[voiserPlayer]
İNANCIN NEREDEN AKIP GELİYOR?
Koyunlara vurulan alelade boyaların
ince yağmurlarda akıp gitmesi
çıldırtıyor sözde çobanları!
- “Coğrafya kaderdir” demiş İbn Haldun. Buna hemen itiraz etmeliyiz. Çünkü biz özgürlük taraftarları kadere yenik düşemeyiz; kaderin hakim olduğu, yaşamımızın başka ellerde olduğu yerde özgürlükten bahsedilebilir mi?
- Kader tartışması hep ilgi çeker. İnsanoğlu ergenliğe adım attığında hemen bu konuya çekilir bir girdaba kapılmış gibi. Çok önemli bir şey keşfettiğini düşünerek ve sanki insanlık tarihinde sadece kendisinin keşfetmiş, anlamış, kavramış olduğu bir gizli bilgiymiş gibi sıkı sıkı sarılır kader meselesine. Neden acaba?
- Mülkiye’de bir hocamızın ofisine zamansız bir dalış yapıp kader meselesini tartışmak istediğimde henüz 19 yaşındaydım. Tanrı varsa, ki kesinlikle vardı, gerçekte bizim irademizden bahsedilemeyeceğini anlatıyordum sosyal bilimlerde araştırma dersinin hocası Murat Şeker’e. Şimdi o anları utanarak hatırlıyorum. Karşısındaki imam-hatip çehreli, mütedeyyin bıyıklı (o zamanlar erkekleri bıyıklarına bakarak kolayca tasnif edebiliyorduk ki bir zaman sonra “tasnif dışı” olabilmek uğruna bıyıklarımı feda ettim) delikanlının ilahiyat yerine yanlışlıkla siyasala geldiğini düşünmüş olmalı. Yine de beni sabırla dinlemişti. Sonunda bu tür spekülasyonlar (Kurgumuz fiziki gerçeğin ötesine geçtiğinde bunu spekülasyon olarak adlandırıyorum) yerine niçin doğu toplumlarında kader inancının daha yaygın olduğunu araştırmamı salık vermişti. Hoca elbette farklı ifade etmişti o zaman ama ben hatırladığım kadarıyla söylemek istediğini böyle özetlemiş olayım. Teolojinin bu eski ve faydasız didişmelerini bırakıp sosyoloji çalışmalıydım, bugünün toplumlarında ne olup bittiğini gözlemlemeliydim.
- Oysa biz bırakmak istesek de teoloji bizi kolay kolay bırakmıyor. Çoğumuz özgür irade meselesinde takılıp kalıyoruz, bunu halletmeden ilerleyemiyoruz. Bunun, ergenliğimizde ortaya çıkan serbestlik patlaması ile bir bağlantısı olduğunu seziyorum, ama kanıtlayamam!
- O zamanlar bu konuyu kendimce bir çözüme kavuşturup rafa kaldırmıştım. Hakikatte hepimiz kaderimizi yaşarız ama bizim bu hakikate erişimimiz olmadığı için kendi evrenimizde tamamen özgürüz gibi düalist bir çözüme yakındım. Bu, resmi sünni mezhebimin külli irade-cüz’i irade ayrımından oldukça farklı ve bana göre daha mantıklı bir yaklaşımdı. Sünnilikte kader tartışması Eşariler ve Maturidiler arasında “Kişinin fiillerini Allah ne zaman yaratıyor?” spekülasyonuna indirgenmiş ve kendi içinde çelişkili olan bu sorudan yola çıkarak makul bir sonuca varılması haliyle mümkün olmamıştı. Mutezile’nin daha mantıklı olduğu açık olan (çünkü daha özgürlükçü!) yaklaşımını ise Müslümanlar tarafgirlik uğruna karikatürize ederek siyasi destekle saf dışı bırakmıştı. Bu vesileyle ilginç bir gözlemimi dile getireyim: İnsan iradesini beynin bir işlevi olarak gören bazı çağdaş nörologların pozisyonu Maturidi düşüncesine çok yakındır; fiilin/kararın ortaya çıkmasından önce gerçekleşen bir seçim odaklanırlar. Örneğin, Sinan Canan’ı ve Maturidi’yi karşılıklı okursanız bu yakınlığı görürsünüz. Elbette her ikisinin de özgür iradeyi zorunluluk yapısındaki zayıf bir çatlağa, belli belirsiz bir seçime sığdıran anlayışını benimsemiyorum. Gerçek özgürlük bu değil!
