Burak Dalgın’ın “Büyük Dönüşümün Reçetesi: Liberal Milliyetçilik” başlıklı yazısı, Türkiye iktisadi ve politik tıkanmışlığına karşı kapsayıcı bir kimlik ve kalkınma anlatısı sunuyor.
Toplumun geniş kesimi kendisini milliyetçi olarak tanımlarken, şüphesiz bu geniş kitlenin, dinamik ve dönüştürücü öbeği kendisini milliyetçi ve Atatürkçü olarak niteleyen genç nesil. Gelecek kaygısı altında ezilen genç kitlelerin öfkesi, milliyetçi ve Atatürkçü bir kimlik altında harlanıyor. Bu olguyu, birçok ampirik toplum araştırmalarında gözlemlemekteyiz[1].
Burak Dalgın’ın Liberal Milliyetçilik anlatısı, piyasa rejimini bu kitle öfkesinden korumayı veyahut kitleyi liberal piyasa düşüncesi ile barıştırmayı hedefliyor. Bana kalırsa, bu kitle öfkesinin sınıfsal bir tabana oturması, muhtemelen Türkiye’nin iktisadi büyüme ve birikim rejimini derinden sarsacaktır.
Yazı liberal milliyetçiliğin, Türkiye’nin üç meselesinin ilacı olduğunu iddia ediyor: Kimlik siyaseti/Lübnanlaşma, demokratik erozyon/otoriterleşme ve performans eksikliği/vasatistan.
Burada bu üç başlığı teker teker ele almayacağım ama bu sorunların küresel ölçekte çökmekte olan neoliberal piyasa rejimi ile doğrudan ilintili olduğunu söylemek yanlış olmaz diye düşünüyorum. Örneğin kimlik politikaları, neoliberal piyasa rejiminin sendikal faaliyetleri dünya ölçeğinde baskılamasının doğal sonucu olarak ön plana çıktı. Yine aynı rejimin Türkiye gibi bir çevre ekonomide uygulanması, kalan iki sorunu beraberinde getirdi. Sendikal faaliyetlerin ve sınıf hareketlerinin baskılanması, özelleştirmeler ile devletin varlığının toplum için hayati olduğu piyasalardan çekilmesi, kaçınılmaz olarak devasa şirket öbeklerini ve onların siyaset üzerinden örgütlenmesini var etti. Böyle bir iktisadi birikim modelinin sürdürülebilmesi de otoriterleşmeyi gerektiriyor.
Makalede iki önemli husus görmezden geliniyor:
- Sınıflar ve gelir çatışması es geçiliyor.
- Liberalizmin pratikteki ekonomi-politiği sorgulanmadan kabul ediliyor.
Sınıflar ve gelir çatışması iktisadi gerçekliklerdir. İktisat politikası bir tercih meselesidir.
Liberal milliyetçilik anlatısı, toplumu homojen bir “dayanışma topluluğu” olarak ele alıyor. Halbuki toplum, en yalın haliyle, asgari ücret ve onun çevresinde çalışan geniş halk kitlesi ve toplumun tepesinde bulunan rantiyerlerden oluşuyor. Elbette bu iki ayrı gelir grubunu alt gruplara bölüp, çıkarlarının çeşitli alanlarda farklılaştığını ortaya koymak mümkün. Lakin anlaşılabilir olmak adına, toplumun en yüksek gelir seviyesine sahip tepedeki %20’lik grubu rantiyer, kalan %80’ini de çalışanlar olarak soyutlayalım.
Gelir ve servet eşitsizliğinin iyice bozulması, kirada oturan bir akademisyen olarak muhtemelen beni de tepedeki %20’nin olası bir üyesi yapsa da bu yüzdelik ayrıştırmayı, tepedeki %10 ve kalan %90 olarak da alsanız (veya daha da ileri gitseniz) anlatmaya çalıştığım mesele değişmeyecektir; değişen yalnızca verdiğim rakamlar olacaktır.
Bu iki gelir grubunun çıkarları, mesele iktisat politikası tasarımına gelince birbirleri ile çatışıyor. Enflasyon üzerinden bu çatışmayı anlatalım. Mehmet Şimşek döneminde (3 yıla yaklaşan) uygulanmakta olan anaakım ekonomi reçeteleri, enflasyonun çözümünde faturayı %80’lik geniş halk kitlesine kesiyor. Bu nasıl oluyor?
