Fethullah Gülen’in 20 Ekim 2024 tarihinde ölümünün ardından, Fethullahçı yapılanmanın geleceği konusunda tekrar tartışmalar yaşandı. Bilindiği gibi bu yapı; 15 Temmuz 2016’da bir darbe girişiminde bulunmuş, bu girişim başarısızlıkla sonuçlanınca çok sayıda mensubunun tutuklanması, elindeki servete el konulması ve bazı mensuplarının da yurt dışına çıkması ile beraber çok ciddi bir hezimet yaşamıştı.
Devlet aygıtını bütünüyle ele geçirmeye çalışan ve uluslararası alanda da faaliyetler yürüten bu yapı, günümüzde Türkiye’de terör örgütü kapsamında sınıflandırılıp “FETÖ” olarak tanımlanıyor.
Alman Bilim ve Politika Vakfı’ndan (SWP) Siyaset Bilimci Dr. Salim Çevik ile Fethullah Gülen’in ölümünden sonra yapılanmanın geleceğini nelerin beklediğini konuştuk.
Öncelikle Fethullahçılar’ın geçmişte Türkiye’nin bürokratik yapısına yerleşme stratejisini nasıl yorumluyorsunuz? Bu strateji Türkiye’nin dini-politik yapısı üzerinde nasıl bir iz bıraktı?
Bu strateji Gülen hareketine özgü bir şey değil. Türkiye’deki hemen her dini grubun siyasetle ilişkisinin merkezinde bürokraside kadrolaşmak var. Bu stratejinin olumsuz yanları da çok açık. Her şeyden önce, zayıf olan meritokrasiyi ve adalet duygusunu daha da zayıflatması en büyük sorun olarak sayılabilir. Ayrıca bürokrasideki kadrolaşma arttıkça bu durum dini grupları güç ile imtihana sokuyor ve net cevabını bilmenin mümkün olmadığı bir samimiyet sorunu ortaya çıkarıyor.
Olumsuz yanları çok bariz olan bu stratejinin Cumhuriyet tarihinde önemli bir pozitif işlevi de var. Türkiye’de devlet korkulan bir şey ve bu korkuyla başa çıkmanın en etkili yolu da devletin içinde var olmak. Bu yönden bakınca, dini gruplar ile devlet arasında sert bir kavganın yaşanmamasının temel sebeplerinden birisi de dini grupların devlet içerisinde rahat faaliyet gösterebilmeleri; bu konuda sıklıkla sağ iktidarlardan himaye hatta destek görmeleri.
Devlet ve siyaset ile girilen bu tarz bir patronaj ilişkisinin dini grupların radikalliğini ve devrimci potansiyelini törpülediğini, onları muhafazakarlaştırdığını ve sisteme entegre ettiğini de söyleyebiliriz. Bunun iyi bir şey mi yoksa kötü bir şey mi olduğu biraz da kişilerin dünya görüşüne göre değişebilir elbette.
Fethullahçılar’ın daha önceki yıllarda Türk askeri ve polis teşkilatlarında güçlü bir varlık göstermesi, laiklik ve din arasındaki gerilimi nasıl etkiledi?
İlk sorunun devamı niteliğinde, burada da esasen din ve laiklik gerilimi belirleyici unsur. Fethullahçılar’ın asker ve polisteki yapılanmasının ise bunun sonucu olduğunu söylemek gerekir. Ancak diyalektik bir şekilde bu sonuç da, ülkedeki laiklik tartışmaları üzerinde bir etkiye yol açtı.
Fethullahçı yapılanma, 15 Temmuz sonrasında tasfiye edildi. Bu durum ile birlikte Türkiye’de yerleşik bulunan ordunun laiklik ilkesinin koruyucusu ve teminatı olduğu ön kabulü yıkıldı. Bunun da uzun vadede ülkenin demokratik geleceği açısından kötü bir şey olduğu kanaatinde değilim. Artık ülkede laiklik korunacaksa bunu halk koruyacak.
Fethullahçılar, AK Parti ile olan ittifakını kaybettikten sonra önemli bir güç kaybı yaşadı. Gülen’in ölümünün ardından Fethullahçılar’ın etkinliğini sürdürme kapasitesini nasıl görüyorsunuz?
Gülen ölmeden önce hareket Türkiye içerisinde bütün etkisini yitirmişti zaten. Bu etkinin toparlanabilmesi mümkün değil. Diasporada ise bir süre daha küçük ama aktif ve belli derecede etkili bir grup olarak faaliyetine devam edebilir. Ama Türkiye, asgari de olsa belli bir demokrasi ve hukuk standardına ulaşır ve Türkiye içeresindeki baskıcı ortam sona ererse diasporadaki faaliyetlerin çoğu için de motivasyon ortadan kalkar.
