[voiserPlayer]
Rusya’nın Ukrayna’daki askeri operasyonları uluslararası hukuku, normları ve tüm barışçıl ilkeleri ihlal etmiş durumda. Ukrayna’ya yapılan saldırıların uluslararası sistemde demokratik ve otokratik ülkeler arasında yeni bir iki kutuplu dünya düzenine yol açtığı yorumları yapılıyor. Uzmanlar aynı zamanda Rusya’nın Ukrayna’ya saldırılarının uluslararası sistemde çok büyük bir tahribata yol açtığını belirtiliyorlar. EDAM Direktörü Sinan Ülgen Putin yönetiminde Rusya’nın mevcut Ukrayna politikasının temelinde ‘‘bütün ülkeler egemendir ama bazı ülkeler daha fazla egemendir’’ zihniyetinin yattığına dikkat çekiyor. Diğer taraftan Batılı ülkeler Ukrayna’ya yapılan saldırılar sonrası Rus yönetimine karşı yaptırımları devreye sokmaya başladı. Yaptırımların yanı sıra Britanyalı enerji devi British Petroluem, Rusya’nın saldırıları nedeniyle Rus enerji şirketi Rosneft’teki ortaklığından çıkma kararı aldı. Yaşanan son gelişmeler, Batılı ülkelerin Soğuk Savaş yıllarında Varşova Paktı’nın ekonomik birliği Comecon’a uygulanan yaptırımların benzeri yeni bir ticaret rejimi oluşabileceğine işaret ediyor. Ukrayna Savaşı üzerine, Rusya’nın uluslararası sistemdeki rolünün değişiminden Türk Dış Politikasında yaşanan farklılaşmalara ve Türkiye’nin F-16 siparişlerine kadar birçok konuyu eski diplomat ve EDAM Direktörü Sinan Ülgen ile konuştuk.
Rusya’nın Ukrayna ile ilgili talepleri, Putin hükümetinin mevcut uluslararası sistem algısı hakkında bize neler göstermektedir?
İçinden geçtiğimiz süreçte Rusya’nın Ukrayna’daki askeri operasyonları uluslararası hukuku, normları ve tüm barışçıl ilkeleri ayaklar altına almaktadır.
Rusya’nın Ukrayna’ya dair talep ve söylemleri, Putin’in uluslararası sisteme bakış açısı hakkında açıklayıcı bir örnek teşkil etmektedir. Bugün Ukrayna’ya askeri operasyon düzenleyen Putin hükümetinin revizyonist bir bakış açısına sahip olduğunu ifade etmek lazım. Yaşamakta olduğumuz uluslararası sistem, öncelikle İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında Soğuk Savaş Dönemi’nin ardından başlatılmış, çok taraflı hukuki anlaşmalara ve normlara dayanan ve karşılıklılık içeren bir sistemdir. Uluslararası sistemin çok taraflı hukuki anlaşmalarına ve dayanaklarına bakarsak, Birleşmiş Milletlerin kurucu antlaşması olan Birleşmiş Milletler Şartını hatırlamalıyız. Ardından benzer amaçlarla 1975 yılında Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’nda imzalanan Helsinki Nihai Senedine atıfta bulunulması gerekmektedir. Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle de, 1990 yılında yine AGİT bünyesinde imzalanan Paris Şartı ve bu belgenin biraz daha revize edilmiş versiyonu olan 1999 İstanbul Şartlarını örnek gösterebiliriz. Saydığımız tüm bu belgeler dönemimizin devletler arası ilişkilerine dair normları ve uluslararası hukuku oluşturan ana çerçeveyi yaratmaktadır. Bu ana çerçevenin özü de ülkelerin egemenliğine saygı duymak, toprak bütünlüğüne saygı göstermektir. Yani tarafların, silah zoruyla toprak bütünlüklerini ihlal etmemesi ve güç gösterisinde bulunmaması gerekmektedir. İçinden geçtiğimiz süreçte Rusya’nın Ukrayna’ya adını koymasa da savaş açması uluslararası hukuku, normları ve tüm barışçıl ilkeleri ayaklar altına almaktadır.
Rusya’nın Ukrayna üzerine geliştirdiği söylemleri uluslararası sistem açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Rusya’nın mevcut Ukrayna politikası ‘‘bütün ülkeler egemendir ama bazı ülkeler daha fazla egemendir.’’ diyor.
