[voiserPlayer]
Türk modernleşmesi ile Türk halkının -özellikle de her cenahtan radikallerin- imtihanı oldukça enteresandır. Çeşitli siyasi mahallelerden entelektüeller, konuyla ilgili birbirinden oldukça farklı okumalar yapmışlardır. En azından 200 yıldır sürdüğünü kolaylıkla söyleyebileceğimiz modernleşme tarihimizin ne olduğu üzerinde anlaşamamış olmamız, tartışmanın güncelliğini korumasını sağlamaktadır.
Fransız İhtilali ile billurlaşan ve Türkiye’ye nüfuz eden akımlar hem Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticilerini hem de muhaliflerini etkilemiştir. III. Selim’in Avrupa’ya büyükelçiler yollayarak Türkiye’ye taşımaya çalıştığı modernite, bir yandan yöneticilerin bildikleri eski dünyaya hoşça kal demeleri gerekliliğini ortaya koyarken, bir yandan da yerel kuvvetlerin sarılıp bırakmak istemedikleri güçlerini törpüleme gerekliliğini yanında getirmiştir.
Belki de bu yüzden, Türk modernleşmesine bugüne kadar yapılan temel eleştiri; sürecin halk nezdinde kabul görmediği ve kabul görmüş olmamasına rağmen devam ettirildiği için başarısız olduğudur. Bu iddia, birkaç tarihi anekdotla ve sürecin etkisiz kaldığı yerlerin parlatılmasıyla aynı sözler etrafında tekrarlanıp durmuştur. Mesela, Türkiye’nin benzer süreçlerden geçen komşularının yaşadıkları göz ardı edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulan ülkeler arasında ya da bulunduğu coğrafyada, kendisiyle karşılaştırılması metodolojik olarak doğru olabilecek ülkelerle karşılaştırıldığında, birçok konuda en “ileride” olan Türkiye’nin başarılı olduğu yerler görmezden gelinirken, absürt bir karşılaştırma olmasına rağmen harf inkılabı üzerinden Japonya ile karşılaştırılmış ve başarısız addedilmiştir.
Amacımıza uygun şekilde, öncelikle temel eleştiri/soru ile başlamamız gerekmektedir: Türk modernleşmesi başarısız oldu mu? Bu soruyu ikiye bölerek Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde ayrı ayrı iki cevap vermek gerekmektedir. Osmanlı dönemi için bu soruya “hayır” cevabı verenlerin temel dayanağı Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme sürecine girmesine rağmen yıkılmış olmasıdır. Peki, bu cevap yeterli midir?
Modernleşme sürecinde, bir hanedanın ülke üzerindeki yönetim gücünü koruması veya ülkenin hâkim olduğu toprakları kaybetmemesini başarı kriteri olarak görebilir miyiz? Eğer böyle bakacak olursak, özellikle de harf inkılabı yapmadan modernleşebildiği için başarılı bir modernleşme örneği olarak gösterilen, toprakları bir dönem Kore’den Endonezya’ya kadar uzanan Japonya, bugün bir ada devleti olduğu için modernleşmesi aslında başarısız mı olmuştur? Bizim buna cevabımız tabii ki “hayır”dır.
Osmanlı’da modernleşme süreci kendini Batılı devletlere hâkim bir güç olarak kabul ettirme ülküsüyle ortaya çıkmıştır. Uluslararası alanda, ta ki dağılıncaya kadar bir büyük güç (great power) olan Osmanlı İmparatorluğu, modernleşme sürecine Batılıların kıyafetleri güzel, gelenekleri güzel, dinleri güzel diye girmemiştir. Bir büyük güç olarak, rekabet ettiği devletler karşısında art arda aldığı askeri yenilgiler neticesinde, kaderini değiştirmek için modernleşme çalışmalarına girişmiştir. Daha iyi olana ulaşmak için gireceği dönüşüm tabii ki kendinden daha iyi durumlarda olan ülkelerden öğrenmekten geçmektedir. Bu sebeple Osmanlı Devleti Avrupa’yı daha iyi tanımaya ve neden geride kaldığını anlamlandırmaya çalışmıştır. Aklıselim devlet adamları tarafından bir değişimin gerekli olduğu idrak edilmiştir. Bu durum çoğu zaman çeşitli Avrupalı Devletler tarafından da desteklenmiştir.
Zira, 18. Yüzyıl’dan itibaren Osmanlı’nın varlığı da parçalanması da Avrupa için büyük bir problem haline gelmiştir. Doğu Sorunu (Eastern Question) olarak bilinen bir fenomen ortaya çıkmıştır. Kendi valilerine dahi söz geçiremeyen Osmanlı’nın yarattığı karmaşa mı, yoksa onu parçalayacak ulus devletlerin yaratacağı karmaşa mı daha ehven-i şerdir tartışması Avrupalı devletlerin başını ağrıtmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, daha 19. Yüzyılın başlarında yıkılabilecek bir imparatorluk, çoğu zaman İngiltere ve Fransa gibi dönemin devletlerinin de desteğini alarak ömrünü 100 yıla yakın uzatmıştır. Sırf bu dar açıdan bakıldığında dahi Türk-Osmanlı modernleşmesi başarılıdır.