- Konumuza döneyim. Önemli dönüşüm noktalarında inanç meselesi olarak kader konusundaki düşüncemi raftan indirip gözden geçirdim, yeni anlayışıma göre revize ettim, tekrar yerine kaldırdım. Bu meselenin itikadi boyutunu burada kapatalım ve dünya hayatında kaderden nasibimize düşene göz atalım.
- İnsan olarak kendi yolumuzu takip ettiğimize dair fikirlerim gençliğimden bu yana esaslı olarak değişmedi, öyle sanıyorum. Özünde hala sıkı (hatta daha sıkı) bir özgürlükçüyüm. Fakat, bakış açım değişti. Eskiden olsa muhtemelen İbn Haldun’un sözüne kesin bir tavırla karşı çıkardım; hayır, insan bulunduğu coğrafya tarafından belirlenemez, derdim. Ben mesela, Giresun’da doğdum, 1980’de Zigana dağlarında çobanlık yapan bir çocuktum. Orada Ortaçağ şartlarında yaşıyordum; yol, su, elektriğin bulunmadığı, gaz lambası ve kandil ile aydınlatma sağlanan bir coğrafya. Fakat, bu coğrafyanın kurbanı olmadım; okudum, çalıştım, gayret ettim ve ülkemin en iyi okullarında eğitim gördüm, dünyanın en iyi üniversitelerine kabul edildim, ülkemde ve yurt dışında çok prestijli işler yaptım. Yani Zigana dağları sınırlamadı beni. Doğduğum Hacıköy belirlemedi nasıl bir insan olacağımı, fındık bahçeleri çizmedi yolumu, derin ormanlar çevrelemedi geleceğimi, yaylalar çizmedi sınırımı. Her ne yaptıysam bunu kendi elimle, kendi irademle yaptığıma inandım.
- Fakat, şimdi İbn Haldun’un sözüne bu cevabı vermiyorum. Eskiden olabileceği gibi kesin bir tavırla yanlış söylediğini iddia etmiyorum. Coğrafya kaderdir sözüne itiraz etmiyorum artık; başka türlü değerlendiriyorum.
- Özgür insanlar olarak bu dünyaya gelirken tamamen bağımsız değiliz. Her türlü belirlenmişlikten, kayıttan uzak bir özgürlük değil bizimkisi. Annemizin babamızın kim olacağını bilmiyoruz. Nerede doğacağımızı, hangi dili konuşacağımızı, toplumumuzun ne tür adetleri, gelenekleri olacağını, bir bütün olarak kültürümüzü seçmiyoruz. Bu kültürler de öylesine farklı ve dışarıdan tahmin edilemez ki nasıl olup da bilinçli insanlar arasında kabul görebildiği bir muamma. Kültür sahnesinde kimimizin pipisi ucundan azıcık kesilecek, kimimizin kulakları delinip beş karış sarkıtılacak, kimimizin dudakları yarılıp içine kocaman bir tabak konulacak ve daha bin türlü garip uygulama.
- İşte görünüşte çıplak geldiğimiz bu dünyada pek çok bağlantının içine doğuyoruz. Başka türlüsü mümkün değil zaten. Hani desek ki herhangi bir dili öğretmeyelim çocuğa, büyüdüğünde kendi seçtiği dili öğrensin; bunu yapamıyoruz işte, bir dil öğrenmeden dil yeteneği gelişmiyor bile. (Araya birkaç soru sıkıştırayım: Özgürlük de böyle midir? Özgür iradeyi harekete geçirmezsek o yeteneği yitirir miyiz? Ya da dil gibi bilişsel bir temel yeteneği pratiğe geçirmezsek bilinç gelişir mi?)
- Tüm bunlar, yani insanın kendini içinde bulduğu durumlar kader olarak tanımlanabilir. İnanan kişi için tanrının takdiridir bu. Fakat bu belirlenmişliklerin kişiyi ne şekilde ve ne kadar etkileyeceği karışıktır; yani takdir orada biter, bizim tercihimiz olmadan başımıza gelen hususlarla sınırlıdır.
