Voleybol ve basketbol milli takımlarının başarılarının gündeme girdiği ve bunlara kaçınılmaz olarak eşzamanlı çöken siyasi kasvetten ayrıştırılarak günlük güneşlik sevinilmesinin imkansızlığında polemiklerin içine boğulduğu birkaç haftayı geride bıraktık. Hele Türkiye-İspanya futbol maçının CHP’nin İstanbul il teşkilatının polis ablukasına alınmasıyla saati saatine örtüşmesi ve sosyal medyada paralel ve çatışan iki gündemin varlığı; aynı günün erken saatlerinde dünya ikincisi olan voleybol kadın milli takımının İstanbul’daki halkla buluşmasının ilan edilişinden saatler sonra, CHP il kayyumu gerginliği sebebiyle getirilen toplantı yasağına binaen iptal edilmesi bu kasvetli ilişkiselliği daha da derinleştirdi. Türkiye futbol milli takımının İspanya’dan utandırıcı şekilde altı yemesi ise bir nevi ilahi adalete yoruldu. Hepsi topu topu üç beş saat içinde oldu.
1993-94 sezonunda o zamana kadar emsali pek görülmemiş bir başarıyla Galatasaray sadece en son sekiz takımın kaldığı Şampiyonlar Ligi’ne katılmıştı. Şampiyonlar Ligi’ndeki muhtemel başarılarının Galatasaray-Fenerbahçe dengesini sarsacağından endişeli Cengiz Çandar, takımın Fransa şampiyonu Monaco’yla maçı öncesi “Fenerbahçeliler Galatasaray’ı tutmaz” dediğinde o zamanki sporun hakim kültürel evreninin ötesinde bir zamandan konuşmuştu. Zira 1994 itibarıyla yerel rekabet, her zamanki gibi nefret düzeyinde de olsa, uluslararası arenada her Türk elbette Türk takımını tutmalıydı. Çandar’a göre ise kulüp sadakati afaki milli sadakatten önce gelirdi ve daha rasyoneldi. Zamanında “kansız” bulunarak kınansa da sporun kültürel evreni Çandar’ın noktasına geldi. Adeta uzamın dördüncü boyutu zaman önüne geçilemeyen bir gerçeklik olarak insanları iki on yılda dönüştürdü.
Bu dönüşüm, dönüşen ulusallık biçimleriyle de ilgilidir. Ulusal anlatının her şeyi kapsayabildiği, dayatabildiği hegemonik gücünün tavsamasının bir sonucudur. Ancak söylenmeli ki anaakımın normalleştirdiği bu tekçi ulusal anlatı, hiçbir zaman o kadar da hegemonik değildi. Daha çok olan ulusal düzeyde iletişim kanallarının merkeziliğiydi. Hatta sosyal medyada bir çelişki ve vatansızlık delili gibi paylaşılan Kadir Mısıroğlu’nun bağlamsızlaştırılmış “keşke Yunan kazansaydı” sözü, bu kavrayışın İslami-muhafazakar duyarlılıktaki hegemonik sınırlarına en saf şekilde işaret eder. Bu alıntıyı istihzayla paylaşanlar da aslında yirmi yılı aşkın AK Parti iktidarında kısmen bu noktaya gelmiştir; ancak bunu ikrar edemezler, hatta bu çelişkiyi fark edemezler. Çünkü eylemleri çoğul, zihinsel kavram setleri tekil ulusallık zamanına aittir.
