudan doğruya yönetim başarıları ve performansları belirleyecek.
Doğan Gürpınar (Öğretim Üyesi, İstanbul Teknik Üniversitesi)
Aslında küresel ölçekte bakıldığında bir popülizm ciddi bir yenilgiye uğratıldı. AK Parti cenahındaki 31 Mart’ın ardından sonuçları tersyüz edeceği beklentisi de % 0.2 farkın % 9.2’ye çıkmasıyla popülizmin efsununa ve yenilmezlik algısını ciddi darbe vurmuş oldu. Bu süreçte CHP tarafında ise bir tür karşı-popülizm kullanıldı ki bu strateji de birçok muhalif tarafından tekinsiz bulundu. Belki de, 2020 ABD başkanlık seçimlerinin süreci başlamışken ve Demokrat Partili aday adaylarının hepsi, farklı siyasi platform önererek, Trump’ı alt etme vizyonlarıyla podyuma gelmekteyken; Türkiye siyasetinin de küresel ölçüde söyleyeceği bir şeyler vardır? İstanbul’da 31 Mart seçimlerinin iptalinin hemen ardından dünyada popülizme dair en saygın otorite isimlerden Princeton Üniversitesi’nden Jan-Werner Müller, Trump’ın muhtemel 2020 seçimleri sonrası muhtemel tavrıyla ilişkilendirerek, New York Times’a bu örnek üzerinden “popülistler seçim kaybetmez” op-ed makalesini yazmıştı. Ancak anlaşılan Müller’in op-ed’ini güncellemesi gerekecek. Yine çok-okunan bir popüler siyasi analist olan Ian Bremmer de Time dergisinin sayfasında İstanbul tekrar seçiminin “Türkiye’nin Rusya olmadığını gösterdiğini” ve Türkiye’deki sivil inisiyatif ve dinamizmin etkinliğini hatırlattığını yazdı. Türkiye’nin örnek sunmasına aynı zamanda 6 Mayıs günü 31 Mart seçimlerinin iptalinin ardından o günün akşamı ve sonraki bir iki gün ateşli şekilde tartışıldığı üzere seçimi ve hatta meclisi boykot yerine seçime seçimle cevap verme tavrı da eklenebilir. Türkiye’de olan biteni karşılaştırmalı siyaset açısından okundukça Türkiye dünyaya da ilham olabilir. Türkiye dünyanın merkezi, metropolü değildir ama taşrası da değildir.
Lisel Hintz (Öğretim Üyesi, Johns Hopkins SAIS)
İstanbul’da İmamoğlu’nun ikinci zaferinin önemi birçok nedenle hafife alınmamalı. Öncelikle bu zor koşullar altında birleşebilmiş olan muhalefetin büyük payı var. Siyasi söylemde ise İmamoğlu, uzun zamandır ihtiyaç duyulan değişimi getirdi; ayrıştırıcı kutuplaşma yerine birleştiriciliğin gücüne vurgu yaptı. Bu iyimser ve yumuşak sesli CHP adayı karşısında, Erdoğan’ın daima kullandığı kimlik siyaseti çöküşe uğradı. Muharrem İnce’nin aksine, İmamoğlu Erdoğan’ın uzağına düşmedi. Ayrıca 31 Mart gecesi medyanın önünden ayrılmamış olması da AKP’nin erken saatte zafer ilan etmesini boşa çıkardı. Ayrıca geleneksel olarak CHP’ye uzak duran Kürt seçmeni de yine İmamoğlu’nun birleştirici yapısı harekete geçirdi. Öcalan’ın son dakikada açıklanan mektubuna rağmen, Kürtlerin İmamoğlu oyları ya aynı kaldı ya da daha da arttı. Fakat tüm bunlar olurken, Erdoğan’ın bu seçimin sonuçlarına tepkilerini de görmemiz gerekecek. İstanbul Erdoğan için yalnızca siyasi hayatının başladığı yer değil aynı zamanda son on yılda rant sağlayarak kendisine seçim desteği bulduğu kent aynı zamanda. Tekrar seçim sürecinde gördüğümüz şekilde, kolay kolay vermek istemedi. Bu noktada İmamoğlu’nun belediye başkanlığı sürecinde bütçesinin kesilmesi gibi kısıtlayıcı bir önleme maruz kalıp kalmayacağı veya yerine bir kayyum atanıp atanmayacağını bekleyip görmemiz gerekiyor. Türkiye’nin imajının bu seçim üzerinden düzeldiğine dair söylemler hoşumuza gitse bile, demokrasiye dönüş olmuştur demek için çok erken. Muhalefet zor kazanılmış bu zaferin tadını çıkarmalı; fakat Türkiye’ye dair uluslararası camianın ne şekilde yaklaşacağını AKP’nin seçim sonuçlarına tepkisi belirleyecek. Ne var ki, Gezi Davası’nda hakim karşısına çıkan demokrasi ve insan hakları savunucularına yöneltilen absürt suçlamalar, demokrasi adına gidilecek çok uzun bir yol olduğunu gösteriyor.