- Gelevera Vadisi’nde doğmuş olmak benim kaderimdir, bunu değiştirme şansım yok artık. Fakat orada doğmak beni insani, bilişsel tercihlerimde yönlendirmeyecek; iyi bir insan olmayı kendim seçeceğim, ne iş yapacağıma kendim karar vereceğim, kiminle evleneceğimi yahut evlenmeyeceğimi kendim tayin edeceğim ve daha bir sürü şey. Oradaki kültür bunların bazısını bana empoze ediyor olabilir. Fakat, özgürlüğün hazıra konmak olduğunu kim söyledi ki? Özgürlük çoğu zaman sınırlarda yürütülen bir muharebedir. Kendi isteklerimizle başkalarının istekleri karşı karşıya geldiğinde muharebe başlar yahut gerçek özgürlük ortamı oluşur.
- Buraya kadar fazlasıyla bireyci baktığımın farkındayım. Toplumda benim yahut başka bir bireyin özgür kalabilmiş olması şanslı bir istisna olarak değerlendirilebilir. Evet, Giresun, Ordu, Gümüşhane civarında yaşayan beş milyon Çepninin istatistiklerine baktığımızda onların hayatında özgür seçimle karşılaşır mıyız?
- Bu sorunun cevabını öncelikle en bize (tek tek her birimize demek istiyorum) ait olan konuda; inançlarımızda arayalım. Eğer inanç konusunda özgürce kendi seçimimizi yapmıyorsak ve körlemesine bir kopyacılık içindeysek özgürlük iddiamız ciddi yara alır.
- Beş milyon Çepni, yaşlısıyla genciyle, kadınıyla erkeğiyle muhtemelen annesi ve babası gibi Müslüman, sünni, hanefi veya Müslüman, alevidir. Şahsen ömrü hayatımda kimsenin hanefiliği bırakıp aleviliği seçtiğine şahit olmadım. O halde bu inanç aidiyeti kişinin kendi seçimi değil, doğuştan kazanılan bir nitelik olmalı. Cinsiyet gibi.
- Şahsi tecrübem de böyle olmuştu. Daha yeni konuştuğum zamanlarda babam bana uzun bir künye ezberletmişti: Adem aleyhisselamın zürriyetindenim diye başlıyordum, amelde mezhebim İmamı Azam Ebu Hanife diyordum ve sonunda Yırtakoğullarından Yakup Hoca’nın oğlu Şeref Efe diye bitiriyordum künyemi. Gururla yaptığım bu performans sonrası 25 kuruş, 50 kuruş bahşiş veriyordu amcalar. İsmim dahil bu listedeki hiçbir şeyi ben seçmemiştim. Aidiyet bağı kurduğum bu isimlerin (babam hariç!) ne oldukları hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Yarım asır sonra o küçük çocuktan geriye ne kaldı bilmiyorum ama o aidiyetlerde değişiklik olmadı.
- Burada yeri gelmişken içine doğduğumuz inanç ve kültürü nasıl böyle kolayca ve sıkıca benimsediğimize de hayretle bir nazar edelim. Her nasılsa en iyi grupta doğmuş olduğumuz zannıyla yaşıyoruz. Genel olarak böyledir; Çorumlu Bünyamin için en iyi millet kuşkusuz Türk milletidir, oysa Jerusalem’deki Benyamin’e sorsak Yahudiler dışındaki milletlerin adını anmaya bile değmez, Teksaslı Benjamin ise Amerika’nın en özgür toplum (Amerika derken aslında Teksaslıları kast etmektedir) olduğundan kuşku duymamıştır fakat Seattle’daki Çingene kız Liberty Teksaslının iddiasına dudak büküp “Çingene olmayan ne bilsin özgürlüğü!” diyecektir.