Rusya’nın söylemlerine baktığımızda, Avrupa’yı adeta 19. yüzyıla geri döndürmeyi amaçlayan yeni bir uluslararası sistem önerisinde bulunduğunu anlıyoruz. Konuşmamızın başında da bu nedenle Rusya’nın revizyonist bir tutum sergilediğine vurgu yapmıştım. Rusya’nın revizyonist yaklaşımının temelinde, Avrupa’yı etki alanlarına ayırma politikası bulunmaktadır. Daha başka bir ifadeyle Rusya, Avrupa’da sınırlarının ötesine geçen bir etki alanına sahip olduğu iddiasını Batı ittifakına askeri operasyonlarla kabul ettirmeye çalışmaktadır. Etki alanlarına ayırma politikasının bir gereği olarak Ukrayna örneğinde gördüğümüz gibi bazı ülkelerin ulusal egemenliklerinden feragat etmelerini istemektedir. Özellikle etki alanı kurmak istediği ülkelerin iç ve dış politika kararlarında egemenliklerini ihlal ederek, bir çeşit veto hakkı elde etmek amacındadır. Mesela Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkması bu duruma başlıca örnektir. Dolayısıyla, özünde Rusya’nın mevcut Ukrayna politikası ‘‘bütün ülkeler egemendir ama bazı ülkeler daha fazla egemendir’’ anlamını taşımaktadır. Tarihsel olarak da etki alanları oluşturma politikasını değerlendirirsek, 19. asır Avrupa dengesinden tanışık olduğumuz bir siyasettir. O dönemlerde de farklı ülkeler kendilerinin nüfuz alanlarını arttırarak etki alanları oluşturmuşlardı. Dünya tarihinden bildiğimiz gibi biz bu revizyonist politikaların sonuçlarını 20. asırda Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla gördük. İki dünya savaşı sonrası uluslararası sistem, geçmişten dersler çıkararak, uluslararası normlar ve devletler hukuku çerçevesinde yeni bir dünya kurma yolunu seçti. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri operasyonları ise zamanı geriye çekerek 19. asır Avrupa dengelerini tekrardan inşa etmeye yöneliktir. Şunu da eklemek isterim, Rusya’nın bütün bu söylem içerisinde Batı tarafından değerlendirilmesi gereken meşru güvenlik kaygıları olabilir. Fakat bu güvenlik kaygılarının çözümüne giden yol savaş değildir. Ülkelerin güvenlik kaygılarında çözümüne giden yol diplomasidir, uluslararası müzakerelerdir. Batı ittifakı da zaten bu opsiyonu önermiştir.
Rusya’nın Avrupa’da etki alanları oluşturmayı hedefleyen revizyonist tutumu, orta ve uzun vadede uluslararası sistemde nasıl değişimlere sebep olabilir? Yaşanan çatışmalar karşılıklı olarak nasıl durdurulabilir?
Soğuk Savaş yıllarına çok uzak değiliz ama ben Soğuk Savaş Dönemine nazaran daha da kalıcı bir ihtilaflı döneme girdiğimizin altını çizmek isterim.
Gördüğüm kadarıyla hedef Kiev’de Rus yanlısı bir yönetimi iktidara getirmek ve ondan sonra da savaşı bitirmek. Ortada uzlaşı arayacak bir ortam kalmadı. Uluslararası sistem açısından Rusya’nın bu revizyonist tutumunun kabul edilmesi mümkün değil ve kabul edilmeyecektir. Rusya mevcut tutumunu sürdürdüğü sürece Rusya ile Batı arasında ihtilaf yaşanacaktır. Artık Ukrayna’ya bu şekilde saldıran Rusya ile kısa vadede bir çözüm bulunamaz. Bu ihtilaflı havadan dolayı bazı uzmanlar Soğuk Savaş dönemine girdiğimiz benzetmelerinde bulunuyor. Belki de Soğuk Savaş yıllarına çok uzak değiliz. Kalıcı bir ihtilaflı döneme girdiğimizin altını çizmek isterim.
Batılı ülkelerin bütüncül şekilde finansal, ticari ve enerji yaptırımlarını devreye sokması, Rusya’nın Ukrayna işgalini ne şekilde etkileyecektir?
