[voiserPlayer]
İhsan Sezal uzun zamandır Türkiye akademisinde çeşitli görevler alan bir sosyolog ve kendisi aynı zamanda bir şair. Arın Demir, Özal döneminde Millî Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı müsteşarlığı (1988) ve 1987-1991 arası Milli Eğitim Bakanlığı kontenjanından YÖK üyeliği de yapmış olan İhsan Sezal ile, Türkiye siyaseti ve başkanlık sistemi üzerine bir sohbet gerçekleştirdi.
Turgut Özal’ın 1992 yılında üzerinde çalıştığı 2. değişim programı adlı bir reform paketi bulunmaktaydı. Bu değişim programı kapsamında, sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve dış politikada güne uyum sağlama adına devletin kurumsal yapısının yeniden şekillendirilmesi gerekliliği savunuluyordu. Hatta, ‘‘bürokratik karakteri ağır basan merkeziyetçi idari yapımız mutlaka ıslah edilmeli.’’ ifadesi de geçiyordu. Toplumda, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ni faydalı bulanların oranının bazı araştırmacılara göre düştüğü değerlendiriliyor. Eğer Özal da istediği tarzda bir başkanlık sistemini getirseydi, o da bugüne benzer bir şekilde, gördüğü destekte düşüş yaşar mıydı?
Öncelikle Daktilo1984 olarak böyle bir konuyu gündeme getirdiğiniz için size teşekkür ediyorum. Türkiye’nin şu anda üzerinde durması, irdelemesi gereken belki de en önemli konu bu. Bu sisteme “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” deniyor. Başkanlık Sistemi diyenler pek yok artık ki, değil zaten.
Farklı isimler verenler var. Dolayısıyla bu konunun geçmişiyle, günümüz şekliyle ve geleceği ile irdelenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bilindiği gibi Özal, başkanlık sistemi ile ilgili bir metin ve/veya rapor bırakmış değil. Bununla ilgili dönüp kullanacağımız bir doküman da yok elimizde. Bu sebeple Turgut Özal’ın başkanlık sistemine ilişkin yapmak istedikleriyle mevcut olan durumu karşılaştırabilmek için öncelikle Özal’ın siyasi, iktisadi ve toplumsal düşünce kodlarını çözmek ve onların ışığında bazı sonuçlara varmak gerekmektedir. Bunun nedeni, hiçbir sistemi, siyasi eğilimi onu, oturduğu çerçeveden kopararak değerlendirmenin doğru olmayacağıdır. Yani, Özal’ın düşündüğü başkanlık sistemini doğru şekilde değerlendirebilmek için, önce Özal’ın diğer alanlarda neler yapmak istediğine, yaptıklarına bakmak, sonra da dönüp getirmeyi düşündüğü başkanlık sistemini masaya yatırmak gerekmektedir.
Bu şekilde konuyu yaklaştığımızda, bakıyoruz ki Özal gerçekten de çok farklı bir siyasi figür olarak Türk siyasi hayatında yer almış bulunuyor. Özal için denebilir ki, Atatürk’ten sonra Türk siyasi hayatındaki en radikal adımları atan vizyoner bir siyasi figürdür. Bunun sebebine baktığımızda, demin bahsettiğim gerek siyaset, gerekse ekonomi, hatta gerekse kültürel ve sosyal alanda Özal’ın çok farklı bir düşünce yapısına sahip olduğunu görüyoruz. Bunlardan ilki için, siyasetle ilgili düşünce kodlarına bakmalıyız. Özal’ın üzerinde en çok durulması gereken düşüncesi, bir bakıma Osmanlı’dan, Cumhuriyet’e intikal eden, Cumhuriyet’ten de Özal’a kadar aynı şekilde devam eden geleneksel, kutsal devlet anlayışını yıkmaya çalışan ilk siyaset ve devlet adamı olmasıdır. Bu çok önemli bir nokta çünkü siz devleti kutsal bir yapı olarak sürdürdüğünüz sürece, bütün siyasi şekillenmeleri ona göre yapmak zorunda kalırsınız. Bu durum, merkezi yönetimden yerel yönetimlere kadar etkili olur. Parlamento’nun işlevinden, Cumhurbaşkanı’nın işlevine varıncaya kadar bir etkisi olur. Hatta, eğer başkanlık sistemi gibi bir düşünceniz varsa bunu da etkileyecek kadar. Halbuki Özal geleneksel, kutsal devlet anlayışı yerine sürekli olarak bütün konuşmalarında insanın daha kutsal olduğunu vurgulamıştır.