Ulusallık bugün tekillikten değil çoğulluktan kurulur; ya da ancak o şekilde kurulabilmesi mümkündür. İnsanları cendereye alarak düşmanca ve dışlayıcı bir şekilde kurulan ancak ulusun parça pinçik olması ve çöküşü olur. Bugünün “resmi anlatısını” hiç olmadığı kadar yekpare, tekil bir ulusallığı dayatma iddiasındadır. Ancak artık sadece boş nutuklar gibi lafızdan ibarettir. Söylenmek için söylenir ve geçilir. Söyleyenler de buna inanmaz ve aldırmazlar. Zaten toplumun yarısına da değil, çoğunluğuna nefret duyarlar ve bunu normal görürler. Normaldir de bir yandan çünkü artık ulusun çocukluk çağı geçmiştir. Ulus ancak çok daha komplike ve iç içe geçmiş bağlardan örülebilir. Elli-yüz yıl önceki gibi okul müdürlerinden garnizon komutanlarına, arkasına iktidarı alan kürsüler ve nutuklar yetmez.
2000’lerde eski zamanların aksine kültürel, sanatsal alanların simgesel ağırlığının bir ulusal üstünlük kriteri olduğu rekabetçi küresel düzende ulusun övüneceği isimler artık kolayca benimsenemediler. Uzak filmiyle Cannes’da 2004’de ödül aldığında Nuri Bilge Ceylan, 2006 Nobel’ini aldığında Orhan Pamuk, birçokları için o kadar da benimsenecek figürler olmadılar. Onlara “millilik” yakıştırılmadı. Sertap Erener ise 2003’de Eurovision’u kazandığında mayınlı alanlardan uzak bir “pop figürü” olarak hâlâ ulusun çocukluk evrenine seslenebiliyordu.
Spor da ulusun belki de en çocukluk evrenine seslenen sahaydı. Bir kuşak, güreşçi tefrikalarıyla büyümüştü. Yaşar Doğu’yla, Hamit Kaplan’la övünmek basit, açık ve sarihti. Aynı şekilde uluslararası kıvanç için güreşe muhtaç olunan (ve artık onun da çalışmadığı yirmi yılın ardından) bir dönemde, Naim Süleymanoğlu’nun 1988 Seul’de başlayan Küçük Dev Adam’lığı yine açık ve sarihti. Futbolda gurur duyulacak pek bir şey yoktu ancak sürekli olamayan, bazen tek maçlık başarılar yine de “kıvanç verebiliyordu.”
Spor, haliyle erkek dünyasına, onun dürtülerine sesleniyordu. Buna milliyetçiliğin eklenmesi de haliyle kolay, adeta eşyanın tabiatı görülebiliyordu. 1990’ların özel televizyonlarının, genişleyen sivil toplumunun ulusallığın tekliğini aşındırması beklenirdi. Ancak spor alanında özel televizyonlar milliyetçiliğin dozunu daha da arttırıp imkanları daraltarak körelttiler. Aynı tekli evren paradigmasını yükselen İslam ve Kürt sorunlarına karşı dayatmayı kendilerine görev bildiler. Ancak 2000’ler, ulusallığın tekliğinin krizi oldu. 2010 sonrası ise devletin ve iktidarın ideolojik ve siyasi merkezinin dönüşümüyle, ulusallığı temsil ve taşıma kapasitesi çok daha düşük bir siyasi-ideolojik hatta geçişiyle ulusallığın krizi daha da derinleşti. Spor dahi ulusal tekliği çağrıştıran, o atfedilen “birlik bütünlük sağlayan” niteliğinden şaştı.
Ulusallığı, dolayısıyla “Türklüğü” hangileri daha iyi “temsil eder”? Mete Gazoz mu? Ebrar Karakurt mu? Rıza Kayaalp mi? Busenaz Sürmeneli mi? Futbol milli takımı ne kadar bunu temsil edebilir, basketbol takımı ne kadar, voleybol milli takımı ne kadar? Kadın voleyboluna bu bağlamda kısa bir bakış atabiliriz. Zira 2003’den beri popülerliği yükselen ancak 2019’da Olimpiyatlara katılım vizesinin alınmasıyla sıçrama gerçekleştiren kadın voleyboluna ilgi bize ilginç bir kesişim sunar. Bir tarafında alışıldık milli gurur başköşededir. Ancak ilk kez milli gururun kaynağı ve odağı erkekler değil kadınlardır. Bu alışıldık cinsiyet kodlarının bir ihlalidir. Güce dayalı spor sahasında kadınlar o zamana kadar garnitür muamelesi görürken (ilk olimpiyat madalyalı kadın sporcu 1992 Barcelona’da judocu Hülya Şentürk’tür) bir sınır aşılmış oldu. Dolayısıyla kız fandom’ın ulusun parçası olma iddiası ve özgüvenini yansıtır. Bunun ifade biçimi ise Atatürkçülükle anaakım feminizmin bir bileşkesi olacaktır.