Mustafa Akyol (Araştırmacı-Yazar, CATO Institute)
Bence 23 Haziran’da iki şey gördük.
1) AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim kaybedebilir. Kaybetmemek için çok direneceklerdir, devletin her imkânını sonuna kadar kullanacaklardır, ama sonuçta kaybedebilirler. Kaybedince de neticeyi kabul etmekten başka şansları yoktur. Çünkü Türkiye bir liberal demokrasi olmaktan çok uzaklaşmış olsa da, demokrasinin asgari unsuru olan “sandığı” henüz kaybetmemiştir. Türkiye toplumu da ifade özgürlüğünü veya yargı bağımsızlığını yeterince umursamasa da, en azından sandığa sahip çıkmakta kararlıdır.
2) CHP, eski CHP olmaktan iyice uzaklaşır ve geniş ittifaklar kurarsa, seçim kazanabilir. Kemal Kılıçdaroğlu’nun 2010’ların başında başlattığı ve kimilerince çok eleştirilen “merkeze açılma” stratejisi sonuçta başarılı olmuştur. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş’ın seçim zaferleri, bu stratejinin meyvesidir. Dolayısıyla CHP, “durmak yok, yola devam demeli,” Türkiye toplumunun hep çoğunluğunu oluşturmuş olan sağ seçmene açılmayı sürdürmelidir.
Suat Kınıklıoğlu (Misafir Akademisyen, University of Oxford St Antony’s College Middle East Center)
31 Mart ve 23 Haziran seçim sonuçları Türkiye’de 2011 sonrası – ama daha kati olarak Gezi protestoları ile başlayan – siyasal sürecin yeni bir aşamasına işaret etmektedir. Bu meyanda özellikle 2015 yılından bu yana giderek artan otoriterleşmenin, hukukun üstünlüğünün ayaklar altına alınmasının, iktidar tarafından kışkırtılan kutuplaşma ve ötekileştirmenin ve genel olarak özendirilen milliyetçilik ve ulusalcılığın sınırlarına ulaştığımızı teyit etmiştir. Her ne kadar geniş halk kesimlerinin öncelikli endişesi ekonomik kriz ve belirsizlik olsa da bahse konu faktörlerin gelinen durumun müsebbibi olduğu hususunda göreceli de olsa daha yaygın bir anlayış şekillenmiştir.