Devletin ve siyasi iktidarların, insan ve birey için var olması gerekliliğini savunmuştur. Bu gerçekten üzerinde durulması gereken önemli bir noktadır. Yine Özal’ın siyaset kodlarına baktığımızda, bir diğer önemli olan husus onun merkezi yönetime bakışıdır. Özal, Osmanlı’dan kendisine gelinceye kadar devam eden, merkezi yönetim sistemini hep sorgulamıştır. Yerel yönetimlere daha fazla yetki tanıma düşüncesi onu klasik liderlerden ayıran kritik öneme sahip bir özelliktir. Bunları bir araya getirdiğimizde, daha sonra gündeme getireceği başkanlık sisteminin hangi kodlar ve bağlantılar içinde olacağını görmek mümkün olabiliyor. Bunlar çok özet bir şekilde Özal’ın siyasi alandaki düşünceleridir. Tabii, bunlar her zaman çok detaylandırılabilir, daha ince noktalara kadar götürülebilir. Özal döneminin, Avrupa Birliği’ne entegrasyon meselesi de bahsettiğim siyaset kodları çerçevesinde çok önemli bir bağlantı noktasıdır. Özal, Türkiye’yi hiçbir zaman izole bir ülke ve toplum olarak düşünmedi. Öncelikle, Türkiye’nin mutlaka Avrupa Birliği kulübünde yer almasını, daha sonra da başka bir takım bölgesel ittifak ve entegrasyonlar içerisinde görmeyi arzu etti. Nitekim, daha sonradan Karadeniz Ekonomik İş Birliği Örgütü kuruluş düşüncesi buradan kaynaklanmıştı. Bu düşünceler ve hedefler yumağı ile, kutsallığını yitirmesi gereken bir devlet anlayışına değil, insana, bireye öncelik veren liberal bir anlayışa sahip olduğunu görüyoruz. Merkezi hükûmet sisteminden, yerel yönetimlerin daha çok ağırlığı olacağı bir idari yapıyı öngördüğünü anlıyoruz. Ve nihayet dünyadan izole bir ülke değil, tamamen Avrupa ile bütünleşmiş, entegrasyonu gerçekleştirmiş bir Türkiye düşüncesi, muhtemel bir başkanlık sistemine ilişkin aydınlatıcı bir arka plan çiziyor.
Günümüzde milletvekillerinin parti disiplini adı altında partilerinin görüşüne zıt karar alamadığı görülüyor. Bu durum, bir anlamda milletvekillilerinin entelektüel kapasitelerini Meclis’e yansıtamamasına ve tartışma ortamının oluşmamasından vekilliğin işlevliğini de sorgulatır hale getiriyor. Amerika’daki başkanlık sisteminde, yasama organının temsiliyeti sağlaması açısından yasa yapıcılarının ön seçim sürecinden geçerek gelmesi olarak görülür. Özal’ın fikir dünyası ve istediği başkanlık sistemi düşünüldüğünde, TBMM’nin önemini sürdürmesi adına partilerde milletvekillerinin ön seçimle aday gösterilmesi sağlanacak ilgili seçim kanununda düzenleme yapacak mıydı? Özal’ın savunduğu başkanlık sisteminde, TBMM’nin yetki alanları ve işlevi nasıl olacaktı?
