“Ben çok severim, senin de seveceğine eminim” şeklinde; şifreli bir mesajla başlıyor günüm. Mesaja ve şifre kısmına sonra tekrar geleceğim. Günlerden Pazar, takvim yaprakları 30 Haziran 2024’ü gösteriyor. Çoğunluk için sıradan bir gün, hafta sonu tatili.
Gazeteci ve trans bir kadın olan ben ve elbette ki LGBTİ+’lar için tüm ay boyu beklenen, “Yapılacak mı”, “İzin verilecek mi” benzeri kaygıların güdüldüğü, Onur Haftası/Pride’ı işaret eden gündür Haziran ayının son pazarı.
Bir önceki hafta, Trans Onur Haftası’nda da olduğu gibi veyahut da konu LGBTİ+’ lar, ötekiler, bilumum azınlıklar, muhalifler olunca devletin/organlarının, devleti yöneten iktidar ortaklarının tüm yasal hakları tırpanlamak, en demokratik gösteri/yürüyüşleri yasaklamak adına şehrin insanlarına, hayatı nasıl da dar ettiğini (herkesçe malum olan bir gerçek) bu platformda yazmıştım.
Burada uzun uzun Taksim’in (çoğu özne için Taksim’in ayrı bir yeri vardır) ve çevresindeki çoğu bölgenin yanı sıra; Kadıköy, Beşiktaş, Şişli’nin, yani kısaca Emniyet’in, İstanbul Valiliği’nin kendince eylem alanı olarak ön gördüğü çoğu merkez ve meydanın nasıl sıkı sıkıya korunduğundan dem vurmaya ve buraların toma, akrep ve polis yığınağına çevrildiğine girmeye lüzum görmüyorum.
Bir Kez Daha Kandırdılar
Kripto şifresini çözmeye çalışırken, (güvenlik kaygısı ile neredeyse basına haber verilmedi denebilir) özne olmanın nadiren işe yaradığı anlardan birini yaşarken, düzenleyici komiteye yakın birilerini tanımanın mutluluğuyla birkaç saat önce aldığım mesajı kendimce deşifre edip Bağdat Caddesi’ne doğru yola çıkıyorum.
Yönüm Taksim olmayınca güzergâh boyunca neredeyse polis görmedim dersem yeridir. Evimden metrobüse yürürken Şişli ve Mecidiyeköy civarında kolluk güçlerini görmesem, hani Pride olduğundan bile şüphe ederdim. Hele ki Bağdat Caddesi’nde ise neredeyse hiç yoklardı. Enigma şifreciliği, şarkılardan fal tutmak bu sebeple lüzumluymuş demek ki…
İlk anda nereden geldiği belli olmayan, tok ve güçlü bir erkek sesi tarafından atılan “N’erdesin aşkım” sloganıyla Onur Haftası’nın başladığı ilan edilmiş oldu.
Kraliçe arının etrafında toparlanan kovan misali, “Ayy ayy ayyy”, “Burdayım aşkım” çığlıklarıyla, çıkacağı anı ve rolünü iyi ezberlemiş oyuncu ciddiyetiyle, her taraftan onlarca insan koşmaya, varlıkları o buluşmaya bağlıymış gibi kocaman etten bir çember olmaya başladılar.
Çok fazla döviz ve pankart yoktu, lakin herkes ait hissettiği yönelimi veya cinsiyet kimliğinin anlamını sembolize eden bayrak ve flamalarla Onur’larını, varlıklarını, varoluş sancılarını semt halkına, ülkeye ve elbette dünyaya duyurma arzusuyla hem çok coşkulu, beri yandan atlattıkları polislerin, nanik çektikleri devletin orada olmayışının verdiği hazla meşk halinde Pride kutluyorlardı.
Önce merak ve garipsemeyle başlayan, kısa sürede yerini kanıksamanın, hayatın ve bölgenin “normaliymiş” rahatlığının aldığı 22. İstanbul Onur Haftası’nın ilk anları böyleydi sevgili okurum.
Hafıza Yüklüydü
Her ne kadar bugüne dairse de Bağdat Caddesi; Onur Haftası’nın ilk günleri; şehrin, İstanbul’un her noktasına dağılışı; finalinde işkencevâri göz altılarla bitişi; ama az veya çok kalabalık, hep yürüdüğümüz Onur Haftaları; hafıza mezarlığında canlanan kimilerinin çoktan terk-i diyar etmiş yüzleri belli belirsiz oyunlar oynuyor bana…
“Hatırlıyorum, hatırlıyor musun” teması etrafında, kendi dününü, direniş güncesini tazelerken meydanlara, alanlara sesi, kokusu sinmiş yol arkadaşlarının ruhlarına selam yollamayı da ihmal etmiyorlardı okudukları basın açıklamasında.