Türk liberallerinin-muhafazakarlarının tembelliğine kaçmadan, Osmanlı dönemi Türk modernleşmesi sürecine daha geniş açıdan bakarsak, modernleşme sürecindeki ilk ve öncelikli telaş, modern devleti oluşturmaktır. Modern devleti işler kılacak insan gücünü yetiştirmek ise bu sürecin en önemli ve sonradan gelen parçası olmuştur. Dikkatinizi çekmek isteriz ki buradaki öncelik halk değil devlettir. Halkın devleti ihya edecek kadar kısmının yetiştirilmesi devlet için yeterli görülmüştür. Tıpkı Rusya ve Japonya örneklerinde gördüğümüz üzere Türk Modernleşmesi okulluların, yani imparatorluğun imparatorluğu kurtarmak için yetiştirdiği insanların fikriyatıdır. Devlet modernleştikçe, sıra artık modernitenin fayda ve imkânlarını halka da yaygınlaşacak şekilde genişletmek olmuştur.
Örneğin, muhafazakâr ve hatta bazıları tarafından “yobaz” olarak nitelendirilen II. Abdülhamit, Osmanlı Devleti’nin kız çocuklarının da eğitim göreceği ve hizmet vereceği eğitim ve sağlık kurumlarını kurmuş, en modern ulaşım ve iletişim ağlarını kurmak için devletin imkânlarını sonuna kadar kullanmıştır. Tebaanın devlet için vergi geliri üretmek ve asker olmaktan başka bir ehemmiyetinin olmadığı ülkede, tebaanın özellikle eğitim ve üretim mekanizmalarına katılarak değer üretmesinin sağlanması için, modernleşme döneminde birçok Avrupalı devlette gördüğümüz girişimlerde bulunmuştur.
Peki bu çaba ne kadar başarılı olmuştur? Cevabımızı vermeden önce söylememiz gerekir ki, biz bu meseleye toprak kaybı üzerinden bakmayı abesle iştigal olarak görmekteyiz. Bugüne kadar şark zihniyetiyle tüm süreci toprak genişliği üzerinden değerlendirenler; modern devlet nedir sorusunun cevabını vermekte başarılı olamayacaklardır. Zaten modern dünyada devletlerin gücü ve büyüklüğü toprak genişliğiyle ölçülmemekte, 1900’lerin başından beri toprak genişliği üzerinden zenginlik ve güç okumasının yapılması, bazı tarihçi ve düşünürlerce absürt olarak nitelenmektedir. Evet, Osmanlı İmparatorluğu toprak kaybetmiştir fakat, modern dünyaya adapte olma konusunda da başarılı olmuştur. Kendi merkezi kurumlarını kurarken, bu kurumları eğitimli bürokratlarla doldururken ve bunu liyakat esaslı (neredeyse Weberyen diyebileceğimiz) bir sistem üzerinden gerçekleştirirken; aynı zamanda dünyanın en güçlü devletleriyle bu bürokratik mekanizmaları kullanarak mücadele edebilmeyi başarmış(Osmanlı’nın son yüzyılı başarılı bir diplomasi tarihidir); bunun yanında ekonomi, sağlık, eğitim gibi alanlarda da ciddi bir dönüşüm sağlamıştır. Bu başarı sadece Türkiye’nin tarihinin akışını değil, aynı zamanda çevre ülkelerin tarihinin akışını da değiştirmiştir. Tarihin bir cilvesi olarak, tıpkı Türk milliyetçiliğinin Rus Çarlığı’nın okullarında filizlendiği gibi Arap, Yunan, Arnavut, Kürt ve sair milletlerin milliyetçiliği de Türk okullarında başlamıştır. Neticesinde, Osmanlı hem parçalandığında kendini yeniden kuracak kadroyu, hem de kendisinin parçalanmasıyla doğan devletlerin yönetici kadrosunu yetiştirmeyi başararak, tarihi sorumluluğunu yerine getirip, tarih kitaplarındaki huzurlu köşesine çekilmiştir.
Kitabın ikinci cildinde yer alan Cumhuriyet dönemi, Osmanlı dönemine nazaran özellikle bazı radikal kesimler tarafından daha çok eleştirilmektedir. Bu durum oldukça doğaldır. Osmanlı Devleti ile başlayan “devlet”in modernleşmesi serüveni yeterli seviyeye geldikten ve halkla devletin ilişkileri modernite çerçevesine oturmaya başladıktan sonra kurulan cumhuriyet, geride kalmışlığın yükü altında halkı da modernleştirmek için birçok girişimde bulunmuştur.
