Türkiye’de liderlik tartışması uzun zamandır yalnızca ideolojik eksende değil, aynı zamanda toplumun sınıfsal yapısı, kimlik politikaları ve kültürel sermaye dinamikleri üzerinden de yürümektedir. Seçmen davranışının önemli bir bölümü, liderin halkla kurduğu duygusal ve sınıfsal bağ ile şekillenir. Pierre Bourdieu’nün “kültürel sermaye” kavramı bu bağlamda kullanıldığında, bir liderin temsil kabiliyeti yalnızca siyasi söylemleriyle değil, aynı zamanda sahip olduğu eğitim, görgü ve estetik duyarlığıyla birlikte değerlendirilir.
Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasal kariyeri, bu yapıya dair belirgin örnekler sunar. Yoksul ve muhafazakâr bir aileden gelen Erdoğan, siyasete girdiği ilk yıllarda bu kimliğiyle bir mağduriyet dili kurmuş, “benim başörtülü bacılarım üniversiteye alınmıyordu” gibi söylemlerle sistem karşıtı bir halk lideri imajı inşa etmiştir. Bu mağduriyet söylemi uzun yıllar boyunca hem muhafazakâr hem de dindar seçmen kitlesinin siyasal sadakatini pekiştirmiştir.
Ancak zaman içinde bu söylemin içeriği değişmiş, iktidarda geçen uzun yıllar boyunca bu anlatı bir sınıf atlama gösterisine, siyaseti ailevi ve maddi çıkarlarla iç içe geçiren bir yapıya evrilmiştir. Saray yaşamı, şatafatlı temsil tarzı, kamu kaynaklarının sınırsız kullanımı ve bu yaşam tarzının doğal bir parçası haline gelmesi, halktan geldiklerini söyleyen bir yapının halktan uzaklaşmasının simgelerine dönüşmüştür.
İdeolojik düzlemde de benzer bir dönüşüm yaşanmıştır. Bir zamanlar eğitim hakkı engellenen muhafazakâr kadınları savunan bir iktidar söylemiyle öne çıkan Erdoğan, bugün geldiği noktada seküler kadınların kamusal alandaki görünürlüğünü sınırlandıran, hatta eylemlere katılan muhafazakâr kadınları dahi dışlayan bir iktidar pratiğiyle anılmaktadır. Bu durum, mağduriyetin bir hak arayışından çıkıp, ideolojik bir araç olarak kullanıldığı; kimin makbul, kimin ötekileştirileceğine karar veren bir siyasal çerçeveye dönüştüğünü göstermektedir.
Bu çelişkili dönüşüm, kamuoyunda yalnızca lider figürleri değil, temsil ettikleri değerlerin istikrarını da sorgulayan çok katmanlı bir tartışma yaratmaktadır. Öte yandan, bir zamanlar eğitim hakkı engellenen muhafazakâr kadınları savunan iktidar, bugün seküler kadınların kamusal alanda görünürlüğünü sınırlayan, eylem yapan muhafazakâr kadınları dahi yaftalayan bir noktaya evrilmiştir. Mağduriyetin bir ideolojik aygıta dönüştüğü bu çelişkili dönem, kamuoyunda çok katmanlı bir sorgulamaya neden olmaktadır.
Bu tabloda, halkın neden daha görgülü, eğitimli ve etik liderlere mesafeli davrandığı sorusu önem kazanır. Türkiye’de popülist siyaset, yıllardır “biz” ve “onlar” ayrımı üzerinden yürütülmekte, seçmen davranışı bu yapay çatışmanın içine sıkıştırılmaktadır. Eğitimli, şeffaflık iddiası taşıyan liderler, medya ve siyasi propaganda aracılığıyla “elit”, “Batıcı” ya da “halktan uzak” gibi etiketlerle yaftalanmakta ve bu durum seçmenle arasındaki bağı zayıflatmaktadır.
Ekrem İmamoğlu, bu noktada alışılagelmiş siyasi kalıpların dışına çıkan bir figür olarak öne çıkıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi seçimlerinde 2019 yılında, eski başbakan, eski meclis başkanı ve AKP’nin en güçlü isimlerinden biri olan Binali Yıldırım’a karşı yarıştı ve seçimi iki kez kazandı. İlk seçimi çok az farkla kazandığında Yüksek Seçim Kurulu kararıyla seçim iptal edildi, ancak ikinci seçimde çok daha büyük bir farkla galip gelerek halkın güvenini perçinledi.
