Uzun zamandır karanlık bir evrende yaşıyorum. Duygu durumum, daha önce hiç deneyimlemediğim bir hızla değişiyor. Oysa bu tür dalgalanmalara kendi çözümlerini bulabilen biri olarak, artık çıkış üretmekte zorlanıyorum. Bu karanlık evreni besleyen yazından sıyrılamıyor, Oğuz Atay’ın satırlarını hafızamda taşıyor, içimdeki şeytanı Sabahattin Ali’yle ortak bir mücadele içinde açığa çıkarmaya çalışıyorum. Bir çözüm yolu olarak Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını okurken daha da kapılıyorum bu rüzgâra ve sürüklenmekten kurtulamıyorum.
Tam da böyle bir dönemde, filmlerini her zaman büyük bir keyifle ve çoğu insandan farklı olarak sıkılmadan izlediğim Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Kuru Otlar Üstüne, Samet karakteriyle aramda bir bağ kurmamı sağladı. Uzun zamandır bir sinema karakteriyle bu denli özdeşleştiğimi hatırlamıyorum. Ve biliyorum ki; hayatını, çevresini, benliğini ve belki de varoluşunu entelektüel birikimiyle sorgulayan herkes —mutluluk, huzur, haz, hüzün, aşk, hüsran ya da başka bir duygu arıyor olsun— Samet’in aynasında kendi sorgulamalarını bulacaktır. Benim bulduğum gibi.
Filmin yaratım süreci de bu ruh halini besler. Akın Aksu, Nuri Bilge ve Ebru Ceylan, senaryoyu pandemiden önce kaleme almaya başlıyor; çekimlere ise pandeminin ilk şokunun geride bırakıldığı Mart 2021’de girişiyor. Pandeminin, bireyin kendi yaşantısını tasarlama biçiminde önemli bir dönemeç olduğunu unutmamak gerekir. Belki senaristler de bundan etkilenmiş ve filme yansıtmak istemiştir; belki de çok daha önce, bireyin soğuk yalnızlığı üzerine düşünmeye başlamış, bu yalnız insanların toplumla kurduğu mesafeli ilişkiyi çözümlemeye yönelmişlerdir.
Samet, Anadolu’nun ücra bir köşesine tayin edilmiş ve görev süresinin sonuna yaklaşan bir öğretmendir. Ancak film, Samet’in son dönemini, bize yalnızca bir öğretmenin rutini olarak değil, ücraya sıkışmışlığın, paylaşıp anlatamamanın ve içsel yalnızlığın sıkıntısı olarak aktarır. Samet için köy artık tüm anlamını yitirmiştir; zaman ise sürekli yağan karların altında donmuş, adeta ilerlemiyormuş gibi hissettirir. Zamanın ve mekânın anlamsızlaştığı bu noktada, muhatap olmak zorunda kaldığı insanlar da ona bir mahpusluk duygusu yaşatır. Samet de tıpkı bir mahpus gibi özgürlüğüne ulaşmak için kalan takvim günlerine çizik atar ve tayin zamanını bekler. Nuri Bilge Ceylan, filmin prömiyerinde bu duygu durumunu şöyle özetler: “Mutluluğun başka bir yerde olduğu avuntusu; hayatımızdan memnun değilsek, nerede olursak olalım, başka yerde olduğu avuntusu bize iyi gelir.”
Bu içsel yalnızlık ve sıkışmışlık hâli, Samet’in çevresindeki insanlarla kurduğu ilişkileri de belirler. Onun ruh dünyasına açılan ilk kapı ise öğrencisi Sevim’le geliştirdiği girift bağdır. Zamanının büyük bölümünü geçirdiği okulda, akranları olan diğer öğretmenlerle değil de 7. sınıf öğrencisi Sevim’le yakınlık geliştirmesi, aslında bir çocuktan çok Samet’in zihninde kurguladığı dünyaya ait bir karakter inşa etme çabası olarak okunabilir. Bu, Sevim’e atfettiği ayrıcalıklarla teyit edilir: diğer öğrenciler karşısında onu açıkça kayırması ve ona özel bir hediye olarak verdiği ayna. Kuşkusuz, 30’lu yaşlarındaki birinin ergenliğe yeni adım atan 13 yaşındaki birine böylesi bir hediye alması çoğumuz için irite edici ya da psikanalitik anlamda bir perversiyon olarak görülebilir. Ancak Samet’in içinde bulunduğu ruh hali ve koşullar daha bütüncül bir çerçevede ele alınmalıdır. Nitekim Sevim’in Samet’i şikâyetiyle birlikte gelişen olay örgüsü, öğretmenin iç dünyasını —belki de narsistik yönlerini— ilerleyen bölümlerde daha görünür kılar.