Uygulanan yüksek reel faiz politikası örtülü olarak, (tıpkı Burak Dalgın’ın sınıfları yok sayarak toplumu homojen olarak ele alması gibi) tam rekabet piyasası varsayımını bünyesinde barındırıyor. Tam rekabet, sınırsız sayıda tüketici ve şirketin fiyatlara etki edemediği fiyatın piyasa tarafından belirlendiği anaakım iktisadın adeta göbeğinde bulunan varsayımsal bir piyasa türü. Ekonomi giriş dersi alanlar iyi bilecekler, böyle bir piyasada fiyatlar şirketler tarafından belirlenmediği için fiyat düzeyindeki herhangi bir artış, talep seviyesinde yaşanan bir artışın sonucudur.[2] Sonuç olarak bu anlayışa göre yüksek faiz, tasarrufu çekici kılarak insanları tasarrufa, şirketleri de finansman maliyetlerinin artması sonucu üretimlerini kısmaya; yani işçi çıkarmaya iterek, talep seviyesinin baskılanmasını amaçlıyor.
Türkiye’de enflasyonun çözülememesi özellikle, uygulanan bu politikanın örtülü varsayımından, yani oturduğu zeminin çürük olmasından kaynaklanıyor.
Diyelim ki enflasyon talep artışından kaynaklanıyor. Toplam tüketim harcamalarının nereden geldiğine baktığınızda, toplumun tepedeki %20’lik gelir grubu, toplam harcamaların 2024 TÜİK verisi ile yaklaşık olarak %50’sini gerçekleştiriyor. Bu kitle, yüksek gelir seviyesine sahip, nitelikli emeği temsil ettiğinden olası işçi çıkarma girişimlerinden en son etkilenecek gelir grubu. Ekonomide üretilen toplam gelirin yine %50’sini elinde bulunduran ve finansal gelirlerin ezici çoğunluğunu kontrol eden bu tepedeki %20’lik gelir grubunun, harcama eğilimi de faize oldukça duyarsız. Örneğin bu grubun yurtdışı tatil talebini veya diğer tüketim kalemlerinin seviyesini faizin düzeyi belirlemiyor.
Bu kısmı uzatmamak adına hemen hemen her sektörü domine eden ve fiyatları yönlendiren oligopolcü şirketler tarafını atlıyorum. Nitekim bu şirket grupları, tepedeki %20’lik gelir grubu ile finansal gelir kanalı aracılığıyla kurduğu organik ilişki bakımından bölüşümün belirlenmesinde etkin rol oynuyor ve fiyatlama davranışları ile de enflasyonun esas atar damarlarını oluşturuyorlar.
Dolayısıyla uygulanan politika, enflasyonun nedeni talep olsa dahi, tepedeki %20’yi tercihen ıskalıyor ve faturayı %80’lik geniş halk kitlesine çıkarıyor.
Tercihen diyorum çünkü iktisat politikası bir yönüyle sınıfsal bir tercih gerektiriyor. Para politikasından maliye politikasına geçtiğinizde, verginin yine nereden toplandığına baktığınızda, iktisat politikasının toplumun tepedeki %20’lik gelir grubunu nasıl kayırdığını ve öncelediğini tekrar görebiliyorsunuz.
Türkiye ekonomisi, işte bu rantiyerlerin çıkarlarını önceleyen bir çeşit rantiyer itkili yapıya sahip.
Şimdi burada neden enflasyon meselesini ele aldık?
Burak Dalgın’ın yazısında kalkınma, büyük ölçüde kolektif enerji, milli seferberlik, rekabet gücü ve endeks performansı gibi kavramlar ile tanımlanıyor. Kalkınma, bireylerin özgürleşmesi veya milletin enerjisinin ayağa kalkması ile kendiliğinden ortaya çıkamaz. Talebin kompozisyonuna, gelir/servet dağılımına ve küresel konjonktüre sıkıca bağlıdır. Sonuç olarak, iktisadi büyüme ve kalkınma (tıpkı enflasyon meselesinin çözümünde olduğu gibi) esas olarak etkin talep ve kompozisyonu ile bir bölüşüm meselesidir.