Sadece İstanbul’da değil, Beylikdüzü Belediye Başkanlığı döneminde de AKP’den devraldığı yönetimi yüksek oy oranlarıyla kazanan İmamoğlu, Erdoğan’ın karşısına çıkarılan güçlü isimleri tabir caizse “çiğ çiğ yiyen” bir siyasi performans sergiledi. Bu başarı, hem muhalefet içindeki liderlik kapasitesi açısından hem de toplumun farklı kesimleriyle kurduğu temas bakımından dikkat çekicidir. Karadeniz kökenli, muhafazakâr hassasiyetlere yabancı olmayan, ancak aynı zamanda seküler, modern ve halkla samimi bir üslup kurabilen bir lider. Beylikdüzü Belediyesi’nden İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne kadar uzanan siyasi kariyeri boyunca, sadece CHP seçmeniyle değil, AKP tabanından da destek alabilmiş olması, bu dengeyi başarıyla kurduğunu gösteriyor. İmamoğlu’nu farklı kılan, sade bir yaşam tarzını gösteri malzemesi yapmadan temsil gücü taşıyabilmesi ve halkla ilişkisini bir stratejiye indirgemeden kurabiliyor olması.
Ancak tam da bu özellikleri, onu iktidar çevrelerinde giderek daha fazla rahatsız eden bir figür haline getirdi. 2025 Mart ayına gelindiğinde, Ekrem İmamoğlu’nun diplomasına dair geçerlilik tartışmaları hukuki bir sürece dönüştü ve kamuoyuna yansıyan iddialar eşliğinde diploması hile hurdayla iptal edildi. Bu tartışmalar daha soğumadan, İmamoğlu bu kez terör ve yolsuzluk iddialarıyla gözaltına alındı. Oysa İmamoğlu’nun siyasi kariyeri boyunca benimsediği şeffaf, hesap verebilir, uzlaştırıcı ve toplumun farklı kesimlerini bir araya getirme çabasına dayalı siyaset anlayışı, geniş bir kesim tarafından umut verici bir alternatif olarak görülmekteydi.
İmamoğlu’nun gözaltı işlemi sırasında düzenlenen sorgu tutanağında “eğitim durumu: yüksek lisans” ifadesine yer verilmesi, sürecin trajikomik yönünü daha da belirgin hale getirdi. Süleyman Soylu’nun yıllar önce sarf ettiği “hukuk arkadan gelir” ifadesini andıran bu gelişmeler, hukuk devletinin tüm ilkelerinin ayaklar altına alındığına dair kamuoyunda geniş bir kanaat oluşmasına yol açtı. İmamoğlu’na yönelik bu girişimler yalnızca bireysel bir siyaseti hedef almadı, aynı zamanda daha şeffaf, katılımcı ve uzlaştırıcı bir siyasetin temsil ihtimalini bastırma çabasının parçası olarak okundu.
Tutuklama sonrasında Saraçhane’de binlerce kişi barışçıl protestolar için bir araya geldi. Bu eylemler, yalnızca bir belediye başkanına değil, aynı zamanda anayasal haklara, ifade özgürlüğüne ve demokrasiye sahip çıkmanın bir çağrısıydı. Ancak bu barışçıl gösterilere katılan çok sayıda genç hukuki dayanağı zayıf gerekçelerle gözaltına alındı, bazıları ise tutuklandı. Polis müdahalesi oldukça sertti; protestoculara biber gazı sıkıldı, coplarla müdahale edildi ve bu durum, kamu güvenliğini sağlama iddiasının ötesine geçerek anayasal hakların ihlali olarak değerlendirildi.
Bu görüntüler, şeffaf ve demokratik bir siyasal iklimin ne kadar kırılgan olduğunu ve hukuk devletinin temel ilkelerinin ciddi bir tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Bayram günlerine denk gelen bu süreçte, birçok aile çocuklarının cezaevinde olması nedeniyle buruk bir bayram geçirdi. Yaşananlar, kamuoyunda yalnızca bir lidere değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğüne ve demokratik değerlere duyulan inançla şekillenen güçlü bir toplumsal duyarlılığın ifadesi haline geldi.
CHP, Kasım 2023 tarihlerinde Ankara’da düzenlediği 38. Olağan Kurultayı’nda önemli bir değişim sürecine girdi. Bu kurultayda, Özgür Özel genel başkanlığa seçildi ve liderliğinde partisi; daha esnek, halkla iç içe ve umut veren bir siyasi hat oluşturmayı hedefliyor. 2024 yerel seçimlerinden CHP’nin birinci parti çıkması, bu değişimin hem parti içinde hem de toplum nezdinde karşılık bulduğunu gösteriyor. Özgür Özel’in seçim sonrası yaptığı konuşmada, “Gidecek denilen gençler, bir seçim daha beklemeye karar vermiştir.” ifadeleri, bugünün seçmeninin ihtiyaç duyduğu umut dilini güçlü bir şekilde yansıtıyor.
Bu siyasal zeminde İmamoğlu’nun temsil ettiği liderlik anlayışı, etik, liyakat ve kapsayıcılık temelinde yeni bir model sunuyor. Ancak bu modelin bir kişiye indirgenmeden, kurumsal bir yapıya dönüşebilmesi; umutla yükselen dalganın siyasallaşması ve kalıcılığının sağlanması gerekiyor. Mağduriyetin ötesine geçen, halkla doğrudan bağ kuran, şeffaflığı esas alan bir siyaset anlayışı, Türkiye’de gerçek bir dönüşümü müjdeler nitelikte olabilir.