Türkiye’de; medya özgürlüğünü, bilgiye ve habere erişim hakkını ve ifade hürriyetini tehdit eden çok sayıda yasa ve düzenleme bulunuyor. Bu konudaki yasama süreçleri, son yirmi yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) döneminde belirli bir model izleyegeldi. Son iki yıldır tartışılan konulardan biri olan “yabancı etki ajanı yasası” tasarısı da benzer bir süreç izliyor.
Geçen yıl hazırlandığında yabancı etki ajanı yasa tasarısı, uluslararası ve yerel sivil toplum kuruluşları tarafından yoğun bir biçimde eleştirildi. Gerekçe ise, savcıların hükümetin politikalarına uygun bulmadıkları herkese karşı soruşturma başlatmaları ve iktidarı, sözde yabancı etkiye karşı koymasına olanak tanıyarak sivil toplumu ve bağımsız medyayı kolayca sindirmek için kullanılabileceği şeklinde gösteriliyordu. Bir kişi yabancı etki ajanı olarak itham edildiğinde, herhangi bir suçun kanıtı veya delili olmasa bile, bu itham tek başına kamuoyunda ilgili kişinin kısmen de olsa güvenilirliğini kaybetmesine yetebilir.
Türkiye’de bir yasa kabul edilmeden önce hükümet yetkilileri genellikle üzerinde çalışacakları bir sonraki yasa tasarısının ithamlarını kullanmaya başlıyorlar, böylece kamuoyunda yeni bir yasa için “talep” ve “rıza” yaratıyorlar. Hatırlayacak olursanız, Dezenformasyon Yasası da böyleydi; hükümet yetkilileri yıllara yayılan bir süreçte, böyle bir yasanın gerekli olduğunu belirtirken, birçok gazeteci ve yorumcu da dezenformasyon yapmakla suçlandı.
Benzer şekilde, son on yıldır hükümet yetkilileri dönem dönem gazetecileri ve sivil toplum kuruluşlarının (STK) raporlarını “yabancı güçlerin çıkarlarına hizmet eden” yayınlar olarak nitelendiriyorlar. Bir gazeteci veya STK, skandalları ortaya çıkaran veya yolunda gitmeyen gelişmelere dair çok ses getiren bir çalışma yayınladığında, bu çalışmaya dahil olan kişiler aceleyle “yabancı etki ajanları” olarak etiketleniyor ve bu da yavaş yavaş bu tür yayınları cezalandırmak için bir yasaya ihtiyaç olduğu söylemine doğru evriliyor. Bu etiketlemenin en son örneklerinden biri, sürgünde yaşayan gazeteci Metin Cihan’ın, iktidarın aksini iddia etmesine rağmen Türkiye limanlarından İsrail’e silah ihracatı yapıldığını ortaya çıkaran araştırmalarıydı. Türkçede “casus” ile eşanlamlı olarak kullanılan “ajan” kelimesi ise bu tasarıya daha da başka bir boyut katıyor.
2024 yılı boyunca meclise tekrar ve tekrar gündeme getirilen ve nihayet Kasım ayında geri çekilen yasa tasarısı, yabancı fonlar konusunda şeffaflığı teşvik ettiğini iddia ediyor ve hükümet yetkilileri, bu yasa tasarısı ile ilgili diğer ülkelerin şeffaflık düzenlemelerine atıfta bulunuyor. Ancak uygulamada bu, eleştirel görüşleri casuslukla eşdeğer görerek suçlu ilan etmenin bir başka aracı haline geleceğe benziyor.
Geçen yıl Kasım 2024’te Türkiye’ye yönelik gerçekleştirilen Medya Özgürlüğü Acil Müdahale (MFRR) yıllık medya özgürlüğü misyonu sırasında, yabancı etki ajanı yasa tasarısı genel kurula sunulacaktı, ancak son anda 2025’te yeniden sunulup kabul edileceği sözüyle geri çekildi. Taslak yasa, “stratejik çıkar”, “talimat”, “organizasyon” ve “devletin iç veya dış siyasi yararları” gibi belirsiz ifadelerin eklenmesini öneriyordu. Bu tür muğlak ifadeler, düzenli olarak uluslararası muhataplarla ilişkide olan ve Türkiye’deki birçok skandal gelişme hakkında eleştirel açıklamalarda bulunan bir kuruluşla herhangi bir bağlantısı olan gazeteciler, aktivistler veya diğer kişilerin “ajan” veya Türkiye’deki durumda “casus” olarak yaftalanmasının önünü açacaktı. Tasarının geçtiğimiz yıl Adalet Komisyonu’nda kabul edildiği haliyle bu, herhangi bir uluslararası kuruluşla mali bağları olup olmadığına bakılmaksızın gerçekleşebilecek bir zemine dayanıyor.