Şimdi tabii bu soruların cevabını verirken tekrar şunu gözden kaçırmamamız gerekiyor. Özal’ın başkanlık sistemiyle ilgili ortaya koyduğu veya tartışmaya açtığı herhangi bir metin söz konusu değil. Bununla birlikte yaptığı bazı konuşmalardan, değerlendirmelerden ve bir bakıma da onun düşünce yapısını oluşturan kodlardan çıkarsamalar yaparak neler olabileceğini öngörebiliriz. Bu açıdan baktığımızda, aslında Özal bir defa şunu gördü. Bizim, Özal’dan önce var olan ve Özal döneminde de bir şekilde devam eden siyasi sistemimiz eksik bir demokrasiydi. Demokratik kavramların işlevlerinin birçok yerlerde aksadığını görüyorduk. Meclis bunlardan bir tanesiydi. Ben de Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı ve sonrada Müsteşarı olarak, Meclis’te çokça müzakerelerde bulundum. Meclis’e baktığımızda, Meclis’in çalışma yöntemlerinde büyük eksiklikler ve aksamalar olduğu ortaya çıkıyordu. Örnek veriyorum MEB’in bütçesini planlamak. Diğer bakanlıklarda olduğu gibi bu plan önce plan ve bütçe komisyonunda değerlendirilir sonrada genel kurulda görüşülürdü. Baktığımızda, hem komisyonda hem genel kurulda tartışılan bütçelerle ilgili çok fazla yapılan bir şey söz konusu değildi. Demokratik sürecin işlemesi açısından baktığımızda, rahatlıkla bir takım eksik işleyişleri görmek mümkündü.Bu bütün bakanlık bütçeleri için geçerli idi. Özal bunun ve meclisin mevcut yapısı içinde diğer bir çok konuların etkili bir meclis denetimine tabi olmadığının geniş çapta farkındaydı.
Meclis’in işlemesindeki aksaklıklardan belki en önemlisi Özal’ın da vurgulamış olduğu, ister koalisyon, ister tek parti hükûmeti olsun hükûmetin Meclis’te çoğunluğa sahip olması gerçeğiydi. Nitekim, bunu 1993 yılında Mehmet Ali Birand ile gerçekleştirdiği son televizyon programında başkanlık sistemiyle ile ilgili söyledikleri bölümde ilk kez ifade ediyor. Dolayısıyla, aslında Meclis denetleme yetkisinin olmadığı ama sanki denetleme yetkisi varmış gibi çalışan bir özelliğe sahipti. Çoğunluk hükûmetteydi ve istediğini geçirebiliyordu. Mesela, büyük eksikliklerden birisi grup kararı alındığı anda milletvekillerinin grubun tersine karar alamamasıydı. Meclis’te grup kararı alındıktan sonra, bütçenin ve diğer yasaların geçmesinde hükûmetin her istediğini geçirebildiği bir mekanizmaya dönüşüyordu. Yani, Meclis’in denetim fonksiyonunun sadece söz de kaldığı bir durum söz konusuydu. Özal’da zaten buradan hareket ederek başkanlık sisteminin çok daha demokratik olacağını, parlamento açısından da çok daha işlevsel olacağını söylemişti. Bakanların Meclis dışından seçilmeleri durumunda milletvekillerinin bakanları çok daha rahat denetleyebileceklerine inanıyordu. Bu nedenle, bakanların milletvekilliğinden değil de dışarıdan gelmesini savunuyordu. Meclis sadece bakanlar üzerinde değil, yürütmenin diğer tasarrufları üzerinde de – tıpkı Amerikan başkanlık sisteminde olduğu gibi- çok daha söz sahibi olabilecekti. Bakanlar da seçilme kaygısı taşımadığı için, icraatlarını çok daha rahat yapabileceklerdi. Özal’ın üzerinde en çok durduğu noktalardan birisi milletvekillerinin bürokrasiye müdahale etmesiydi. Bunu hiç istemiyordu. “Benim memurum işini bilir” derken kastettiği siyasilerin bürokrasiye müdahale etmemelerinin gerekliliğiydi. Çünkü bürokratların tarafsız iş yapabilme kapasitelerinin zedelenmemesi gerektiği inancındaydı. Bütün bunları göz önünde tuttuğumuzda Özal’ın düşündüğü başkanlık sisteminde parti yapılarının ve milletvekili seçimlerinin de Amerikan sistemine yakın bir şekilde olacağı sonucuna varılabilir.
Günümüz başkanlık sisteminde önümüzde karmaşık bir teşkilat yapısı mevcut. İcracı olarak getirilen bakanlıklar dışında çeşitli başkanlıklar da var. Bazı başkanlıklar Cumhurbaşkanlığına bazıları bakanlıklara bağlı çalışıyor. Bakanlar da artık Parlamento dışından atanıyor. Olağan sistemde, eski bir Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı olarak müsteşarlıkların kaldırılarak, bakanlıkların atama yoluyla gelmesinin bir verim sağladığını düşünüyor musunuz?