Krizin bir hafta öncesine dönersek, Batı’nın Rusya’ya Ukrayna krizinde askeri karşılık vermediğini gördük. Biden hükümeti ve NATO ülkeleri Ukrayna’ya askeri garanti vermekten imtina ettiler. Bu aşamada Ukrayna’ya askeri destek verilip verilmemesindeki kararlar tartışılabilir. Nihayetinde Ukrayna NATO üyesi değil. Dolayısıyla, NATO’nun 5. maddesinin tanımına giren bir ülke değil. Ukrayna bugün bir anlamda geçmişte elde edemediği NATO üyeliğinin faturasını ödemektedir. Tabiatıyla şunun altını çizmek lazım, yaptırımlarla uygulanan caydırıcılık paketi kısa vadede başarı elde etmedi. Rusya’nın Ukrayna’ya artan saldırılarıyla artık oyunun başka bir safhasına geçildi. Yeni süreçte Batı ortaya koyduğu yaptırım rejimiyle bu defa Rusya’yı orta ve uzun vadede kalıcı şekilde zayıflatma hedefine yöneldi.
NATO ülkeleri yaptırımları bütüncül şekilde uygulamada koordine olabilecek mi?
Muhtemel ki Batılı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi birçok doğu ülkesiyle ticareti engelleyecek.
Evet büyük ölçüde ortak bir tutum alınmaktadır. Bugün itibariyle hala yaptırım rejiminin tamamını görmüş ve anlamış değiliz. Her gün yeni bir takım önlemler hayata geçiriliyor. Şimdiye kadar söz konusu olan önerilere baktığımızda bazı ülkelerin daha iddialı davrandıklarını görüyoruz. Örnek olarak Almanya belki de kendinden beklenmeyecek atiklikte davranarak Kuzey Akım 2 hakkının lisans sürecini askıya aldı. Askıya alınmasının ardından bu ortamda tekrardan hayata geçirilmesi olasılığı da bana göre pek kalmadı. Öte yandan, İngiltere ve Amerika Rusya’nın finansal sistemine yönelik bir takım yaptırımlar açıkladılar. Bunların giderek ağırlaşacağını düşünüyorum. Önümüzdeki günlerde artık yaptırımların ticari tarafını göreceğiz. Muhtemel ki Batılı ülkeler Soğuk Savaş yıllarında olduğu gibi Rusya ile ticarete engellemeler getirecek. Soğuk Savaş döneminde, Batı ülkeleri Varşova Paktı’nın ekonomik birliği olan Comecon’a başta teknoloji olmak üzere birçok ürün grubunda ihracat yasağı getirmişti. Benzer bir yaptırım rejimine geri döneceğimizi düşünüyorum. Bunun da amacı Rus ekonomisini orta ve uzun vadede zarar vermek ve üretim kapasitelerini kısıtlamak olacaktır. Öncelikli olarak teknoloji ürünlerinin ihracat yasağına tabi olacaklarını göreceğiz. İlerleyen süreçte bazı hammaddeler de ihracat yasağının parçası haline gelebilir. Dolayısıyla, finansal yaptırımları merkeze alan ve ticaret rejimine yönelik ihracat yasaklarının Rusya ekonomisi üzerinde oldukça kayda değer bir etkisi olacaktır. Bugün uygulanan yaptırımlar ise Rusya üzerinde kısa vadede etkili olmamış olabilir çünkü Merkez Bankası’nda 650 milyar dolar civarında bir rezerve sahipler. Kısa vadeli olarak Rusya elinde bulundurduğu rezervlerle yaptırımların yıkıcı etkilerinden de korunabilir. Uzun vadede ise Rus ekonomisi bakımından işler hiç de parlak görünmüyor. Batı ittifakında Rusya’ya yönelik ticari ve finansal yaptırımları gittikçe ağırlaştırmaya yönelik bir irade söz konusudur.
3 Nisan 2008 tarihinde NATO’nun liderler düzeyinde gerçekleştirilen zirvesinde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliklerinin kabulü ilkesel olarak onaylanmış fakat bürokratik süreçlerde ilerleme sağlanamamıştı. Günümüzde Ukrayna’nın NATO üyeliği tekrardan gündemdeydi. Bu konuya ilişkin son 14 yılda uluslararası siyasette yaşanan güç farklılaşmaları bir değişime sebep olur mu?
NATO tarafından Ukrayna ve Gürcistan’a verilen Membership Action Plan (MAP) olarak tanımlanan üyelik haritası vardı. NATO ülkeleri bu planları Ukrayna ve Gürcistan’a vererek açık kapı politikası uyguladıklarını resmileştirmişlerdi.