Diğer Ülkelerde Durum Nedir?
Bu durum elbette Türkiye’ye özgü değil. Avrupa ve komşu ülkelerde şeffaflık adı altında getirilen birçok yasa bulunuyor. Uygulamada bu yasaların çoğunun zaman zaman damgalama ve susturma amaçlı kullanıldığı görülebilir. MFRR’ın 2025’in ilk yarısını kapsayan son altı aylık Medya Özgürlüğü İzleme Raporu bu konuyu özel bir bölümde ele almaktadır. Rapora göre yılın ilk yarısında, yabancı ajan söylemleriyle bağlantılı 45 medya özgürlüğü ihlali bildirilmiş ve bunların yarısından fazlası hükümet yetkilileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Bağımsız medya kuruluşları ve gazeteciler, hükümetlerin çabalarını baltalamak için yabancı güçlerin çıkarları doğrultusunda çalıştıkları suçlamasıyla “fonlu medya” olarak etiketlenmiştir. Bu söylemler yoluyla gazeteciler itibarsızlaştırılmış, fiziksel güvenlikleri tehdit edilmiş ve bu etiketlemenin ardından tacize maruz kalmışlardır.
Örneğin Gürcistan’da, Yabancı Etki Şeffaflığı Yasası, medya kuruluşlarının yurt dışından fon aldıkları takdirde yabancı güçlere hizmet ettiklerini beyan etmelerini zorunlu kılıyor ve birçok medya kuruluşu bunu yapmaktan kaçınıyor. Macaristan’da ise devlet dairelerine ülke dışından fon alan medya kuruluşlarını engelleme yetkisi veren bir Egemenlik Yasası bulunuyor. Slovakya’da, kamuoyunun tepkisi üzerine “yabancı ajanlık” veya “lobicilik” ifadeleri metinden çıkarılmış olsa da, bu yıl benzer bir yasa kabul edildi ve önümüzdeki dönemde keyfi bir şekilde uygulanması muhtemel görünüyor. Bu örneklerde sözde “açıklık” söylemi, bu yasaların sağladığı siyasi kontrol hedeflerini de kapsıyor. Türkiye’de şu an için rafa kaldırılmış olan yasa tasarısı da, daha geniş bir bölgede gözlemleyebileceğimiz benzer bir eğilimi takip eder nitelikte: Şeffaflık bahanesiyle asıl uygulama “sindirme” olarak öne çıkacaktır.
Diğer ülkelerdeki benzer başlıklı “yabancı ajan yasaları” ile Türkiye’deki yasa tasarısı arasındaki temel fark, diğerleri de oldukça sorunlu olmakla ve esas olarak idari açıklama yükümlülükleri etrafında şekillenmekle birlikte, Türkiye’dekinin eleştirel çalışmaları veya görüşleri nedeniyle kişileri cezalandırmak, hakları izleme ve savunma çabalarını engellemek üzere yapılandırılmış olmasıdır.
Örneğin, geçtiğimiz yıl Gürcistan’ı derinden etkileyen yasa, sivil toplum kuruluşları ve medya kuruluşlarının, bütçelerinin yüzde 20’sinden fazlasını ülke dışından fon şeklinde almaları halinde kayıt yaptırmalarını zorunlu kılıyordu. Sivil toplum kuruluşları, yasa tasarısı meclisten geçmeden önce buna şiddetle direndiler, ancak çerçeve idari nitelikte kaldı. İlk haliyle yasanın kabul edilmesinin ardından Gürcistanlı yetkililer, ABD’deki Yabancı Ajanlar Kayıt Yasası’nın bir çevirisiyle, STK’ların yurt dışından fon almadan önce hükümetten izin almaları için yeni bir şart getirmeye başladı. Bu, şimdilik doğrudan casusluk suçlaması olmasa da, fonların hükümet kontrolüne yönelik idari ifşa sürecinin hızla ilerlemesine neden oldu.