Türkiye’nin bugünkü rantiyer itkili büyüme ve kalkınma modeli, tepedeki muhtemelen daha küçük bir gelir grubunun çıkarlarını öncülüyor. Dolayısıyla Burak Dalgın’a sormak gerekir: Kalkınma seferberliği derken kimin, hangi gelir gruplarının, veya sosyal sınıfların kalkınması?
Otoriterleşme gökten zembille inmedi; Otoriterleşme, Neoliberalizmin çevre bir ekonomide yansımasıdır.
1980’den itibaren liberalizmin ekonomi politiği pratikte dönüşüme uğrayarak neoliberal politikalar ile donandı. Devletin piyasalardan çekilmesi, özelleştirmeler, deregülasyonlar ve özellikle her türlü sınıf hareketinin ve dolayısıyla sendikal faaliyetin ezilmesi, bir güç asimetrisini de beraberinde getirdi. Türkiye’de sivil toplumun sineye çekilmesiyle, geniş halk yığınlarının (özellikle 2000 sonrası dönemde) neredeyse tamamen elinden alınan bu güç, toplumun tepesindeki çok küçük bir gelir grubunun elinde yoğunlaştı.[3] Dolayısıyla otoriterleşme, bu güç ve tekabül ettiği iktisadi birikim modelinin bekasından bağımsız olarak düşünülemez. Yine Lübnanlaşma ve kimlik politikalarının yükselişi, neoliberalizmin doğal bir sonucudur. Yazıda tüm bu kavramlar ele alınırken liberalizmin ekonomi politiği olan neoliberalizm sorgulanmadan ele alınmakta.
Her ne kadar liberalizmi türlere ayırıp neoliberalizmi diğerlerinden ayırsa ve neoliberalizm ile uyuşmayabilecek bir liberal milliyetçilik tasviri yaptığını iddia etse de metin; serbest piyasa, küresel rekabet, performans endeksleri ve yatırım ortamı vurguları ile yine neoliberal politika düşünce setlerini çağrıştırmakta.
Sonuç olarak liberal milliyetçilik yalnızca siyasi bir çerçeve olarak kalmakta, iktisadi bir zemine oturmaktan epeyce uzakta durmaktadır; otursa da o zeminin neoliberalizmden başka bir yere oturmayacağı çağrıştırdığı kavramlardan bellidir. Neoliberalizm ise Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu büyük dönüşümü gerçekleştirecek politika setlerine sahip değildir; aksine yaşadığımız iktisadi ve politik sorunların baş müsebbibidir.
Büyük dönüşüm, radikal bir iktisat politikası tasarımını gerektirir. Bu tasarıma teorik zemin olacak iktisat politikası mevcuttur, alternatif vardır.
Alternatif bir dönüşüm programının önkoşulu neoliberalizme mesafe koymaktan geçer.
[1] https://turkey.fes.de/e/milliyetciligin-doenuesuemue-ve-genc-yuezleri.html
[2] Ek olarak iktisat kitaplarında anlatıldığı üzere tam rekabet piyasasında herhangi bir devlet müdahalesi doğrudan fiyatların artmasına verimsizliğe neden oluyor. Dolayısıyla, enflasyonun nedeni olarak talebin artmasının ana suçlusu olarak devlet, özellikle son bir yıldır anaakım iktisatçılar için ana odak unsuru. Anaakım iktisatçılar örtülü olarak bu varsayıma dayanarak enflasyonun düşmeme nedenini kamu harcamalarına bağlıyorlar; halbuki şirketler fiyat oluşumunda başat rol oynarken, Türkiye’de enflasyonun temel nedeni de talep değil.
[3] Enflasyon meselesinde %20 olarak rantiyerleri niteledim. Bu gelir yüzdeliği güç yoğunlaşması bakımından elbette çok daha küçültülebilir. Yine de bu daraltma sonucundaki örneğin %1-2’lik gelir grubunun çıkarları, yaptığımız kısa iktisadi analizdeki %20’lik daha geniş grubun çıkarları ile genel olarak örtüşür.