Hande Kader’li, nice Eylül Cansın’ların “Olduramadım” yakarışlarıyla, dar edilen dünyaya vedalarına duyulan acı; Ülker’de, Pürtelaş Sokağı’nda, şiddetin, ötelenmenin halen daha hiç eksik olmadığı Bayram Sokağı’ndan taşan isyanla doldurulan meydanlarda öfke de çok diri…
Hatırlıyoruz mücadelemizi, var oluşumuza dair haykırışlarımızı, yürüdüğümüz yolların barındırdığı dehlizleri, çarklarımızdaki çaresizliği, can korkusunu, anılarımızda dönüp duran yalnızlığımıza itilişlerin getirdiği çaresizlikle yuvarlandığımız uçurumları, mücadelemiz gibi şehrin her yanına dağılı hayallerimizi, hayal kırıklıklarımızı, kimi köşelerinde asılı kalmış şuh kahkahaları…
Aşk adına dediğimiz, peşinden koştuğumuz kadınların, adamların, lubunyaların nasıl da çıkmaz sokağa dönüştüklerini, dizlerimizdeki ilk sıyrıkları…
Kapsayıcı Vurgular Vardı
“Tüm yaşananalar aklımızda: Birlikte olduğumuz yürüyüşleri, kaydettiğimiz lubunya yol arkadaşlarımızı, Gezi Parkı direnişini kaybettiğimiz yol arkadaşlarımızı, Roboski’yi, taşıma oy ile iradesi gasp edilen belediyelerimizi, tutsak edilen vekillerimizi, Berkin Elvan’ı, Ceylan Önkol’u, deprem bölgelerinde ihmal nedeniyle hayatını kaybeden binlerce insanı, KHK ile işinden edilerek açlığa terk ettiğiniz milyonları, ‘başıboş’ diye yaftaladığınız, canına kastettiğiniz sokak köpeklerini unutmadık. Filistin ve Rojova’daki savaş suçlarını, soykırım ve geleceğimizden çalarak akıttığınız para kaynağını görüyoruz, biliyoruz.” Devamında, “Polisi kandırmaktan, bizimle uğraşmak zorunda bırakmaktan hiç bıkmadık, şehrin farklı yerlerinde her gün olduğumuz varoluşlarımıza çağrı yaptık O kadar alıksınız ki saçlarımızı savuracağız, ojelerimizi süreceğiz dediğimiz eylemleri yasaklamaya kalktınız.”
“Kermesimizi, konserlerimizi, çay içme etkinliklerimizi, partilerimizi yasakladınız; resmi kararı hala bekliyoruz. Küründen tebligatlarınızı tanımadık, bir günde kıta değiştirdik, sabahlara dek partiledik, sokakları örgütledik… Bizi sözde ‘illegal’ ilan edenler duysun: Evde, sokakta, işte, okulda, çarkta, her yerdeyiz. Ne yanlışız ne de yalnız. Bir gün değil, her gün içinizdeyiz. Binlerce polisiniz, helikopterleriniz bizi durduramaz. Şehrin tüm sokakları bizimdir. Yaşasın lubunya dayanışması!”
Düzenleyicilerin basın açıklamasının bir bölümü böyleydi. Ayrıca Cumartesi Anneleri/İnsanları da unutulmamış; yine ezilen, yoksulluğa itilen tüm Türkiyeli halkların yalnızlaştırılmasından dem vurulurken siyasilerin, siyaset üzerinden zenginleşmesine dair göndermeler de yapılmıştı.
Bir Haziran Daha Böyle Geçti
Kitle basın açıklamasını okuyup yürüyüşe geçtikten ve semtin her noktasına ulaştıktan dakikalar sonra durumdan haberdar olan kolluk güçleri, Bağdat Caddesi’nde gösterici kovalamaya, göz altı yapmaya çalışıyordu. Lakin oldukça geç kalınmıştı, zira o sırada LGBTİ+’lar cadde üstündeki bir binadan dev gökkuşağı bayrağını sallandırmaktaydılar.
Tertip komitesine ulaşan, gözaltına alındığı bilgisi geçen 11 kişi, gece geç saatlerde Vatan Emniyet’teki ifadeleri sonrası serbest bırakıldı.