Haliyle Yaşar Doğu ile Ebrar Karakurt’u hem aynı silsileye oturtabiliriz; hem de onlarda bambaşka anlam yükleriyle başka zamanların, şehirli hayatların, dönüşen ve çoğullaşan ulusallıkların fandom’ı dönüştürmelerin temsillerini görebiliriz. Kadın voleybolcular şöhret ve övüncün sosyal medyada ifade edildiği bir zamanın çıktıları oldular. Fan’lik aracısız, doğrudan şahsi bağlanmalarla ifade edildi ve bu hızlıca kadın-erkek nispetleşmesi ve voleyboldaki başarıyı küçümseyen “alıngan” erkeklerin farklı sporların başarı kıyaslarına bir kör dövüşüne dönüştü. Kaçınılmaz olarak AK Parti iktidarı ve İslami hegemonya çabalarıyla irtibatlı anlamlandırılan süreçte, kendiliğinden muhaliflik ve feminist niteliği de kazandı. “Atatürk’ün kızları”, onlara yakıştırılan da, kendilerinin de dillendirdiği bir söylem oldu. Zaten kadın voleybolcular da bunu sevdiler: “Türk kadınları olarak, Atatürk’ün gösterdiği yolda ışık tutarak gelecek nesillere rol model olmaya çalışıyoruz” (Zehra Güneş); “Filenin Sultanları diyoruz ama, nam‑ı diğer Atatürk’ün Kızları demek benim daha çok hoşuma gidiyor” (İlkin Aydın).
Bu durum kadın voleybolcularla kitlesi arasında hayatın başka alanlarına da ulaşan bir bağlanma yarattı. Zehra Güneş’e göre; “Türk kadınlarının sesinin daha fazla çıktığı zamanlarda bunların başrollerinden biri olmak benim için çok çok gurur verici[dir].” Tabii aynı zamanda bağlanılan voleybolcuların Türkiye’de tutuklamalardan baskılara hissedilen sıkışmışlığa karşı biriken tepkide “Instagram Atatürk paylaşımları”nın yetmediği durumlarda hayal kırıklığı ve soğumalar da yaşandı. Haliyle “erkek” futbolcular, “erkek” basketbolcular gibi, tekil ve istisnai tavırların ötesinde, feminizm ve Atatürkçülük ritüellerinin ötesinde bir etkenliklerin olmadığı aşikarlaştı. Ancak kadın voleybolu sahasının meta-siyasi bir düzlemde kadınlık ve “çağdaşlık” imgeleminden arınması mümkün değildir. Pekala bu yeni oluşan fandom hemen hemen tamamen genç kızdır. Dili, argosu, mizahı bu altkültürü yansıtır. Onun içinden damıtıktır. Aynı şekilde kadınlararası bir fandom olarak çok fazla Instagram’a bağlıdır. Onun mekanizmalarına, içerik tüketimine ve kodlarına uygun şekilde etkileşim verilir ve kitlesellik kazanır. Futbol, basketbol fandom’larını da bunlardan ayrık düşünemez. Ülkücülerin Merih Demiral üzerinden, hele Euro 2024 bozkurt selamı kriziyle beraber, onu koyu erkek milliyetçilikle irtbatlandırma çabasını da; 1990’lardan itibaren basketbola “çağdaşlık” atfetme çabalarını da bundan ari düşünemeyiz. Sosyal medyada sporculara (bir çoğu kurgu, hatta delüzyonel) ülkücülük ya da İslamcılık biçen (ve epeyi suni ve operasyonel olan) görselli trol paylaşımları, özellikle kadın voleybolculara biçilen kültürel niteliğin ardından patladı. Erkeklik vurgusuyla cinsiyet karmaşası spora dahi etki etti.