Elbette ben ne bir psikoloğum ne de psikanalist; yalnızca gözlemlerime ve filmle kurduğum kişisel bağa dayanarak bu kavramı merkeze alıyorum. Bunu hatırlatarak haddimi aşan bir analizden imtina ederim. Fakat, özellikle Samet karakteri ile aramda kurduğum kimi örtüşmeler, hüsran üzerinden düşünmeyi benim için daha kolay hale getiriyor. Belki de bu yüzden, filmdeki pek çok gerilimi hüsranın yankıları olarak duyumsuyorum. Hüsran, çıkışsızlık duygusu içinde insanı radikalleştiren, bizi sahte çözümlere ve yanlış yönelimlere sürükleyen bir haldir. Yalnızca bireysel bir duygu değil; toplumsal bağlarımızı, ideolojik yönelimlerimizi ve varoluşla kurduğumuz ilişkiyi de belirleyen derin bir kırılmadır. Adam Phillips’in sözleriyle, “Hüsrana katlanılabilir kılan şey düşüncedir, fakat düşünceyi mümkün kılan da hüsrandır.”
Samet’in karanlık ve içe dönük kişiliği, onu toplumsal reflekslerden kaçınır bir hale getirir. Buradaki temel soru şudur: Bu durum onun tayininden önce de var olan kronik bir mesele midir, yoksa bulunduğu koşulların yarattığı geçici bir ruh hali midir? Her iki ihtimalde de Samet’in davranışlarını anlamlandırmamızı sağlayan şey hüsran deneyimidir. Çünkü hüsran, bireyin kendi içine kapanmasını, çevresinden kopmasını ve dünyayla arasına mesafe koymasını besler.
Nuray’ın Samet ve Kenan’la ilk kez buluştuğu sahnede bu gerilim görünür hale gelir. Nuray ve Kenan’ın Alevi kimlikleri üzerinden kurdukları ortaklık, Nuray’ın Kenan’ın yüzünde bulduğu anlam, Samet’i başlangıçta ilgisiz göründüğü bir durumdan çıkarır. O noktada Samet’in Nuray’a yönelişi, aslında bir bağ kurma değil, kendi hüsranını telafi etme çabasıdır. Kenan’ın varlığı bu yüzden Samet için bir rakip olarak belirir; çünkü hüsran çoğu kez kıyasla, eksiklikle ve dışarıda kalmışlıkla hissedilir.
Akşam yemeği sahnesi, ki bu sahneye ilerleyen kısımda ayrıca değineceğim, Samet’in hüsranla kurduğu çatışmalı bağın en berrak şekilde açığa çıktığı andır. Nuray’ın idealleri ve kolektivist bakışı ile Samet’in nihilist tavrı arasındaki çatışma, yalnızca iki karakter arasındaki gerilim değildir. Bu sahnede hüsran, bireyin ideolojik konumlanışlarla, toplumsal aidiyetlerle ve kendi içsel boşluğuyla kurduğu muğlak ilişkinin görünür formuna dönüşür. Samet’in suskunluğu, çıkışsızlık duygusunu aşma çabası kadar, hüsranın düşünceyi kışkırtan tarafına da işaret eder.
Samet’in Sevim’e verdiği ayna, Nuray’ı kıskanışı ya da Kenan’ı rakip olarak görmesi… Bu davranışların her biri tek başına ahlaki ölçütlerle kolayca olumsuzlanabilir. Fakat başka bir açıdan bakıldığında, bunlar Samet’in donmuş mekân ve zaman içinde hâlâ varoluşunu hissetme, kendi hüsranına karşı çıkma girişimleridir. Bazen uygunsuzluk, bazen kayıtsızlık, bazen de kıskançlık şeklinde savrulsa da bunlar aslında bir tür başkaldırıdır: hayata, beklentilere ve toplumun dayattığı rollere karşı bir başkaldırı.
İşte tam da bu noktada, yazının başında söylediğim özdeşleşme tekrar devreye giriyor. Samet’in davranışları mükemmel değildir, hatta çoğu zaman sorunludur. Ama onda gördüğümüz şey, “karşı çıkmak” ve “sıkılmak” reflekslerinin insanlığımızı diri tutan yanıdır. Onun içsel huzursuzluğu, bir tür yozlaşmaya direnme çabasıdır. Bu yüzden Samet’i bütünüyle yargılamaktansa, onun kusurlu insaniliğini anlamayı yeğliyorum. Çünkü hepimiz zaman zaman böyleyiz: sıkılıyoruz, tepkiler veriyoruz, çıkışsız kaldığımızda radikalleşiyoruz. Ve belki de bizi insan yapan tam olarak budur.