Onlarca dakika sonra basın açıklamasının okunduğu noktaya, bu sefer de polisler yığınak yapmaya başladı. Az önce ”N’erdesin aşkım?” çığlıkları yükselen meydan, sağa sola dağılmış gökkuşağı bayrakları arasında yerini almış polis ve “Helal olsun polisime” nidaları atan birkaç ergenle birlikte cici ablaların-abilerin günlük, lakin ona rağmen şık urbalarıyla salınan yeni konuklarını ağırlamaya başlamıştı…
“Şu tarafa gittiler” söylemleriyle, “Benim esnafım gerektiğinde polistir” düsturuna da uygun davranan bazı küçük esnaf; “kraldan çok kralcı”lığı da geçtim, kasabın bıçağına hayran gözlerle bakarken ya kendi “ötekiliklerini” unutmuş, yahut biat ederlerse unutulur hülyalarına dalmışlardı…
Teyzem Ne Sandıysa?
Orada bir süre kaldım; polisi, artan göz altı araçlarını, halkın genel tavrını gözlemlemek adına. Dakikalar içinde kabuğunu çabucak değiştiren, günlük rutinlerine dönen insanları izlerken, ilerleyen yaşlarda bir teyze gözüme takıldı.
Çarşı-pazardan, belki market alışverişinden dönen, çek çekli pazar arabası taşıyan teyze; az ötemdeki çöpte duran trans bayraklarına uzanmış, 2-3 tanesini de çantasına tıkıştırmıştı.
“Onları ne yapacaksınız? Niye aldın ki teyze” sorularımı cevapsız bıraktı fotoğraf makinamı fark edince. “Çekme beni, fotoğrafımı çekme” (sadece bayrakları ve elini çekmiştim oysa) derken, biraz mahcup ve telaşla yanımdan hızla uzaklaştı.
Acaba aldığı bayrakların anlamını biliyor muydu, ne için kullanacaktı? Belki saksılarının altına koyacak, daha olmadı paspas yapacak, bir şeylerin altına serecekti… Teyze, tüm gizemi ve hışmıyla yanımdan uzaklaşırken beni de sayısız soruyla baş başa bıraktı…
Kullanım alanını bilemesem, sırrı çözemesem de biliyorum ki bir kadının evinde trans bayrakları kim bilir evin neresinde ve ne şekilde hayatının bir parçasına dönüştü? Gören konu komşusu, nere/ne bayrağı sandılar, renklerin anlamını bilen çıktı mı?
“Alışın buradayız, varız” diyorduk, kimi zaman İslamofaşist siyasetçilerin ürettikleri nefret dolu ve fobik söylemlerde adımız geçti: “LGBTİ”, “LGBTİ seviciler.” Buram buram nefret kokan “Büyük Aile Buluşmaları” adıyla düzenledikleri seremonilerle, yahut alana dağılan bayrakları şu ya da bu gerekçelerle toplayan teyze eliyle…
Adlarımız, renklerimiz, bayraklarımız hayatın her alanına sirayet ediyor; tıpkı mücadelemiz, varlığımızın çeşitliliği gibi… Sonuçta bilerek veya bilmeyerek hayatın her alanında birbirimize dokunuyoruz; camlarınız, kapılarınız bize karşı açılıyor, komşuculuk oynuyoruz belki. Aynı okul sıralarını paylaşıyor, otobüste/dolmuşta yan yana yolculuk ediyoruz.
Kimimiz zenginiz, bazılarımız köşe başında işe çıkmaya mecbur, çocuğunuzun öğretmeni, okuduğunuz haberin yazarı, bir eşinizin, dostunuzun ablası, kardeşi, dıdısının dıdısı ama ille de bir şekilde bizlerle yolunuz kesişiyor. Ya nefretle başınızı çeviriyor ya dost meclislerinde “Benim de gey/dönme… arkadaşım var” söylemiyle kendinizi temize çekiyorsunuz.
Hiçbir şey olmasa da bir şey oluyor. Benim gibi bayrak yarışına inanan, varoluş taşlarına taş ekleyen biri, tüm hafta olduğu gibi o pazar günü de gökkuşağı flamasını koluna bağlayarak metrobüslerde dolaşıyor. Renklere ve varlığımıza alışın ki gelecek nesillerde de hiçbir çocuk ayrımcılığa uğramasın…
22.’sinde, Bağdat Caddesi’ni gökkuşağıyla coşturduk, tüm alınan önlemlere, İstanbul’u kuşatan polise rağmen. Seneye piyango kim bilir hangi semte vurur, hangi mahallede sizlere varlığımızı haykırır, “Nerdesin aşkım” sloganlarıyla vurdumduymaz sessizliğinizi yırtarız?