- Güzergahımızdan biraz sapıp şu derin uçuruma bir göz atalım: İnsanın içine doğduğu toplumun kültürünü benimsemesinin nedenleri ne? Arap, çöldeki çadırına aşık, Eskimo, buzdan sarayında mutlu, İngiliz her gün lanet okuduğu Londra sisine fena derecede tutkun. Herkeste bir memleket sevdası var (Yozgat hariç olabilir, kesin konuşmayayım). Nedir bize kültürümüzü ve ortamımızı sevimli gösteren? Bunun yerleşik topluma geçişle başladığını tahmin ediyorum. Serserice dağlarda tavşan kovalamak yerine belli bir köyde çitim çubuğum olsun diyen insan niçin o köyü tercih ettiğini kendisine nasıl izah edecek? Burayı sevdim, insanlarını beğendim diyecek elbette. Yoksa çabucak kovulurdu yerinden yurdundan “Ya sev ya terk et!” nidaları arasında. Demek ki Nasreddin Hoca’nın “Düşmesem de inecektim!” deyişindeki (kendimizi aldatarak kurduğumuz) özgürlük sevdası bizi buna zorluyor. Nasreddin Hoca yetmezse Küçük Prens’in 325 numaralı asteroitte karşılaştığı, kralı düşünün ki her emri yerine getirilen muhteşem bir kraldı o. Biz şansına yahut mecburen, yani elimizde olmayan sebeplerle bu memleketli değiliz, seviyoruz ulan, bu memleketi kendi irademizle istiyoruz, beğeniyoruz. Dolayısıyla nasibimizi benimseyerek tercihimiz haline getiriyoruz. Bu söylediğim uyduruk bir zandan ibaret değil. Şöyle bir sosyal deney örneğini hatırlatayım: İki grup deneğe vida sıkmak gibi sıkıcı bir iş yaptırırlar. Bir gruba 1 dolar diğer gruba 10 dolar verirler. Sizce hangi grup işini daha çok sevmiştir? Bu sorunun cevabını tahmin edebilirsiniz (çünkü beklenmedik olan seçenek cevap olmalı ki soru ilginç olsun), peki ama niçin?
- Şimdi buraya kadar geldiğimiz düşünce patikası en baştaki “özgürlük de özgürlük!” diye çırpındığımız tavrın tam aksine götürdü bizi. Ait olduğumuz mezhebi, inançlarımızın en belirgin etiketi olarak kabul edeceksek sosyogenetik (kalıtım ve sosyal çevre ürünü demek istiyorum) bir inanç taşıyıcısı olduğumuz inkar edilemez. Coğrafyamızın, mahallemizin ve ailemizin inançsal kaderimizi tayin ettiğini reddedebilir miyiz?
- Peki, şimdi özgürlüğü bu acımasız bataklıktan nasıl kurtaracağız? Özgürlük konusunda ve yalnızca özgürlük konusunda sabit fikirli olduğumu itiraf edebilirim. Gündüz parlayan güneşin varlığına emin olduğum gibi eminim insanın özgür olduğu hususunda. Hiçbir zaman merak içinde “İnsan özgür müdür?” sorusunun peşine düşmedim. Özgürlüğü insan olmanın bir ön koşulu olarak gördüm ve ardına düştüğüm soru; “Farklı durumlarda bu özgürlük nasıl ortaya çıkıyor, nasıl icra ediyoruz?” çevresinde oldu.
- O zaman sorumuzu tekrarlayalım: Mezhebimize varana kadar inanç etiketimiz sosyogenetik olarak belirleniyorsa özgürlük nerede? Hala kaderin kurbanı olmadığımızı söyleyebilir miyiz?
- Gördüğünüz gibi dümdüz soruyorum ve öyle dümdüz cevabını arıyorum. Şöhretli düşünürler gibi bu soruları pek ince ve dolambaçlı biçimlerde dile getirme, cevaplamadan laf çevirebilme, cevaplasa bile özenle bu cevabı belirsiz kavram bitiştirmeleri içerisinde gizleme becerilerim yok. Belki bu yüzden bir filozof olarak görülmeyeceğim ama ne gam! Söylemek istediğini söyleyebilme samimiyetini hiçbir şeye değişmem.