Şimdi bir defa bugün olan rejime baktığımızda, şunu ifade etmek gerekiyor. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi denilen rejim, sistem bütünlüğüne sahip olan bir başkanlık sistemi değil. Nitekim bunu kendileri de ifade ediyorlar. Bu ad altında ortaya konmuş olan yönetim şeklinin, ne literatürde ne de uygulamada bir karşılığı yok. Kendine özgü, ne olduğu konusunda tereddütlerin ve şüphelerin olduğu bir yönetim/yönetimsizlik şekli. Özal’ın düşündüğü başkanlık sistemi ile karşılaştırılması düşünülemez bile. Özal, hem literatürde hem de uygulamada karşılığı olan bir sistemden bahsetmekteydi. Bu da büyük ölçüde ABD’deki başkanlık sistemine tekabül eden bir sistemdi. Amerika’daki başkanlık sistemine baktığımızda, bir defa bütün denge ve denetim mekanizmalarının kuvvetler ayrılığı esasında işlediğini görüyoruz. Özal’ın da getirmek istediği başkanlık sisteminde bu mutlaka olacaktı. Bunu zaten her yerde söylüyordu. Oysa bugün olan yönetim şekline baktığımızda bu mekanizmaların olduğunu hiç kimse iddia edemez. Hiçbir şekilde kuvvetler ayrılığı söz konusu değil. Yargının, yürütmenin ve yasamanın iç içe geçtiği, adeta tek bir şahısta toplandığı bir durumla karşı karşıyayız. Dolayısıyla Özal’ın düşündüğü sistem, işlevselliği olan,sistematik bütünlüğe sahip demokratik bir sistemdir. Dolayısıyla, getirilen rejimi – ki sistem demek mümkün değil – Özal’ın getirmeyi düşündüğü başkanlık sistemi ile karşılaştırmak Özal’a yapılacak büyük bir saygısızlık olur.
Biraz dönemin siyasi atmosferine dönersek, Turgut Özal Çankaya’ya çıkmıştı. Bu nedenle eskisi gibi partiye hakim olamadığı değerlendiriliyordu. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde ANAP içinde çeşitli ayrışmalar yaşandığı biliniyor. Turgut Özal, parti içindeki muhafazakarlar ve liberaller ayrışmasındaki tutumu nasıldı?
Bu derinlemesine incelenmesi gereken bir konu. Özal’dan sonra partinin yaşadığı kargaşa kısa bir sürede partinin güç kaybetmesine ve zayıflayarak adeta ortadan kaybolmasına yol açtı. Özal, Cumhurbaşkanı olduktan sonra partinin aynı güçle devam edeceğini düşünüyordu. Orada, önceden kestiremediği şekilde parti içinde keskin bir takım gruplaşmalar ortaya çıktı. Özal Cumhurbaşkanlığı niyetini açıkladığı andan itibaren partinin genel başkanlığına ve dolayısıyla başbakanlığa aday olan bazı isimler ortaya çıkmaya başladı. Özal, partinin bütünlüğünü bozmamak kaygısıyla partinin çok güçlü olduğu temasını işlemeye başladı. Hatta, on sekiz ‘‘Türk Büyüğü’’ adıyla bir liste yayınladı. Bu kişilerin her birinin, ANAP’ın Genel Başkanı olabileceğini ifade etti. Orada aslında kamuoyuna, partinin ne kadar güçlü olduğunun mesajı verilmeye çalışılıyordu. Bir de adayların kendilerini diğerlerinden üstün görmemesini ima etmek istiyordu. Maalesef, her iki noktada istenen gerçekleşmedi. Parti sert bir mücadele yaşamış oldu. Dediğiniz gibi, bir yerde Hasal Celal Güzel’in liderliğinde muhafazakar diyebileceğimiz bir grup ve başını Mesut Yılmaz’ın çektiği -liberal diyemeyeceğim – belki ılımlı olarak tanımlayabileceğimiz grup söz konusuydu. Sonraki mücadelelere baktığımızda adeta üçlü bir çekişmenin olduğunu görüyoruz. Mesut Yılmaz, Hasan Celal Güzel ve Yıldırım Akbulut. Sonuç olarak Özal, Cumhurbaşkanlığı makamında tabiatıyla istediği gibi partiye müdahale imkanına sahip olamadı.