Tüm demokratik ülkelerde, STK’lar için bazı şeffaflık mekanizmaları vardır; bu mekanizmalarda kuruluşlar evraklarını sunar, kaynaklarını açıklar ve denetim süreçlerinden geçer. Türkiye’de yabancı etki ajanı yasa tasarısı ile ilgili önerilen mekanizma, suç faaliyetleri varsayımına dayanmaktadır ve sadece kuruluşlara odaklanmakla kalmayıp herhangi bir kuruluşa bağlı olmayan bireylere de taşmaktadır. Bir kişinin, “devletin siyasi çıkarlarına uygun hareket etme” gibi belirsiz bir şekilde tanımlanmış kriterleri karşılamaması durumunda, bu kişi sadece faaliyet iznini kaybetmekle veya para cezası ödemekle kalmayacak, aynı zamanda yabancı bir ülkenin casusu olarak cezai kovuşturmaya uğrayacak ve “düşman” ilan edilebilecektir. Bu, şeffaflıkla hiçbir ilgisi olmayan, aksine hükümetin hoşuna gitmediği durumlarda, ülkedeki gelişmelerle ilgili eleştirel açıklamalarda bulunan herkese kurulmuş bir tuzak olarak göze çarpıyor.
Neden İfade Hürriyetini Hedef Alan Bir Yasa Daha Gerekiyor?
Türkiye’nin medya ortamı zaten katı yasa ve düzenlemelerle çevrilidir. Medya düzenleme kurumu RTÜK, ekranlarda yer alan her türlü eleştirel yorumu yakından takip ederek ağır para cezaları, yayın yasağı ve ekran karartma kararları veriyor; çevrimiçi mecraları kontrol ederek yayın lisanslarını iptal ediyor. Çevrimiçi sansür yaygınlaşırken, Anayasa Mahkemesi’nin erişim yasaklarına ilişkin kararları alt mahkemeler tarafından bozuluyor. Tüm bu yasal kuşatmanın ortasında, hükümet neden ifade hürriyetini ve eleştirel söylemleri hedef alan bir yasa daha çıkarsın?
Bunun bariz bir nedeni, caydırıcılık etkisidir. Her yeni yasa tasarısı tartışıldığında, yürürlüğe girmeden veya hatta mecliste tartışılmaya başlamadan çok önce, birçok kişi sessiz çoğunluğa katılarak, herhangi bir yanlışlığı eleştirmek için sesini yükseltmekten kaçınır davranışlar sergiliyor. Ancak bu kez yasa tasarısı, sesini yükseltme konusundaki bu isteksizliğin ötesinde, sivil toplumun genelinde, çok ihtiyaç duyulan uluslararası insan hakları fonlarının kullanımı konusunda korku dalgaları yayan bir etki yaratıyor.
Türkiye’deki STK’lar, fon başvurusu yaparken karşılaştıkları tüm riskleri belirten kapsamlı formlar dolduruyorlar. Artık bu formlarda zaten listelenen birçok uyarıya ek olarak, bir risk daha eklemeleri gerekecek: “Bu fonu alırsak hain olarak yaftalanabiliriz.”
Yetkililer bu yasayı şeffaflık gerekliliği olarak nitelendiriyor ve dünya çapında benzer yasaların örneklerini veriyorlar, ancak yasa bunun ötesine geçiyor. İktidar yetkilileri, kendileri şeffaflık süreçlerine katılmadıkları ve hatta yasama süreçleri kapalı kapılar ardında karanlıkta gerçekleştiği için bu durum oldukça tutarsız görünüyor.