Bürokratik süreçlerde ilerleme sağlanamamasının açıkçası sebebi, NATO ülkeleri arasında bu konuda yaşanan tedirginlikti. 2008 döneminde Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyeliği konusunda Amerikan yönetiminin çok net bir desteği vardı. Fakat bazı Avrupa ülkeleri Ukrayna’nın NATO üyeliğinin Rusya’ya karşı provokatif bir hamle olacağı düşüncesiyle bu süreçten imtina ettiler. Dolayısıyla, ABD ve bazı Avrupalı ülkeler arasında yaşanan farklılaşmaya bir ara yol bulundu. Bu ara yol da NATO tarafından Ukrayna ve Gürcistan’a verilen Membership Action Plan (MAP) olarak tanımlanan üyelik haritasıydı. NATO ülkeleri bu planları Ukrayna ve Gürcistan’a vererek açık kapı politikası uyguladıklarını resmileştirmişlerdi. Tabii ardından Rusya’nın Gürcistan’a 2008 yılında yapmış olduğu operasyonlar toprak bütünlüğüne aykırı bir durum teşkil etti. Bu olaydan sonra Gürcistan’ın hangi sınırlarıyla NATO üyesi olacağı tartışmaları ile üyelikleri zora girdi. Benzer bir durum 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı işgaliyle Ukrayna’nın da başına geldi.
Geriye dönüp baktığımızda 2008 yılında Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO üyelikleri için açılan fırsat penceresi, ittifakın içindeki farklı siyasi – bürokratik yaklaşımlar nedeniyle gerçekleşmedi. Bugün Ukrayna maalesef kendi suçu olmamasına rağmen bunun cezasını ödüyor. İkincil olarak şunu da hatırlatmak gerekir. 2008 yılının şartlarına dönersek tek neden NATO’nun içindeki farklı görüşler değildi. NATO’dan bağımsız farklı parametreler de devredeydi. Mesela Ukrayna çok ciddi düzeyde siyasi olarak bölünmüş bir toplum yapısına sahip. Bu çerçevede 2008 yılında Ukrayna halkının NATO üyeliği konusunda da destekleri bugünlerin tersine %40’lar seviyesindeydi. Nispeten bu düşük destek oranları da Ukrayna iç siyasetinde NATO üyeliği konusunda tartışmalara yol açıyordu. Biz temel itibarıyla Ukrayna halkının, NATO’ya desteğinin Kırım’ın ilhakı sonrası arttığını gözlemledik. Paralel olarak 2014’ten sonra Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile siyasi yakınlaşması ve serbest ticaret anlaşması yapma niyeti de Rusya’nın müdahalesiyle sonuçlandı. Hatırlarsak, o dönem Ukrayna’nın Avrupa ülkeleriyle yakınlaşması dönemin Devlet Başkanı Viktor Andriyovıç Yuşçenko’nun zehirlenmesiyle sonuçlanmıştı.
Ukrayna meselesinin, Türkiye’nin mevcut dış politikasının Avrupa Birliği ve NATO’yla olan ilişkilerine nasıl yansıyacağını düşünüyorsunuz? Türkiye dış politikasında daha önceki yıllarda izlenen ilişkileri kompartmanlaştırma stratejisini sürdürülebilir mi?
Bugün gelinen noktada ise Türkiye ve Rusya arasında ilişkilerin aynı şekilde devam ettirilmesi zor, hatta bunu imkansız olarak görüyorum.