- Özgürlük nerede demiştik; özgürlük etikette değil, içeride. Çiftçiler eskiden hayvanları dağlayarak işaretlerdi, yahut biz koyunları kırmızı bir boya ile işaretleyerek kurbanlığa ayırırdık, şimdilerde kulağına bir etiket takıyoruz; onları tasnif ediyoruz. Fakat insanlar bu şekilde etiketlenmez, etiketlenmemeli. Elbette toplumun bir vatandaşa takılmasını gerekli bulduğu pek çok etiket var; ona nasıl muamele edeceğini belirleyebilmesi için bu etiketlere ihtiyaç duyuyor, bu anlaşılabilir. Küçük mü, yaşlı mı, kadın mı, erkek mi, evli mi yoksa bekar mı ve bunun gibi pek çok etiket yanında kişinin Müslüman yahut Yahudi olması da toplumu bazı durumlarda ilgilendiriyor. Bir kısım toplumlar bu etiketleri kimliklerde yazacak kadar önemli/gerekli görüyorlar. Ve biz yukarıda bu inanç etiketlerinin bir nevi tevarüs edildiğini itiraf ettik.
- Fakat özgürlük o etiketlerden birini seçmekte değil. Özgürlük daha içeride aranmalı. Örneğin ben, koyu dindar, sünni, hanefi bir ailenin dört çocuğundan biriyim. Her birimizin ve ailenin onbeş torununun da etiketleri aynıdır. Oysa etiketi kaldırıp altına, gerçek inançlarımıza baktığımızda vaziyet tamamiyle değişir. Bu ailedeki yirmi bir kişinin içinde tıpatıp aynı inançta olduğunu söyleyebileceğim iki kişi yoktur muhtemelen. Aramızda, sürekli olağanüstü tanrısal hadiseler içinde yaşadığına, Arapça bazı sözler okuyarak hastaların iyileştirilebileceğine, bakış ve düşünce ile başka insanlar üzerinde tesir oluşturulabileceğine inananlar var. Aynı zamanda benim gibi liberteryen, Amerika’nın en liberal bölgesinde bile rastlayamayacağınız kadar özgürlükçü kişiler de var. Genel olarak liberal bir toplum olan Amerika’da ise bizim ailedeki en ezoterik, en spiritüalist kişiyi fersah fersah aşmış olan milyonlarca meczup var.
- 2005 yılında yüksek lisans yaptığım Harvard’da Gertrude adında ateist fakat rasyonel düşüncede, özgürlükçü bir alman arkadaşım vardı. Bir bütün olarak temel inançlarımın ateist olan Gertrude’dan çok, Müslüman, dindar kardeşime yakın olduğunu söyleyemem. Çünkü “Allah’a inanıyorum” sözü bu çağda üzerinde uzlaşabileceğimiz tek ve sabit bir inancı temsil etmiyor. Nasıl bir Allah’a inanıyorsun? Düzenli olan şu muazzam evrende keyfi düzensizlikler çıkaran, sana birilerini çoban tayin eden, aklını bir kenara bırakıp en mantıksız hikayeye bile inanmanı isteyen bir Allah’a mı inanıyorsun yoksa seni sana yeterli bir akılla teçhiz edip dünya hayatının sorumluluğunu sana bırakan bir Allah’a mı inanıyorsun? Kuşkusuz Allah adına her türlü söze inanan, her türlü talimatı benimseyen, her türlü otoriteye boyun eğen birinin inancı ile kendi vicdanındaki Allah’tan başka mutlak otorite tanımayan birinin inancı taban tabana zıttır. Bu ikinci ile, sağlam inançlı (düşünüp sorgulayarak ulaşılan tutarlı bir inanç sistemini kast ediyorum) bir ateistin toplumsal hayata yaklaşımı birbirine çok yakındır. Etiketçileri en çok rahatsız eden de budur aslında; samimi bir İslam inancının samimi bir ateizmle benzer nitelikte bir özgürlük davasını destekliyor olması.
Koyunlara vurulan damgaların samimiyet yağmurunda akıp gitmesi çobanlık heveslilerini çıldırtıyor! - Kendi toplumumuzun inancı biraz daha yakından bakmayı hak ediyor. Müslümanlığımızın temelinde tevhit inancı var. Tevhit; “la ilahe illallah” sözü önce tüm ilahların, tanrısallığın, doğaüstü güçlerin, mutlak otoritelerin, kutsalların reddidir; “la ilahe: hiçbir tanrı yok” anlamına gelir. Bu aşamada bir ateist ile aynı düzleme geliriz. Bundan sonra inanan kişi bir adım daha atar ve gaipte olan (yani algılarımızla asla tespit edemeyeceğimiz ve düşünce ile kanıtlayamayacağımız) zamandan ve mekandan münezzeh (aşkın) bir tanrıya iman eder.