Özal’ın böyle bir gelişmeye engel olamamasının sebebine gelince bence Özal, gerçekleştirmeyi arzuladığı başkanlık sisteminde partilerin de Amerikan sistemindeki yapıda olmaları gerektiğini düşünüyordu.
Peki, başkanlık sistemini gündeme getirmesi veya ona ilişkin söylem geliştirmesinin partiyle bağının azalmasıyla bir ilişkisi bulunabilir mi?
Özal’ın demin de belirttiğim ABD başkanlık sistemi söz konusu olmuş olsaydı partilerin siyasi sistemdeki rolü de değişecekti. ANAP klasik bir parti yerine tıpkı ABD’deki sistemde gördüğümüz gibi Demokrat Parti benzeri bir parti niteliğine bürünecekti. Belki Özal’ın bu sistemi başkanlık sistemine getirmeden, geçiş yapmaya çalışması en büyük yanlışıydı. Eski siyasi sistem içinde, Cumhurbaşkanı’nın işlevi, yeri ve konumu belliydi. Partinin nasıl olacağı belliydi, bu nedenle onları istediği gibi şekillendirme konusunda zaten istese de daha fazla bir şey yapamazdı.
Değerlendirmelerinizden, Özal’ın Amerika’ya benzer bir başkanlık sistemini kurmak istediğini anlıyoruz. Özal, bugünden farklı biçimde başkanlık sistemini getirmiş olsaydı yardımcısının da kendisiyle beraber oylanması şartını getirir miydi? Bunun için ayrıca bir başkanlık seçim kanunu düzenler miydi?
Özal kesinlikle yardımcısıyla beraber seçimlere gidecekti. Parti de tıpkı ABD’de olduğu gibi yine Meclis içinde olacaktı ama herhangi bir lideri olmayacaktı. Nitekim, ABD’ye baktığımız zaman ne Demokratların, ne Cumhuriyetçilerin parti lideri diye birisi söz konusu değil. Parlamento’da ve Senato’da grup başkanları var. Partilileri grup başkanları yönetirler. Bizim klasik yapımızda gördüğümüz siyasi parti yapısını orada görmek mümkün değil. Hal böyle olunca, Amerikan sisteminde, Başkan’ın partiyle olan ilişkisi bir bakıma hem zayıf hem de güçlüdür. Parti; icranın, yürütmenin Başkan’ın getirdiği yasaları geçirmeye çalışır ve bunun için gerekli mücadeleleri her iki mecliste de vermeye çalışır. Buna şunu da ilave etmek gerekiyor, Özal muhtemelen Türkiye’de de iki meclisli bir sistemi düşünecekti. Hatta, ABD sistemindeki gibi üçte biri periyodik olarak iki yılda bir değişen bir seçim sistemi gelmesi yüksek ihtimaldi. Bu durum Cumhurbaşkanı ile meclis arasındaki dengenin parti dışı şekilde kurulmasını sağlayacaktı. Diyelim ki , Başkan cumhuriyetçi partiden ise bakıyorsunuz çoğunluk Demokrat parti oluyor mecliste. Bunun benzeri bir durum söz konusu olabilecekti. Bu da biliyorsunuz ABD başkanlık sisteminin en güçlü tarafıdır. Özal’ın Türkiye’de gerçekleştirmeyi düşündüğü başkanlık sisteminde parlamentonun yetkisi çok daha fazla olacaktı. Nitekim, bunu Mehmet Ali Birand’a da programda aynı şekilde ifade ediyor. Bugünkü Meclisin aslında denetimi söz konusu değil; denetleyemiyor,çünkü parti genel başkanı zaten Başbakan/ Hükûmet Başkanı, istediğini geçiriyor. ABD’de bu böyle değil. Orada, tamamen zıt durumlar söz konusu. Bunun yanında da tabii kuvvetler ayrılığı meselesi var. Fakat dediğimiz gibi bu konularda ayrıntılı bir metin oluşturulmadığı için net konuşamıyoruz. Özal, sistematik olarak şunu yapmayı çok severdi. Önce bir konuyu ortaya atar, ardından tartışmaya açarak sonrasında da onunla ilgili düzenlemelere giderdi. Fakat, bu meselede buna ömrü yetmedi. Bu nedenle biz, çoğunlukla betimlediği ABD sistemini düşünerek neler olabileceğini söyleyebiliyoruz.