Kısaca geçmişten günümüze ikili ilişkilere bakarsak aslında Türkiye ve Rusya çok zor bir işi başardı. Var olan sorunlara rağmen bazı alanlarda iş birliğini derinleştirmeye muvaffak oldular. Erdoğan ve Putin arasındaki ilişkilerin de payı büyük. İkili ilişkilerde var olan başka sorunlara rağmen ilişkileri yürütme yönteminin kompartmanlaştırma anlayışıyla götürüldüğünü gördük. Bugün gelinen noktada ise Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkilerin aynı şekilde devam ettirilmesi zor, hatta bunu imkansız olarak görüyorum. Türkiye’nin uluslararası hukuku, normları ve ülkelerin toprak bütünlüğünü savunan bir ülke olarak Rusya’nın uluslararası sistemde açtığı büyük tahribata tepkisiz kalması mümkün değil. Türkiye’nin yeni dönemde Rusya’yla ilişkilerini geliştirirken bu durumu gözetmesi beklenecektir. Diğer bir açıdan, Türkiye hala Rusya’nın diplomatik gücüne ve diplomatik iş birliğine muhtaç. Türkiye’nin ithal ettiği toplam doğalgazın %35’i Rusya’dan geliyor. Benzer bir bağımlılık birçok Avrupa ülkesinde de var. Öte yandan, Türkiye’nin Rusya’yla ilişkilerini değerlendirdiğimizde diğer NATO ülkelerinden farklı bir durumu söz konusu. Özellikle Türkiye’nin Suriye’de İdlib ve çevresinden dolayı Rusya’ya ittifak üyesi ülkelerden farklı bir bağımlılığı söz konusudur. İdlib’e benzer biçimde Suriye’nin Kuzey Doğusu bakımından da bir güvenlik bağımlılığı olduğunu biliyoruz. Türkiye’nin bu bağımlılıkları gözeterek gerçekçi ve yeni bir denge politikası oluşturması gerekiyor. Daha önceden Rusya’yla yürütülen denge politikası artık mevcut olmayacak. Rusya’nın uluslararası sistemde açtığı tahribatın sonucunda, Türkiye’nin de Rusya’ya daha eleştirel bakan yeni bir denge politikasının yapımı mecburidir.
Rusya’nın Ukrayna işgali Türkiye’nin Karadeniz güvenliğini nasıl etkilemiştir?
Henüz Rusya’nın işgali bitmedi. Türkiye bakımından Luhansk ve Donetsk bölgelerinin ötesinde şu anda çok daha büyük jeostratejik bir denklem Ukrayna’ya ait bütün Karadeniz kıyısının işgali riskidir. Rusya’nın yürütmekte olduğu mevcut askeri operasyon hedeflerinden biri de Karadeniz’de etki düzeyini arttırmaktır. Bu nedenle Rusya, Kırım’dan Odessa’ya kadarki sahil şeridini işgal ederek kontrolünü elde etmeyi amaçlıyor. Eğer bu gerçekleşirse Ukrayna’nın Karadeniz ile bağlantısı kesilecektir. Karadeniz’de Ukrayna’nın denklemden çıkmasıyla Türkiye, Rusya’yla tek başına kalabilir. Bu tabii Türkiye’nin güvenlik paradigması bakımından hiç arzu edilen bir sonuç değil.
Günün şartlarında Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19. bentinin uygulanmasında hangi parametreler belirleyicidir? Montrö Sözleşmesi, savaşın seyrindeki süreçleri nasıl şekillendirir?
Kanaatimce zor da olsa Türkiye 19. madde temelinde boğazlarını savaş gemilerinin geçişine kapayacaktır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19. maddesi, Türkiye’nin savaşa taraf olmadığı ama bölgede savaşın olduğu bir ortamı tanımlamaktadır. Bu kapsamda Montrö bir yükümlülük getirmektedir. Bu yükümlülük de savaşan tarafların gemilerinin boğazlardan geçişlerine kapalı olması yükümlülüğüdür. Şu anda Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tercih budur. Nitekim dün Ukrayna resmen 19. maddenin işletilmesini boğazların kapatılması söylemiyle Türkiye’den talep etmiş oldu. Sözleşme açısından baktığımızda bu talep meşru bir taleptir. Kanaatimce zor da olsa Türkiye 19. madde temelinde boğazlarını savaş gemilerinin geçişine kapayacaktır. Fakat bu mutlak bir kapama değil, yine sözleşmeyle belirlenmiş istisnalar bulunmaktadır.
Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 19. maddesi temelinde uygulanan istisnalar nelerdir?