Fethullah Gülen’in yaşamı ve öğretilerinin Türkiye’nin mevcut siyasi yapısındaki rolü nedir? Gülen’in ölümünden sonra bu öğretilerin toplum üzerindeki etkisi ne kadar sürecek?
Gülen’in çok orijinal ve özel bir öğretisi olduğu kanaatinde değilim. Öğretilerin çoğu, Türkiye’deki ana akım dini öğretilerin biraz modernizm cilası sürülmüş şekli. Ortalama bir cemaatçi de milliyetçi, muhafazakar ve devletçi yönleriyle Türkiye’deki ortalama dindarlığın temsilcisiydi.
Cemaatçiler sürekli kendilerinin ne kadar farklı ve üstün olduğunu anlatma derdindeler, AKP’liler de sürekli Fethullahçı yapılanmanın ne kadar din dışı bir yapılanma olduğunu anlatarak AKP-Cemaat kavgasına dini meşruiyet devşirmeye çalışıyorlar. Açıkçası her iki tarafın bu konuda söylemlerinin ciddiye alınabilir bir yanı yok.
Pek çok kelli felli akademisyenin bu basit propaganda savaşında trollük yaptığını görmek çok üzücü. Kafasını kuma gömmüş herkes birbirini kandırıyor. Dediğim gibi cemaat, öğretileri ve pratikleri itibariyle Türkiye’de dindarlığın az buçuk bir ortalamasını temsil eder. Zaten başka türlü olsa bu kadar kolay toplumsallaşamazdı.
Bugün bu ortalama dindarlığın bir kriz içinde olduğunu söyleniyor. Bu ne kadar derin bir krizdir, bilmiyorum açıkçası. AKP-Cemaat kavgası bu krizin derinleşmesinde muhakkak rol oynamıştır, ama bu kavga olmasaydı da bu krize girilirdi diye düşünüyorum. Yine de burası epey spekülatif bir alan, net bir bilgim yok.
PKK lideri Abdullah Öcalan’a umut hakkının tartışıldığı bir dönem yaşanıyor. Gülen’in ölümünden sonra Fethullahçılar ile AK Parti’nin ilişkilerinde bir normalleşme ya da gerilim söz konusu olabilir mi?
Kolay kolay bir normalleşme olacağını sanmıyorum. Dayak yiyen taraf cemaatçiler olduğu için onlar AKP’ye gerçekten ve samimi şekilde öfke duyuyor, hatta nefret ediyorlardır. Ama tersi pek doğru değil.
AKP içerisindeki cemaate yönelik öfke de çok yapay ve plastik bir öfke. Bunu herhangi bir AKP’li ile bu konuda konuşurken hemen anlıyorsunuz. Sürekli ne kadar öfkeli olduğunu gösterme telaşındalar ve sloganvari cümleler kuruyorlar. Konuşma sırasında zoraki öfkeyi görmemek mümkün değil. Zaten kavga biteli sekiz yıl olmuş, AKP net şekilde kazanmış, cemaatin hem kurumsal hem de sosyal anlamda kökü kazınmış. Yani aslında ortada gerginlik sebebi olacak bir şey de kalmamış ama AKP’nin söyleminde hiçbir yumuşama yok. O yüzden plastik bir öfke var diyorum.
FETÖ meselesi iktidar için çok kullanışlı bir aparat. Herkes farkında aslında; iktidar kimi isterse FETÖ’cülükle suçlayabilir, ama bu suçlamanın bir işe yaraması için de mevcut gerilimin devam ettirilmesi gerekiyor. Cemaat yönetimi de mevcut gerginlikten çok rahatsız değil muhtemelen. Bu sayede kendi saflarını sıklaştırıyorlar.
Bu oyunu muhalefetin bozması gerekiyor. Ama Kılıçdaroğlu-Özel çizgisi bütün siyasetlerinin merkezine “aman Erdoğan bana hain demesin, bana terörist demesin” kaygısını koydukları için bu taktikle başa çıkabilmeleri mümkün değil. İmamoğlu ve Yavaş, Özel-Kılıçdaroğlu ikilisi gibi sürekli alttan almıyorlar ama onların da mevcut korku ikliminden rahatsız olduklarını sanmıyorum. Muhtemelen iktidara gelirlerse yirmi yıllık AKP kadrolaşmasını tasfiye etmekte aynı sopayı kullanmanın hesabını yapıyorlardır.