Bu girişimler karşısında Cumhuriyet’in erken döneminde İstanbul merkezli Türk muhafazakarları, işgal dönemindeki işbirlikçi tavırlarının tarihsel yükü altında ezilmiş ve sessizliğini korurken, Kürt İsyanları ile motive olmuş Kürt muhafazakarları modernizme karşı en etkili muhalif sesler haline gelmişlerdir.
Fakat, Cumhuriyet’in kurucu kadroları, yani Osmanlı Devleti’nin yıkılış öyküsüne eşlik eden, bu görkemli çöküşü yaşayarak öğrenen Mustafa Kemal Paşa ve çevresindeki bürokratlar bu itirazlara kulak asmamışlardır. II. Mahmud askeri reformlara girişince “Askerlere vücutlarını belli eden pantolon giydiren padişah gavurdur, askerler bu kıyafetle namaz kılamaz” diye itiraz edenlerin devlete verdiği zararı bilen Osmanlı’nın pragmatik bürokratlarının-paşalarının, kesif bir yokluk ve sefaletle boğuşan ülkelerinde giriştikleri dönüşüm programını gerçekleştirmek için kaybedecek zamanları yoktur. Hele ki, yörelerinde yaşadıkları ayrıcalıkları sürdürmek için, halkın başka bir bilgi kaynağına ulaşmaktan aciz olması dolayısıyla katı doğrular olarak kabul ettiklerini sömürerek güçlerini pekiştirmenin peşinde olanların keyfini bekleyecek halleri hiç yoktur. Cumhuriyetin kurucularının, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışına şahitlik eden paşaların, yaşadıklarını tekrar yaşamamak için halklarıyla birlikte yetişmeleri gereken bir muasır medeniyetler seviyesi vardır.
Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren dünyaya entegre olmaya çalışmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın ardından Almanya, İtalya ve Macaristan gibi rövanşist devletler safına katılmaması ve savaş boyunca kendini savaşan taraflara uzakta konumlaması dahi takdir sebebidir. Türkiye dönem dönem demokrasi yolunda engellere takılsa dahi çevresindeki Rusya, İran, Mısır gibi ülkelerin aksine seçimlerle hükümetlerin değişebildiği bir ülke olmayı başarmıştır. Burada özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası iktidar değişikliği önemlidir. İttifak Devletleri, savaşlardan yorulmuş kamuoyları sebebiyle yanı başlarında yıllarca Nazi rejimiyle iş birliği yapmış Franco’ya dahi müdahale edecek durumda değilken, Türkiye de pek tabii olarak bir tek parti rejimiyle yönetilmeye devam edilebilirdi. Fakat, ülkeyi kuran ve 27 yıla yakın yöneten ekip çok partili sisteme geçmiş, seçimleri kaybettiklerinde ise “devleti biz kurduk, bizimdir” demeden, ceketlerini ilikleyip koltuklarını bırakmışlardır.
Modernleşme sürecinin önemli başarı göstergelerinden olan demokratikleşme sürecimiz, darbelerle sekteye uğrasa dahi Türkiye’deki darbeciler; Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkelerdeki darbecilerin aksine cunta yönetimleri kurmaya cesaret edememiştir ya da bu rejimleri kurmayı Atatürk’ün gösterdiği hedeften bir sapma olarak yorumladıkları için kurmayı tercih etmemişlerdir. 1960 Darbesi’nde buna meyledenler olmuşsa da darbeyi düzenleyen ekip, bunları kendi içinde etkisiz hale getirmeyi başarmıştır.
Bugün geldiğimiz noktada Türkiye’nin hala alması gereken çok yol vardır. Fakat bu durum, kurucu kadronun yaptıkları, beceriksizliği, öngörüsüzlüğünden öte; kurucu kadrodan sonra gelenlerin yaptıklarının bir neticesidir. 1960’lardan itibaren nepotizmle (adam kayırmacılıkla) aşınmaya başlayan modern-bürokratik devlet, kimlik ve cemaat siyaseti ile aşınan millet kavramı, kurumsal yapısının bozulmasıyla zayıflayan devlet kapasitesinin sorumlusu bu kadrolar değildir. Atatürk ve yanındaki kurucu kadro, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, sonrasında ise Türk halkının modernleşme sürecinin tamamlanmasını hızlandırmak için ellerinden geleni yapmışlardır. Bugün geldiğimiz noktada sahip olunan başarılar ve hatta yıllardır aşındırılmasına rağmen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hala sahip olduğu kapasite, bu kadroların modernleşmeyi hızlandırmak için yaptıklarından oluşan birikimin hunharca harcanmasına rağmen büyüklüğünün bir neticesidir.
Bu düşüncelerle yazımızı bitirirken, 30 Ağustos Zafer Bayramı’mızı bize armağan eden Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını saygıyla anmak isteriz.