Bu iki seçimde de belirleyici olan unsur uzun bir süredir görmediğimiz muhalefet koalisyonunun stratejik aklı, Kürtlerin ve seküler ülkücülerin yapıcı yaklaşımı, Milli Görüşçülerin kararlılığı ve Ekrem İmamoğlu figüründe somutlaşan birleştirici adaylık oldu. 23 Haziran zorlaması ise iktidarın artan bir şekilde hata yaptığı, yenilmezlik algısının ciddi yara aldığı, alışkın olmadığımız derecede vahim bir siyasal hata olarak tarihe geçti. İktidar için bu seçim sonuçları lafzen de olsa kutsadığı “milli iradenin” artık kendisine teveccüh etmediğini göstermesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu sonuçlar iktidar bloğunda mutlaka önemli kırılmalara sebep olacaktır. Zaten bunun işaretlerini de görmekteyiz. Muhalefet bloğu açısından ise ortada tarihi bir fırsat vardır. İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerin yanında Adana, Antalya ve Mersin gibi illeri kazanan CHP bu illerde iyi bir performans gösterirse 2023 veya öncesinde yapılacak seçimlerde çok iddialı bir konuma gelebilir. Ne var ki, muhalefet açısından en önemli konu İstanbul seçimlerinde oluşturulan birliğin ve stratejik aklın devam ettirilebilmesidir. Bu kolay bir iş değildir ve riskler barındırmaktadır. Sonuç olarak öyle niyet edilmese de Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan otoriterlik elbisesi beklenmedik bir şekilde Türkiye’nin çeşitli siyasal kabilelerini işbirliği yapmaya zorladı ve sonuç almasına vesile oldu. Hiç şüphem yok ki bu çile dolu siyasal süreç insanımızın bir arada yaşama iradesini, hukukun üstünlüğünü, çoğulculuğu ve hür demokrasiyi pekiştirecektir.
Evren Çelik Wiltse (Öğretim Üyesi, South Dakota University)
Elinde çekiç olan için her sorun çivi gibi görünürmüş. Ben de ekonomi politikle uğraştığım için izninizle bu seçim sonuçlarına o çerçeveden bakıyorum.
Çok kısaca, İstanbul seçimleri rant denizinin bittiğinin göstergesi. İktidar artık küçük (sosyal yardımlar) veya büyük çaplı (kamu ihaleleri) rantiyecilikle çoğunluğu garantileyemiyor. Tabii tüm AK parti seçmeni de rantiyeci değil. Üretken, dinamik muhafazakâr kesimler de mevcut. Ancak bu kesim de artık giderek artan rantiye ekonomisinden zarar görüyor. Ayrıca ekonomik büyüme %7-8’lerden bu kadar geriye düşünce pasta da daraldı, parti içi bölüşüm çatışmaları arttı. Nitekim Gökçek ve Topbaş gibi ağır topların piyasadan çekilmesi parti içi rant dağıtımındaki çatışmanın göstergesiydi.
Muhalefetin ekonomik kanaldan yürümesi çok hayırlı olur. Kimlik siyasetinin bir sonu yok çünkü. Makam aracı satış galerisi açsınlar. Bordroları ve adrese teslim ihaleleri ifşa etsinler. Kim kamudan ne kadar hortumlamış, çıksın. Zaten re’sen Sayıştay gelip belediye defterlerini geriye dönük inceleyebilir. Yapacakları en hayırlı iş, vatandaşa yenilen pastanın ne kadar büyük olduğunu göstermek olur. Bunca para kamu yararına işlerde kullanılsaydı, biz de Hindistan gibi uzaya uydu fırlayıp kendi uydumuz üzerinden iletişim kurabiliyor olurduk. Bizim üniversite mezunu insanlarımız yüksek teknolojili sektörlerde çalışır, kaliteli ve mutlu bir yaşam sürerdi.
Güç maalesef çok baştan çıkarıcı bir meret. Hele siyasi ve ekonomik güç birleşince, evliyayı bile baştan çıkarıyor. Nitekim dindar olduğunu iddia eden kadroların ne kadar kötü bir sınav verdiğine tanıklık ediyoruz toplum olarak. Ancak bu vurgunculuğun faturası en az 20 yıl gerileme şeklinde tüm topluma çıkıyor. Şimdi son yerel seçimlerde az da olsa bir silkiniş ve düzelme ibaresi var. Umutlu olabiliriz sanırım.