Turgut Özal, 12 Eylül Darbesi’nin ardından ilk seçimlerde tek başına iktidara geldi. Özal ile hızlı bir değişim de başlamıştı. 12 Eylül sonrası Türkiye siyasi yaşantısında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin konumunu düşünerek, sizce istenilen sistemde Genelkurmay Başkanı’nın, Başkanlık protokolünde veya organizasyon modelinde yeri nerede olacaktı?
Başlangıçta da söylediğimiz üzere Özal’ın düşünce kodlarına bakarak değerlendirmek gerekiyor. Ona da baktığımızda, Özal kesinlikle sivil olandan yana bir özelliğe sahipti. Kendisini adeta, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı dönemlerini bunu ifade etmeye adadı. Hatta denebilir ki, Cumhurbaşkanlığı döneminde çok daha fazla bunu ifade etmiştir. Dolayısıyla, Özal hiçbir zaman tek adamlık gibi bir düşünceye sahip değildi. Zaten bu söylediklerimizin gerçekleştiği bir ortamda onun olması mümkün değildi. ABD tarzı bir başkanlık sistemini öngörüyordu. Bu sistem içinde de silahlı kuvvetlerin yeri, yine tıpkı Batı’da olduğu gibi tamamen sivil iradenin altında olan bir yerde olurdu. Bu konuda da Özal pragmatik bir yapıya sahipti. 12 Eylül’ün hemen sonrasından ölümüne kadar olan döneme baktığımızda çok pragmatik yaklaşımlarla hareket ettiğini görüyoruz. Adım adım sivilleşmeyi nasıl sağladığını görüyoruz. Nitekim, Körfez Savaşı söz konusu olduğunda rahatlıkla Genel Kurmay Başkanı’nın istifa etmesini bile sağlayabilecek bir gücü ortaya koydu ve sağlayabildi. Bu bakımdan ben Özal’ın getirmek istediği başkanlık sistemi yapısı içinde silahlı kuvvetlerin tamamen sivil bir konumda olacağını düşünüyorum.
Ayrıca şunu belirtmekte de yarar var: Özal, 12 Eylül Darbesi’nin ertesinde iktidara gelmişti ve kısa bir sürede TSK’nın siyasete dolaylı/dolaysız müdahalesine nokta koyabilmişti. Oysa 27 Mayıs 1960 Darbesi’nden sonra dört yıl, seçimle gelmiş hükumetler üzerinde “Zinde Kuvvetler”in gölgesi ağır bir şekilde hissediliyordu. Nitekim 1993’ten itibaren TSK’nın siyasete bir şekilde girmeye başladığını görmüştük. Siyasetin yol açtığı boşluktan ve güçsüzlükten kaynaklanan bir sonuç bu. Konuşmamızı tamamlarken iki hususun altını çizerek, belirtmek istiyorum: Birincisi, Özal Başkanlık Sistemi’ni, “Cumhuriyet’in Değerleri”ni günümüzün şartlarında yenileyerek daha demokratik, daha işlevsel bir parlamenter yapıya kavuşturmak için istiyordu. Bu yenilenmiş demokratik sistem “liberal sosyal devlet” gibi farklı bir sentezi de beraberinde getiriyordu. Ekonomide, siyasette ve kültürel alanda liberal yaklaşım ön plana çıkarken sosyal devlet anlayışına yakın bir ‘’toplu konut projesi’’ ve ‘‘yoksulları gözetecek fon’’un kurulması da ihmal edilmiyordu. İkinci husus ise Özal’ın karşısında güçlü bir statükocu siyaset ve bürokrasi blokunun mevcudiyeti idi. ANAP’lıların bir kısmının da içinde yer aldığı bu blok, Başkanlık Sistemi’ne açıktan karşı çıkmasa bile büyük bir direnç gösteriyordu. Özal’ın tekrar siyasete dönme niyet ve çalışmalarının arkasında bu engeli kamuoyunu bilinçlendirip halka giderek aşma düşüncesi vardı. Ne var ki, buna ömrü yetmedi. Yetse başarılı olur muydu o da ayrı bir konu.