Türkiye’deki yasaların muğlak ifadeleri göz önüne alındığında, muhalefet partileri iktidar ittifakıyla bu tasarıyı yeniden yazmak için işbirliği yapar ve bu yasa kapsamında açılacak herhangi bir soruşturmanın temelini oluşturacak açık bir dizi şart getirirse, Dezenformasyon Yasası’nın uygulanmasını hatırlamak gerekecektir. Dezenformasyon Yasası, yasanın açık şekilde ifade ettiği gibi, bu kanun kapsamında soruşturmaya tabi tutulabilmek için birden fazla adımın atılmasını gerektiriyor. Ancak savcılar şartları atlayarak onlarca gazeteciye yönelik bu kanun kapsamında soruşturma açmış ve sonunda gazetecilere yönelik mahkumiyet kararları bile verilmişti.
Ne Yapılabilir?
Medya uygulamalarının şeffaflığı ve yasallığı ile ilgili sorunlara en bariz çözüm, bu kuruluşların yönetimine ilişkin net kurallar belirleyerek mali raporlama, vergi uyumu ve denetim konularını netleştirmek olacaktır. Bu, birçok demokratik ülkede halihazırda var olan ve Türkiye’de de en azından mevzuatta var olduğu varsayılan mekanizmalarla da uyumlu olacaktır. Sivil toplum kuruluşları veya medya kuruluşları finansman kaynaklarını açıklamak zorunda kalacaklarsa, bu, onları “suçlu” olarak damgalamayacak şekilde yapılmalıdır. Aksi takdirde bu sürecin, “şeffaflık” kavramını, eleştirel yorumlarda bulunanları ya da çok ses getiren haber yapan gazetecileri “yabancı devletlerin casusları” olarak damgalamak için bir bahaneye dönüştürme riski ortaya çıkar.
5253 sayılı kanun, STK’ların yapısı, yönetimi ve denetim kurallarını zaten düzenlemektedir. Ayrıca 2020 yılında Türkiye, STK’lar üzerinde kapsamlı bir bürokratik baskı oluşturmak ve denetim uygulamalarını derinleştirmek için geniş yetkiler veren 7262 sayılı “Kitle İmha Silahlarının Yayılmasının Önlenmesine İlişkin Kanun”u kabul etmiştir. Ancak, benzer hükümler, sahiplerinin çoğunluğunun iktidar destekçisi iş insanları olduğu medya sektörü için geçerli değildir. Gerçek ve şeffaf bir yasanın medya sektörü için faydalı olacağına dikkat çekmek isterim.
Örneğin, son yıllarda devlet kurumları tarafından medya kuruluşlarına el konulması, geçen yıl Habertürk, Show TV ve Bloomberg HT’nin, hakkında mali usulsüzlüklerle ilgili soruşturmalar devam etmesine rağmen Can Holding’e devredilmesinden sonra bir kez daha örneklenmiştir. Gerçek bir şeffaflık çerçevesi uygulamada olsaydı, böyle bir holding bu alanda faaliyet göstermeye uygun olmazdı. Ancak, şu anda rafa kaldırılmış olan taslak teklifin bu tür yurt içi işlemleri ele almaktan uzak olduğunu bir kez daha vurgulamak önemlidir. Taslak yasa, eleştirel sesleri sindirme üzerine kurulu olduğu için şeffaflıktan uzaktır.
Özetle, geçtiğimiz yıl Türkiye’de tekrar tekrar gündeme gelen ve Adalet Komisyonu’ndan geçen yabancı etki ajanı yasa tasarısı şeffaflıkla değil, şüphe ve damgalama ile ilgilidir. Bu yasa tasarısı, hükümeti eleştirenleri casus olarak yaftalamak için yasal bir dayanak oluşturmak üzerine planlanmıştır. Diğer ülkelerin benzer yasalarıyla karşılaştırıldığında, Türkiye’deki yasa tasarısı idari ifşa yerine suçlulaştırma ve sindirme üzerine odaklanmaktadır. Bununla birlikte, birçok ülke de Türkiye’deki yasa tasarısını örnek almaktadır.
Türkiye’deki yasa tasarısı şeffaflık önlemi olarak değil, medya ortamını ve sivil toplum alanını daha da daraltmak için bir araç olarak değerlendirilebilir. Şeffaflık, yaftalama ve damgalamaya dayandırılamaz; ancak Türkiye’de “şeffaflık” bu tasarı ile iktidarı korumak için kullanılacak bir aygıta dönüştürülmektedir.
Fotoğraf: Paul Harris