- Dikkatle düşündüğümüzde, aşkın bir tanrı inancıyla tam bir tanrısızlık inancının evrene ve dünya hayatına bakışta neredeyse tamamen aynı noktaya geldiğini söyleyebiliriz. İhtiyaten “neredeyse” kaydını düşsem de fiziki evrene ve bunun içinde yarattığımız kurgusal dünyaya bakışımızda bir farklılık göremiyorum. Farklılık o bakışın ötesinde, yani bu varlığın sebep ve amaçlarına ilişkin spekülasyonda ortaya çıkıyor. Birisi bu varlığın sebebinin bilinemeyeceğini düşünüyor, diğeri de tam olarak bilemeyeceğimiz bir mutlak sebep olduğuna inanıyor. Birisi insana hiçbir amacın empoze edilmediğini ve olabildiğince iyi insan olarak yaşamanın gerektiğini düşünüyor, diğeri tanrının onu iyi insan olmaya yönelten bir fıtrat ile yarattığına inanıyor.
- Hemen belirteyim ki, bu sözlerim bir ateizm güzellemesi yapmayı amaçlamıyor. Kanaatime göre; ateizm inanç konusunda en makul (Occam’ın deyişiyle en basit) düşünceyi temsil etmiyor (bu konuda kendimce çok sağlam bir dayanağım var!) ve tanrının inkarı kişiyi sağlam bir aşkın tanrı inancına sahip bir kişiye göre daha özgürlükçü kılmıyor.
- İslam davası peygamberin zamanında hiçbir zaman ateistleri veya deistleri karşısına almadı, onlarla bir mücadeleye girişmedi. Allah’a inanan fakat onun yanında başka otoritelere de inananlarla, yani müşrikler, Hristiyanlar ve Yahudilere karşı cihada, din adına mücadeleye girişildi. Kuran’ın sağlam bir ateiste; düşünüp taşınıp bu evrende insan üzerinde tanrı dahil hiçbir mutlak otorite olmadığına kanaat getiren kişiye hiçbir sözü yoktur. Bütün eleştiriler bir mutlak yaratıcının varlığını kabul ettiği halde araya insanın özgürlüğünü kısıtlayacak başka otoriteler, kahinler, alimler, hocalar, tılsımlı sözler, kutsal nesneler vb. koyanlara yöneliktir.
- Cihad özünde bir özgürlük mücadelesidir. Bu yüzden cihadın en zor kısmı kişinin kendi içindeki kutsallara, tanrılara, safsatalara karşı çabalaması, kendini bu spekülatif kurguların boyunduruğundan kurtarmasıdır. Safsatalara karşı özgürlük çabasında en büyük yardımcımız, yani cihadın birincil ve vazgeçilmez yöntemi bilimsel çalışmadır.
- Şimdi burada dile getirdiğim düşüncemi (temel inançlarımın çerçevesini de çiziyor bu düşünce) benimle aynı ailede doğmuş, aynı çevrede yetişmiş, aynı okullarda okumuş, aynı Kuranı talim etmiş olan kardeşlerimle ve benzer coğrafya ve koşullarda yaşayıp benimle aynı aidiyetlere sahip olan milyonlarca kişiyle içinde hiç de paylaşmadığımı söyleyebilirim. Ben söylemesem bile onlar dile getirdiğim bazı düşüncelere tereddütsüz karşı çıkacaklar, pek çoğu bir ateist ile fikri yakınlıktansa peygamberin sakalının bir kılına kurban olmayı tercih edecektir.
- İşte en başta sorduğumuz sorunun cevabı bu şekilde ortaya çıkıyor: Etiketlerimiz coğrafyamız tarafından belirleniyor görünse de gerçek inançlarımız o etiketlerin ötesinde şekilleniyor, farklılaşıyor, değişiyor. Bu süreç içinde nelerden etkilendiğimizi tam olarak belirleyebileceğimizi sanmıyorum; fiziki zorunluluklar, sosyal çevre ve kişisel eğilimlerin bu yapıda katkısı inkar edilemez, fakat bakışımızı tek başına bireye yönelttiğimizde söyleyebileceğimiz en uygun söz şu olacak: Özgür insan, her şeye rağmen ve her şeyle birlikte, inancını kendisi inşa ediyor.