Bugün bireyin kendini iyileştirmek için başvurduğu girişimler, aslında hepimizi yersiz-yurtsuzluk ve bulunduğumuz ortamda derin bir tatminsizlik duygusuna sürüklüyor. Gördüğüm kadarıyla pandemi sonrasında keskinleşen bu ruh hali ise yalnızca bireysel bir bunalım değil; mekânın, zamanın ve toplumsal bağların anlamını yitirdiği daha geniş bir varoluşsal krizin dışavurumu olabilir. Türkiye’de bu sorgulamaları derinleştiren en hayati değişkenlerden biri ise hiç kuşkusuz siyasettir. Sert bir kutuplaşmanın ortasında, konuşmanın ve paylaşmanın büyük bedeller doğurduğu, taraf olmanın ahlaki bir sorumluluk gibi hissettirildiği ve hatta dayatıldığı günlerden geçiyoruz. Siyasi olmak ya da olmamak; işte bütün mesele bu.
Filmin en çarpıcı bölümlerinden biri —ve belki de Merve Dizdar’a Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülünü getiren— akşam yemeği sahnesine ayrıca değinmek istiyorum. Nuray karakteri, bir eylem sırasında gerçekleşen canlı bomba saldırısında bacağını kaybetmiş, buna rağmen varlığını sürdürmeye çalışan, toplum bilinci yüksek ve kolektivist hareketlerin önemini vurgulayan biridir. İnsana ve toplumsal dayanışmaya derin anlamlar yükler. Samet’in en yakın arkadaşı Kenan’ın bakışlarında bulduğu anlam da bunun yansımasıdır belki de. Ancak Samet, Nuray’ın bu yönünü içten içe kıskanır; hatta onu kasıtlı biçimde Kenan’dan uzaklaştırır. Nuray gece boyunca ısrarla toplumun aydın bir bireyi olarak Samet’i, moral bir kolektivizmin, zor yoluyla hegemonya kurmuş bir iktidarı alt edebileceğini iddia eder. Tıpkı Gramsci’nin iddia ettiği gibi.
Samet’in tavrı ise zaman ve mekânla kurduğu donuk ilişkiye tezat oluşturur: İçindeki en insani güdüler bu sahnede ortaya çıkar. Nuray’ın aksine, toplumsal sorunlardan kendini soyutlamaya, bireysel özgürlüğünü nihilist bir tavırla pekiştirmeye çalışır. Akşam yemeğinde sergilediği bu nihilist yaklaşım, onun çaresiz yalnızlığını görünür kılar. Samet, kendini hem ışıltılı bir yalnızlığın ortasında görür, hem de ideolojik güdülerle bir araya gelmiş insanların özgüvenine tiksintiyle bakar. Yine de yalnızlığını Nuray’la paylaşmaktan ve onun için en yakın arkadaşını karşısına almaktan çekinmez. Kendini bu gürültüden soyutlarken, “karşı çıkmanın ve sıkılmanın ne denli insanca olduğunu” hatırladığını, takıntılarla fikirler arasındaki ilişkiyi görebilme yetisinin onu yozlaşmaktan koruduğunu dile getirir.
Samet’in yaşadığı bu zıtlığı ben görebiliyorum. Muhtemelen, içinde bulunduğu toplumla özdeşleşemeyen, sosyal bağlardan koparak ayrışan birçok birey de kendini Samet’e yakın bir yerde konumlandırıyordur. Çünkü içinde yaşadığımız toplum, bizleri her anlamda farklı köşelere sıkıştırıyor. Güç ve fırsat bulduğumuzda isyan ediyor, bulamadığımızda ise korkuyla siniyoruz. Sıkça tezat tavırlar sergiliyor, kendimizi konumlandırmakta güçlük çekiyoruz.
Sokaklarda bir araya gelen kalabalıklar artık pek bir anlam ifade etmese de sosyal medyadaki görünürlük ve sanal kalabalıklar ruhumuza yeni sancılar yüklüyor. Böyle bir ortamda bireyin kendisini koruması, üzerindeki baskıyı kırabilmesi, çoğu zaman yalnızca inanca ve belki de şansa kalıyor.
Ama günün sonunda Nuri Bilge Ceylan’ın bize hatırlattığı şey şu: Karşı çıkmak ve sıkılmak… işte bunlar bizi insan yapan şeylerdir.