İlk olarak, Karadeniz’deki bazı savaş gemilerinin asli limanlarına dönmesine olanak sağlamaktır. Dolayısıyla, Boğazlar kapansa bile Türkiye Karadeniz filosuna bağlı Rus savaş gemilerinin limana dönmesi şartıyla boğazlardan geçişine imkan tanımak durumundadır. İkincisi, savaş gemileri tamir ve bakım hizmetleri için gene Karadeniz’e dönebilirler. 19. madde uygulandığı durumda, bu istisnalar da uygulanmak durumundadır. Türkiye’nin sözleşme uyarınca öncelikle bir karar alması gerekmektedir. Alacağı kararın da 19. maddeyi tetikleyip tetiklemeyeceği önemlidir. Öte yandan, sözleşmeye mevcut şartlarda baktığımızda bir diğer alternatif 21. maddedir. 21. madde Türkiye’ye yönelik çok yakın bir savaş tehdidinin doğmasına bağlı şekilde gündeme alınabilecek bir maddedir. Bir ihtimal Türkiye 21. maddeye de dayanabilir ama tabi onu şu anda gerekçelendirmek daha zor. Bugün itibarıyla Türkiye’nin bu savaşa taraf olma niyeti olmadığı gibi Rusya ile Ukrayna arasındaki bu savaşın Türkiye’yi içine çekecek biçimde büyüyeceğine de pek ihtimal vermiyorum.
Türkiye’nin yeni bir denge politikası izleyebileceğinden bahsettiniz. Yeni oluşan paradigmada Türkiye’nin ABD ve AB’li firmalarla ileriye yönelik anlaşmalarını, ihracat lisansı, ürün ve hizmet tedarikine getirilen kısıtlamalarla olumsuz biçimde etkileyen CAATSA yaptırımları Ukrayna krizinin derinleşmesine bağlı olarak kaldırılabilir mi?
Son yaşanan gelişmelerden sonra Biden yönetimi ve Kongre daha esnek bir tutum sergileyebilir.
Evet, dolaylı olarak CAATSA yaptırımlarının mevcut gelişmelerden etkileneceğini düşünüyorum. Bununla birlikte CAATSA’nın çözümü S-400 sistemlerine ilişkin de bir çözüm yaratılmasına bağlıdır. 2020 Aralık ayında Kongre, Ulusal Savunma Bütçelendirme Yasasının içinde Türkiye’nin S-400’leri elinde bulundurmasına yönelik olarak özel bir tanım getirildi. Bu tanıma göre ABD, Türkiye’nin S-400’leri elinden çıkarmasını talep ediyor. Biden yönetimi de iktidara geldikten sonra 2020’de çıkarılan Ulusal Savunma Bütçelendirme Yasasında herhangi bir değişikliğe gitmedi. Yani, S-400 konusunda ABD’nin herhangi bir politika değişikliğine gitmediğini gözlemiyoruz. S-400 meselesinin çözümünde benim öngörüm, bölgede yaşanan ve değişen güvenlik konjonktüründe Ulusal Savunma Bütçelendirme Yasası çıkmadan önceki aşamaya geri dönülmesidir. Türkiye’ye daha önce Trump döneminde, sistemler Türkiye’de kalsın ama operasyonel hale getirilmesin olarak özetlenebilecek bir çözüm önerilmişti. Türkiye bunu sakıncalı buldu ve bu yönde bir taahhüt vermedi. Benim gördüğüm kadarıyla eğer S-400 meselesinde bir çözüm olacaksa esas formül bu olacaktır. Yani bugünkü formülle değil. Artık hiçbir hükümet Türkiye’de bu sistemin elden çıkarılmasını kabul etmeyecektir. Bu zor bir siyasi eşik haline geldi. S-400’lerde bir çözüm olacaksa, Amerikan tarafının da Ulusal Savunma Bütçelendirme Yasasındaki tanımlamalarından biraz geri adım atması gerekebilir. Bugüne kadar Biden yönetiminin çekingen davrandığı ve yasada değişiklik yapmadığını görüyoruz. Fakat son yaşanan gelişmelerden sonra Biden yönetimi ve Kongre daha esnek bir tutum sergileyebilir. S-400’lerin belirttiğimiz formülde müzakeresine bağlı olarak da CAATSA yaptırımları yürürlükten kalkabilir.
Bir taraftan ABD’nin CAATSA yaptırımları yürürlükte öte yandan NATO ittifakı kapsamında Türkiye Baltık ve Polonya hava sahasında F-16’larla devriyelere destek veriyor. F-16’ların faal tutulması için kritik önem taşıyan yedek parça ve malzemeleri temin etmemesi, NATO için de bir sorun teşkil etmiyor mu? Ek olarak, Türkiye’nin önceden sipariş talebi olan F-16’ların durumunda herhangi bir değişiklik söz konusu mu?
Örtülü olarak devam eden F-16 yedek parça ambargosunun da kalkacağını düşünüyorum.