Spor Türkiye’de 2010’larla beraber modern olma iddiasının da bir parçası oldu. Spor doğası gereği “sekülerdir”. Nasıl ki sporda güç ve milli temsil milliyetçiliğe teşnedir, onda başka yatkınlıklar da vardır. Güce dayalı spor, en cüretkar halini Nazilerin ortaya koyduğu üzere, erkek bedenini fetişize eder. Erkekliğin ispat ve gösteri biçimleri olarak içkiden sekse, dünyevi hazları çağrıştırır. Futbol tribünlerini erkek dostluğu ayinleri olarak içkiden, kolektif içme ritüellerinden İngiltere’de arındırmak mümkün olmadığı gibi Türkiye’de de arındırmak mümkün değildir. “Efendi” Fenerbahçelilik, Galatasaraylılık olmaz. Futboldan basketbola son on-yirmi yılda dövme, sporculuğun adeta bir aksesuarı boşuna olmadı. Kadın sporcular, tenis, atletizm gibi daha seçkinci bireysel sporlar da modernlik temsil ve iddialarına teşnedir; bazen Atatürkçü biçimlerde, bazen feminist, bazen liberal biçimlerinde, çoğu zaman da zaten bunların tuhaf bileşkelerinde.
Sporun dönüşen anlamlarını gözlemleyen sol da, sporu bir avam eğlencesi görmenin ötesinde, ona 1990’lardan başlayan şekilde yeni bir ilgi gösterdi. Bunu, AK Parti iktidarında bir karşı-hegemonya aracı olarak görmeye de heveslendi. Bazen de aynı tepkisellikle anti-millilik keskin performansları üzerinden “en muhaliflik” iddialarıyla başarısızlığı en önde dilemek ve bundan sarsıcı bir potansiyel çıkarmak bu zihinsel karmaşanın öbür keskin ucu oldu. Elbette başta futbolun içine düştüğü kokuşmuş güç ilişkileri ve çürümüşlük bunlara dayanaklar oldu. İktidar da cumhurbaşkanından kendilerini bu vesileyle göstermeye çalışan spor bakanlarına her türlü sportif başarıdan sonra cumhuriyet altını dağıtma ağalığından kutlama telefonlarına, protokol ağırlamalarına sporcuları hizalamaktan haz alıyordu.
Bugün sporda milli takımları desteklemek eskisi gibi saf anlamlar taşımaz (elbette aslında o zaman da o kadar taşımazdı). Millilik bugün kimlik ve temsil iddialarından ayrı düşünülemez zira. Elbette her zaman tüm millilik söylemleri bir yandan iktidar söylemlerine teşnedir. Belli işlevler görür. Öte yandan tüm güç ilişkilerinin ötesinde, alternatif millilik, ulusallık söylemleri için araç da görülürler. Zira bugün tek bir millilik yoktur. Ne AK Parti’nin, milliyetçilerin milliyetçi-muhafazakar evreninin, ne milliliği ancak sekülerlik ekseninden anlamlandırabilen Atatürkçü evrenin, ne de başkalarının hakiki temsil iddiasında bulunabileceği… Orhan Pamuk’un, Tarkan’ın, ülkeötesi ün kazanmış dizi yıldızlarının, aynı şekilde futbolculardan güreşçilere sporcuların hepsinin kapsandığı bir millilik elbette bugün var olamaz. Ama zaten ulusallık da bu değil midir? Bundan zevk alınabildiğinde de Türk olmak daha pozitif, hoş ve keyifli bir şey olacaktır. Yanımızda taşımaktan hoşlanacağımız bize dair bir aksesuar. Spor izlemek ve takip etmek de böyle bir şeydir keza.