F-16 savaş uçaklarının Türkiye’ye gelişiyle ilgili iki boyut bulunmaktadır. İlk olarak, Türkiye’ye ilişkin F-16 yedek parçalarında örtülü bir ambargo uygulanmaktadır. İkincisi de Türkiye’nin mevcut F-16 filosunun modernizasyonu ve yeni F-16 alımına dair hali hazırda ABD yönetimine iletilmiş bir talep söz konusu. İkincisinden başlayacak olursak, Türkiye’nin yeni F-16 alımına ilişkin isteği ABD yönetimi tarafından olumlu karşılanıyor ve müzakereler devam ediyor. ABD yönetimiyle müzakereler olumlu sonuçlandırıldıktan sonra bürokratik işleyiş bakımından Kongre’nin de onayının alınması gerekecektir. Son dönemde Ukrayna ve Rusya arasında yaşanan savaş ve Türkiye’nin izlediği tutum, kanaatimce Kongre’den F-16’ların alınmasına yönelik onayın çıkmasını da kolaylaştıracaktır. Garanti eder diyemiyorum ama temenni ediyorum. Yaşanan gelişmelerin de etkisiyle ABD’nin sistem olarak bu talebe hayır diyeceğini düşünmüyorum. Buna paralel olarak örtülü şekilde devam eden F-16 yedek parça ambargosunun da kalkacağını düşünüyorum.
2018 yılında Pakistan ordusunun ASELSAN’la imzaladığı anlaşma uyarınca 1.5 milyar dolar karşılığında 30 adet çift motorlu T-129 ATAK helikopteri satımı konusunda anlaşılmış fakat işlem gerçekleşmemişti. Mevcut yaptırımların kalkması son yıllarda ilerlemeler kaydetmiş Türkiye’nin savunma sanayiinin ihracatlarına yönelik nasıl katkı sağlar?
30 adet çift motorlu ATAK helikopteri satımı konusunda yaşanan temel sıkıntı, helikopterlerin motorlarının Amerikan yapımı olmasından dolayı yaptırımlara takılmasıydı. Yani biz bu meseleyi analiz etmek için tekrardan CAATSA çerçevesine geri dönmeliyiz. Eğer konuştuğumuz çerçevede çözümler sağlanır ve CAATSA kalkarsa, Türk savunma sektörünün de önü çok açılır. Yaptırımların kalkmasıyla Türkiye, tekrardan herhangi bir kısıtlamayla karşılaşmadan ihracat bağlantılarını geliştirebilen bir sanayi haline gelir.
Metropoll araştırma şirketi Ocak 2022’de yayınladığı anketinde, katılımcıların Türkiye’nin dış ilişkilerinde %39,4’ünün Çin ve Rusya ile daha yakın ilişkileri tercih ederken, %37,5’uğunun Avrupa Birliği ve ABD ile daha yakın ilişkileri öncelediğini saptanmış. Türkiye toplumunun dış politikasında mevcut algılamalara yönelik trendi ne şekilde yorumluyorsunuz?
Mevcut trendi oldukça endişe verici buluyorum. Bu trendin temel nedenleri hakkında uzun uzun konuşabiliriz. Fakat kısa yoldan cevap verirsek Türkiye ile Batı arasında oluşan derin bir güven bunalımı söz konusudur. Özellikle darbe teşebbüsü sonrasında iktidarın yüksek sesli Batı eleştirisi ve retoriği, iktidar partisine oy veren seçmenin de tercihlerini etkilemiş görünüyor. Bu tercihlerin oy verme dağılımlarına baktığımızda çoğunluklu olarak iktidar partisine oy veren seçmenlerin tercihlerinde bir değişim olduğu açık. Örnek olarak, daha önceden Avrupa Birliği sürecini destekleyen Ak Parti tabanında ciddi bir değişim var. Ben bu verilerin geçici bir konjonktür olduğunu düşünüyorum. Nihayetinde hükümet de 2021 yılının başından itibaren dış politikasında önemli bir değişikliğe gitti. Daha sakin, sağduyulu ve geçmiş tahribatı ortadan kaldırmaya yönelik adımlar atılmaya başlandı. Aynı zamanda, bu kadar haydutça davranan bir Rusya’nın Türkiye’de bu kadar geniş bir destek zeminine sahip olmasını kalıcı bir fenomen ve duygu olarak değerlendirmiyorum. Umarım yanılmam.